Hayat, ölüm ve sonrası; insanoğlunun anlamaya çalıştığı gizemli, sırlarla dolu en temel merakıdır. Hayat nedir? Ölüm nedir? Ölüm sonrası bizleri neler beklemektedir? Neden yaşıyoruz? Neden ölüyoruz?… Çürüyüp un-ufak olduktan sonra nasıl dirileceğiz?… türü ontolojik sorular, insan beynini her zaman meşgul etmiştir.
Söz konusu sorular içerisinde en fazla bocalanan alan ise; ölüp zerrelere ayrıştıktan sonra nasıl tekrar dirileceği konusu olmuştur. Birçok insana göre ahirete inanmak, Allah’ın varlığına inanmaktan daha zor bir keyfiyettir. Çünkü evrene şöyle bir göz gezdirdiğinizde yaratıcı bir varlığı fark etmemeniz mümkün değildir. Kâinatta câri olan kanun, kural, formül, sistem, düzen, ahenk, bilgi… türü argümanlar, kişiyi otomatikman yaratıcıya götürmektedir. Akıl ve bilim bu konuda sayısız delilleriyle çok cömerttir. Ne var ki öldükten sonra çürüyüp un-ufak olduktan sonra tekrar dirilmek, kimi insanlara göre inanılması daha zor bir olgudur.
İnsan aklı, zerrelere ayrışmış bir kişinin tekrar dirileceğine kolay kolay inanamamaktadır. Sırf bu nedenledir ki ateistten çok, Allah’ı kabul etmekle birlikte vahyi, dini, dolayısıyla da ahireti inkâr eden deist’e rastlarsınız. Birçok insan, Allah’ın varlığından kaçamadığı için mecburen Allah’a inanmakta, ancak ölüm sonrası dirilmeye inanma hususunda daha fazla zorlandığı için ise ahireti inkâr edebilmektedir. Yani deist olmaktadır.
Ahiretin varlığı olgusu; birçok vesile ile çeşitli konuları işlerken değindiğimiz bir mevzu idi. Dağınık olarak işlediğimiz bu hususun derlenerek bir araya getirilmesi yönündeki ihtiyaç ve talepler, bu yazının vücut bulmasına neden oldu. Parçalı olarak işlenmiş söz konusu argümanları bir araya getirerek okuyucularımızın istifadesine sunmak kuşkusuz çok daha etkili ve yararlı olacaktır:
Rüyalardan başlayalım: Rüyalar; Allah’ın varlığı, eşyanın hakikati (künhü, arkhesi), kaderin gerçekliği, zaman-mekân algısındaki rölatiflik, ahiretin varlığı, İslam’ın hak oluşu, materyalizm ve pozitivizmin çürütülmesi, ruhun varlığı, sonsuzluk, sınır ve son problemi, fizik-metafizik ilişkisi, değişik boyutların varlığı, gaybın bilinmesi vb. çok değişik konularda müthiş deliller ortaya çıkartan bir inkişaf sahası olmuştur.
Kırk yaşında olduğunuzu ve annenizden doğduğunuz günden bugüne kadar hiç uyanmadığınızı, gözlerinizi açamadığınızı ve sürekli rüya gördüğünüzü varsayın. Bir şahıs rüyanızda gelip size; “Şu anda rüya görüyorsunuz, bu algıladığınız renkler, nesneler, kokular, yaşadığınız olaylar, arabalar, dağ, taş, insanlar… hepsi sanal varlık, hepsi birer görüntüden ibaret. Bu yaşadığınız hayat da gerçek bir hayat değil, asıl hayat siz ölünce (rüya bitince) karşınıza çıkacak.” dese; dünyadan hiç haberi olmayan, sürekli rüya gören kişi olarak siz, bu iddiaya inanmakta büyük zorluk çekebilirdiniz. Çünkü algıladığınız şeylerin gerçekliği konusunda hiçbir kuşkunuz yoktur. Rüyada aklınız vardır, duygularınız vardır. Yiyip içmekte, gezip tozmakta, tüm beşeri fonksiyonlarınızı icra etmektesinizdir. Zaman vardır, mekân vardır. Kısacası dünya hayatından farklı hiçbir şey söz konusu değildir.
Böyle bir durumda, rüya gören siz “rüya hayatı”nı “gerçek hayat” zannedecek, belki de itiraz ederek; “Olur mu hiç, resmen yaşıyorum, algıladığım her şey de gerçek.” diyebileceksinizdir. Çünkü dünyadan hiç haberiniz bulunmamaktadır. Bu varsayım doğrultusunda ve birtakım sorular eşliğinde, analizi şu şekilde geliştirebiliriz:
Bilim adamlarının tespitine göre, rüyadaki algılama sistematiği ile dünyadaki algılama sistematiği arasında herhangi bir fark söz konusu değildir. Aşağıda sıralanacak ilginç bazı sorular, enteresan kimi hakikatlerin ortaya çıkmasına zemin teşkil edecektir:
-Her rüyada sahnelenen bir senaryo söz konusudur. Bu senaryoyu kim yazmaktadır?
-Rüyada gördüğünüz arabanın, diyelim mavi değil de kırmızı olmasına kim karar vermiştir?
-Nesnelerin yerlerini ve koordinatlarını kim belirlemektedir?
-Rüyalarda kendimizi de görmekteyiz. Rüyadaki beni (kendimizi) gören “ben” nedir, kimdir?
-Herhangi bir ışık kaynağı olmaksızın bir objenin görülmesi imkânsızdır. Bu bilimsel bir tespittir. İnsan kafatasının içi insanın en karanlık bölgesidir. Rüyalar insanın en karanlık bölgesinde bulunan beyinde görülmektedir. Beyin içerisinde herhangi bir aydınlatıcı ışık kaynağı, ampul vs. bulunmadığına, uykuda gözler kapalı olduğuna, herhangi bir ışık olmaksızın görme olayının vuku bulmayacağı da bilimsel bir gerçeklik olduğuna göre, görme olayı nasıl gerçekleşmektedir?
-Gözler kapalı olduğuna göre, gören nedir, kimdir?
Rüyalardaki algılama mekanizmasıyla dünyadaki algılama mekanizması arasında hiçbir fark bulunmadığını ifade etmiştik. “Dünyadan haberi olmayan ve sürekli rüya gören kişi, rüyayı gerçek hayat sandığı için dünya hayatını inkâr edebilmektedir. Ne zaman ki rüyadan öldüğü (uyandığı) vakit rüyanın ahireti olan dünyaya gözlerini açmaktadır. Aynen bunun gibi dünyada ölen kişi de ahirete gözlerini açacaktır.” Bu paralellik, ahiretin varlığı hususunda önemli bir karine teşkil etmektedir.
Böyle bir analoji, ahiretin varlığını anlama, kavrama noktasında büyük bir kolaylık sağlayacaktır. Çünkü rüyalar, insanın değişik boyutlarda yaşayabileceğine önemli bir delil teşkil etmektedir.
Diyelim sekiz saat uyudunuz. Uyandığınızda size bir “an” gibi gelmektedir. İsterseniz günlerce uyuyun fark etmez. Nitekim Ashab-ı Kehf, Kur’an’da beyan buyrulduğuna göre 309 yıl uyumuşlar ve uyandıklarında geçen bu süreyi algılayamamışlardır. Zaman ve mekân bilinci uykuda kaybolmaktadır. (Zaman ve mekân izafiliği)
Ahiretin varlık delillerinden biri de yok edilemeyen “ebedilik arzusu”dur:
İnsanın en güçlü güdüsü “ölümsüzlük” duygusudur. Hiç kimse ölümü arzulamaz. Ateist bile olsa herkes aslında âb-ı hayat iksirini aramaktadır. Ölünce hiç olacağını düşünen nihilist bir ateistte bile “ebedilik” arayışları gözlemlersiniz: Kitap yazarlar, sanat eserleri vücuda getirirler; sinema, tiyatro yapıtları ortaya koymak isterler. “Yok olacaksan bıraktığın bunca eser neden?” diye sorsanız vereceği cevap “Adım anılsın, tarihte iz bırakayım…” biçiminde olacaktır. Madem yok olacaksın, tarihin derinliklerinde adın anılsa ne olur anılmasa ne olur? Bunu hiç düşünmezler.
Yine benzer şekilde, dünyada karşılaştıkları haksızlıkların mutlak anlamda pozitif hukuk kurallarıyla çözülemediğini bildikleri ve gördükleri için “Tarih yargılayacak, gerçekleri tarih ortaya çıkaracaktır.” gibi garip savunmalarını da gözlemlersiniz. Bütün bunların izahı şudur: Allah (cc) insanın fıtratına ebediyet, sonsuzluk, ölümsüzlük duygusu kodlamıştır. Ateist, fıtratına savaş açan kişidir. Yaratılışta ruh bantlarına kodlanmış bu duygular hiçbir zaman yok olmaz, ancak bastırılır. Bastırılmış duygular ise bir şekilde mutlaka ortaya çıkar: Sanat eserleri vücuda getirerek tarihin derinliklerinde anılma arzusu, “ölümsüzlük” duygusunun dışa vurumudur. Aynı şekilde, mutlak adalet arayışındaki “tarihin yargılaması” beklentisi de İslamî terminolojideki “mahkeme-i kübra” varlığının ontolojik yansımasından başka bir şey değildir aslında.
Anne karnındaki bir bebekte, gözün varlığı ilerde görmek isteyeceğine, burnun varlığı koklamak isteyeceğine, ayakların varlığı da yürümek isteyeceğine bir karinedir, bir delildir. Bilindiği gibi bu organlar anne karnında iken bir fonksiyon icra etmezler, herhangi bir işe de yaramazlar. Bu ve benzeri organların herhangi bir işe yaramamakla beraber anne karnında var olma nedenleri, doğum sonrası ikinci bir hayatın var olmasına delil teşkil etmektedir.
Görme isteği göze, göz ise görme isteğine delildir. Anne karnında bu ihtiyaçların karşılanamıyor olması nasıl ki anne karnındaki hayata nispetle ahiret konumunda olan dünya hayatının varlığına delil teşkil ediyorsa, aynı şekilde bu dünya hayatında karşılanamayan en soylu ve güçlü isteğimiz olan “sonsuzluk” arzumuz da mutlak ahiretin varlığına delil teşkil etmektedir.
Anne karnı, dünya, rüyalar boyutu gibi değişik hayat standartlarında yaşanılabildiğine göre; cennet, cehennem vb. hayat formlarında da yaşanılabilmesi için hiçbir engel yok demektir.
“Ölüm sonrası dirilme”ye inanmanın aslında hiç de öyle zor bir keyfiyet olmadığı hususunu şu şekilde de izah edebiliriz:
Bilimsel verilere göre; “ortalama bir insanda yaklaşık yüz trilyon hücre bulunmaktadır ve her saniye bu hücrelerden milyonlarcası ölmekte ve milyonlarcası da yeni yaratılmaktadır. Bu döngüsel süreçte insan vücudu, her birkaç yıllık zaman periyodunda çok az kısmı hariç olmak üzere tamamen yenilenmektedir.”
Tırnak içerisinde ifade ettiğimiz bu enteresan bilgi, aslında çok şeyi ispat ve ifade etmektedir: Diyelim ki şu an altmış kilosunuz ve on yıl sonra da seksen kilo olacaksınız. Hiç düşündünüz mü, sizi siz yapacak müstakbel yirmi kilogram şu anda nerededir acaba? Size gelecek olan bu yirmi kilo bir yerlerde topluca hazır olarak bekliyor değildir. On yıllık süreç içerisinde yiyip içeceklerinizin bir terkibi şeklinde size intikal edecektir. Ekmek yiyeceksiniz, sebze-meyve tüketeceksiniz, balık yiyip su içeceksiniz… ve bu yedikleriniz sizlerin yapıtaşını oluşturacaktır. Tüm bunlar şu anlama da gelmektedir: On yıl sonraki siz; aslında şu anda denizde tutulmayı bekleyen bir balıksınız, faraza Kanada’dan ithal edilip ekmek yapılmayı bekleyen bir buğdaysınız, pazarda alınmayı bekleyen domates, patlıcan ya da elmasınız. Bu sebze ve meyvelerin oluşabilmesi için fotosenteze de ihtiyaç var. O halde güneşten, gökyüzünden ulaşmayı bekleyen ışıksınız, ısısınız, ışınsınız. Ayrıca yer altından alınması gereken mineralsiniz… Buradan anlıyoruz ki şu anda söz konusu o yirmi kilo, ‘ölü varlık’ halindedir… Özetle, ‘gelecekteki siz’ tüm evrende ölü atom ve zerrecikler halinde dağılmış vaziyettesiniz.
Ölü zerrecikler halinde evrende dağınık olarak bulunan bu unsurlar, sizi siz yapmak, size ulaşmak için sıralarını beklemektedirler. Yeryüzüne ve gökyüzüne dağılmış vaziyette bulunurlarken müthiş bir sirkülasyon sonucunda size ulaşmakta, ölü iken sizde canlanmakta ve hücrelere dönüşmektedirler. Canlanan bu hücreler de yukarıda ifade ettiğimiz gibi tekrar ölecek ve yine zerrelere dönüşeceklerdir. İnsan bedeni bu döngüsel vetire içerisinde sürekli olarak yenilenmektedir.
Ne kadar ilginç; “her şeyin döndüğü” ilahi gerçeği, insanın yaratılma sürecinde de böylesi bir mekanizmayla tahakkuk etmiş olmaktadır. Müstakbel yirmi kilo böyle bir serüven sonucunda vücuda gelirken, bedenin geri kalan kısmının da senkronize olarak sürekli yenilendiğini unutmamak gerekir. Böylelikle insan bedeni, yaşamı boyunca birçok kez yenilenmiş olmaktadır.
On yıl önceki bedenimiz şimdiki bedenimiz olmadığı gibi on yıl sonraki bedenimiz de şimdiki bedenimiz olmayacaktır. Bir başka ifadeyle; on yıl önceki “ben” şimdiki ben değildir, on yıl sonraki “kendim” de şimdiki “kendim” olmayacaktır. Oysa çoğu zaman kendimizi statik, değişmeden aynen duran bir varlık olarak algılarız. Bu durumda oluşan birçok “ben”, “ben” olamayacağına göre, “ben” olarak keşfettiğimiz şeyin aslında “ruhumuz” olduğu gerçeği de ortaya çıkmış olmaktadır… Fakat şu an için konumuz bu değildir.
Bütün bir ömür boyu ölen, dirilen ve atılan hücrelerimizi bir araya getirmemiz mümkün olsaydı belki de tonlarla ifade edilen bir varlığımız söz konusu olacaktı. Buradan şunu da anlıyoruz ki bedenimiz sürekli değişmektedir. Bu dünyada her birkaç yılda bir ruhumuza yeni bedenler giydiren Allah, öldükten sonra da ruhumuza yeni bir beden giydirecektir.
Tüm bu anlatılanların özeti şudur: Allahu Teâlâ, bizleri zerreler halinde diriltmekte ve zerreler halinde öldürmektedir. İnsanoğlu her saniye ölmekte ve her saniye dirilmektedir. Haşr ve neşr olayı biz daha ölmeden bu dünyada iken anbean yaşatılmaktadır. Üstelik bu muhteşem mucize her an gözler önünde devam etmekte, tüm bunlar olurken de yaşanılanları, tabir yerindeyse ruhumuz dahi hissetmemektedir. Burada şimdi şu çarpıcı soruyu sorabiliriz: Öldükten sonra zerrelere dönüşen sen, tekrar dirileceğine inanamıyorsun ama Allah seni bu dünyada iken daha ölmezden evvel her an zerreler halinde diriltmekte ve öldürmektedir. Daha sağlığında, kendi gözlerinin önünde seni kolaylıkla öldüren ve dirilten Allah’a, sen öldükten sonra seni diriltmek neden zor gelsin?
İşte ayetler: “Kendi yaratılışını unutup ‘Bu çürümüş kemikleri kim diriltecek?’ diyerek bize misal getirene de ki: Onu birinci defa kim yoktan var ettiyse işte yine o diriltecektir. Çünkü O, her türlü yaratmayı gayet iyi bilir.” (Yasin, 36/78-79)
Şu ayetler de aynı manayı teyid etmektedir: “Biz ilk yaratılışta acz mi gösterdik ki ikinci yaratılışta acze düşelim? Hayır, onlar yeni yaratılışta şüphe içindedirler.” (Kâf, 50/15) “Bir de şöyle dediler: Biz kemik ve toz yığını olduğumuz vakit mi, gerçekten biz mi yeni bir yaratılışla diriltileceğiz. (Ey Resulüm onlara) söyle: ‘İster taş, ister demir olun, yahut gönlünüzde büyüyen (dağlar ve gökler gibi kuvvetli) herhangi bir yaratık olun, muhakkak öldürülecek ve diriltileceksiniz.’ Onlar şöyle diyeceklerdir: ‘O halde öldükten sonra bizi kim diriltip geri çevirecek?’ Sen de de ki: “Sizi ilk defa yaratmış olan kudret sahibi Allah diriltecek…” (İsrâ, 17/49-51)
Ahiretin delillerinden biri de; insanlığın kolektif bilinçaltında tevarüs eden çok güçlü ortak bir inanış olmasıdır.
Carl Jung “kolektif bilinçaltı” adı altında insanların evrensel olarak aynı davranış kalıplarını sergiliyor olmalarının altındaki temel faktörü araştırmış ve ilginç sonuçlara ulaşmıştır. Buna göre; nasıl ki genetik kartlarımız itibariyle bazı bilgileri hazır getiriyoruz, aynı şekilde ruhsal olarak da birtakım davranışlarımızın altındaki temel faktörler de taa eskilerden intikal ediyor, apriori olarak.
İşte ahiret inancı da öylesine güçlü bir duygudur ki adeta insanlığın ortak bilinçaltına kodlanmıştır. “İkinci hayat” olgusu değişik biçimlerde tüm kültür, uygarlık, hatta ideolojilere dahi yansımıştır.
Bu perspektiften değerlendirildiğinde dinleri, ırkları, mülkiyeti, sınıfsallığı mülga kılan, herkesi kardeş, eşit, çatışmaları da ortadan kaldırma iddiasında olan komünizmdeki “ütopya” olgusunu; kolektif bilinçaltında ahiretin izdüşümü olarak değerlendirmek mümkündür. Çünkü böylesi bir tanım cennetin tarifidir. Cennette din, ırk, mülkiyet ve sınıf çatışması gibi bir olgu söz konusu değildir. Bunlar aslında düpedüz cenneti tarif ediyor. Ama ateist olduğu için cennete inanmıyor. Hiçbir farklılığın olmadığı, çatışmalara sebep olarak hiçbir sınıfsallığın olmadığı bir özlem, yani cennet. Bu özlem, insanın ruh bantlarına kodlanmıştır. Fakat ateist kendi fıtratına savaş açtığı için, inanç bağlamında buna inanmadığı için, buna cennet diyemiyor da cenneti yeryüzüne indirmeye çalışıyor. Aslında komünizm dediğimiz şey insanın ruh bantlarına kodlanmış cennet arzusunun ateistteki sapmış tezahüründen başka bir şey değildir. Öldükten sonra böyle bir yerin olabileceğine inanmadığı için de bunu dünyaya taşımak istiyor. Diğer önemli bir argüman ve delili de “Big Bang” (Büyük Patlama) teorisinden hareketle şu şekilde izah edebiliriz: Kanıtlanan bu teoriye göre evren, sonsuz yoğunluğa ve sıfır hacme sahip bir noktanın patlamasıyla yaratılmıştır. Sıfır hacim “yokluk” anlamına geldiğine göre evren “yok”tan var edilmiştir.
Bir an için Big Bang öncesine ışınlandığınızı varsayın. Ne madde, ne zaman ne de canlılık var. Orada “mutlak yokluk” içerisinde denilse ki; “Belli bir zaman sonra büyük bir patlama olacak ve hiçbir şey yok iken zaman, mekân ve sonrasında canlılar yaratılacak.” Bu bilgiye o zaman çoğu kişi kuşkuyla bakabilirdi. Çünkü mutlak yokluk içinde böyle bir iddianın gerçekleşmesi bir mucizenin tahakkuku demek. Ama bu mucize gerçekleşiyor ve âlemler yaratılıyor.
İslam ne diyor: “Bir süre sonra büyük bir patlama yani kıyametle her şey yok olup yeniden var edilecek.” Yani başa dönülecek. Şimdi söyler misiniz; Big Bang öncesi yoklukla kıyamet sonrası yokluk arasında ne fark var? Bir şeyin ilkini yapmak mı ikincisini yapmak mı kolaydır? Elbette ikincisi kolaydır. Çünkü ortada ilki gibi bir örneği vardır. Öyleyse ortada hiçbir şey bulunmazken yani hiç yok iken seni canlandıran Allah’a, öldükten sonra seni diriltmek neden zor gelsin?
İşte ayet: “Kendi yaratılışını unutup ‘Bu çürümüş kemikleri kim diriltecek?’ diyerek bize misal getirene de ki: Onu birinci defa kim yoktan var ettiyse işte yine o diriltecektir. Çünkü O, her türlü yaratmayı gayet iyi bilir.” (Yasin, 36/78-79)
Her yıl kıştan sonra baharla yeryüzünü dirilten, yine her gece, ölümün küçük kardeşi olan uyku ile bir nevi ölüp ve uyanmakla bir nevi yeniden diriliyor olmamızla ölümü ve dirilişi bizlere sürekli tattıran Allah, ahirette de bizleri tekrar diriltecektir.
Çağımızın en önemli bilim adamı olan Albert Einstein aynı zamanda Allah’a olan inancı ile de tanınmaktadır. Bilimin dinsiz olamayacağını savunan Einstein’ın din ve bilimle ilgili bir sözü şöyledir: “Derin bir imana sahip olmayan gerçek bir bilim adamı düşünemiyorum. Bu durum şöyle ifade edilebilir: Dinsiz bir bilime inanmak imkânsızdır.”
Bir diğer önemli delil ise metafizik tecrübelerdir: Parapsikoloji kitapları, ölmüş bazı insanların rüya gören kişiye verdiği haberlerin noter marifetiyle gerçekliği tasdikli olay örnekleriyle doludur. Daha da önemlisi, asırlar önce vefat eden bazı Allah dostlarının rüyalar yahut keşif gibi yollarla verdikleri haberlerin aynen tahakkuk etmesi ve bunların doğruluğunun rasyonel ve objektif kriterlerle sağlamasının yapılmış olması ölümün bir yok oluş olmadığı, tam tersine kabir hayatının, berzah âleminin ve ahiretin var olduğunun açık delilleri arasındadır.
Ahiretin ispatı noktasında en önemli kanıt aslında “Kur’an delili”dir:
Çağımız teknolojisi olmadan tespit edilmesi hiçbir şekilde mümkün olmayan birçok bilginin, asırlar öncesi indirilmiş olan Kur’an-ı Kerim’de açıkça bildirilmiş olması çok büyük bir mucizedir. 1400 yıl öncesinin bilim ve teknolojik verileriyle bilinmesi imkânsız birtakım bilgilerin bildiriliyor olması, yüce kitabımız Kur’an’ın Allah kelamı olduğunun en açık kanıtıdır. İnternette “Kur’an mucizeleri” diye tıklansa çok sayıda bilimsel mucize ile karşılaşılacaktır. Bunun anlamı şudur: “Kur’an, temel referans kaynağıdır.” En büyük argümandır, delildir.
İşte temel referans olan o Kur’an diyor ki: “Ahiret var, cehennem var, cennet var.”