Hazreti Yunus’un ruhaniyetinden destur isteyerek aşk-u niyazla söze başlayayım. Efendim, bendeniz Yunus Emre ile alakalı akademik çalışmalar yapan bir kişiyim. Buradaki tebliğ başlığı altında yazdığımız tebliğ de akademik bir üslupla kaleme alınmıştır. Yunus Emre şerhleri, bir tesbit çalışmasıdır. Bu konu nerede başlamış nereye gelmiş, tebliğde bundan bahsediyorum. Fakat ben akademik bir giriş yapmayacağım.
Bana sorulan sorulardan birisi de “Yunus Emre nasıl şiir yazdı?” Ben bu soruya dedemin yöntemiyle bir giriş yapayım da Yunus nasıl şiir yazmış siz içinden kendiniz çıkarın. Dedem rahmetli bir sûfiydi yani Yunus gibi yetişen, Yunus gibi yaşayan bir kişiydi. Onun elinde büyüdüğüm için ben de onun tesirinde kaldım. Yunus divanıyla doğduk. Piriştine’de oğlan doğsa dividi belinde doğarmış. Biz de sanki Yunus Emre gibi bir adamın kucağında doğduk, öyle yaşamaya çalışıyoruz dolayısıyla. Yunus nasıl şiir yazdı, dedemin yöntemiyle biliyorum. Halvet, şimdilerde tasavvufî hayatta pek kullanılmayan ama tarih boyunca vazgeçilmemiş bir kavramdır. Şu anda çok bariz bir şekilde tarikatlar tarafından uygulanmayan bir kavramdır halvet kavramı. Halvet, tenhada Cenabı Hakk’ı zikretmek demektir. Fakat “halvet der ercümen” olursa cemiyet içinde halvet olur ki o da hem Hak’la sır hem de halkla sır olur.
Dedemin arkadaşlarından İshak Efendi isminde bir zat vardı; mürşidi bu zatı halvete koymuş. Birinci gün birazcık çorba, yağsız tuzsuz; ikinci gün yine öyle, üçüncü gün yine öyle derken dördüncü günden itibaren “et” istemez artık insan. Çünkü yavaş yavaş perdeler açılır. İnsan bunu tek başına yaparsa halüsinasyon görür; bir kâmil mürşid kontrolünde yaparsa gerçekleri görmeye başlar, aradaki fark bu. (1., 2., 15. gün) derken on yedinci günden itibaren hiçbir şey ağzından girmez olmuş ve kelâm açılmış. Dikkat edilirse peygamberlerin her birinin çok bariz özellikleri vardır. Hz. Musa Kelimullah idi, Hz. İsa Ruhullah. On yedinci günden itibaren tuluat başlamış İshak Efendi’de. Her halvette özellikle ikindi namazlarından sonra Efendi Hazretleri dervişini alır dünya kelâmı konuşmadan huzuruna getirir (ya kendisi getirir ya da salih bir çocuk getirir). Tabi İshak Efendi de getirilmiş. “Söyle bakalım İshak.” dediğinde İshak Efendi başlamış konuşmaya. Efendim, buna tuluat (kalbe gelen manalar, ilhamlar) denir. İshak Efendi’nin mürşidi, “Bana bir kalem ve bir tomar kâğıt getirin.” dediğinde Efendi Hazretleri’ne kalemi kâğıdı getirmişler. İshak Efendi durmadan yazıyor tuluatları, yağmur gibi tuluat yağıyor. Fakat yine ara sıra fakra geliyor, benlik geliyor. “Ben neymişim.” benliği var burada, kolay değildir benliği aradan silmek. “Benden benliğim gitti, hep mülkümü dost tuttu.” diyecek Yunus. Ondan sonra konuştuğu kelâm kime ait olur? Aradan kendini çıkarınca ilahi olacak, Allah’a ait olacak. İshak Efendi’nin mürşidi ondaki bu enaniyeti kırmak için koca bir tomar kâğıt istemiş. İçinde şiirler var, hikmetli sözler var ve kırk gün de tamamlanmış. Fakat “İshak Efendi getir bakalım şu yazdıklarını ve bir de kibrit getirin.” diyor ve onları gözünün önünde yakıyor Efendi Hazretleri. İshak Efendi o şiirleri nasıl yazdı? Bu zatı muhterem ilkokul mezunu bile değil, ama her sözü altın değerinde. İçteki yaşadığı tecrübeler dinlediği sohbetler dışa çıktı, yansıdı. İşte İbn-i Arabî de böyle yazdı eserlerini, hep tuluattır. Onun arkasında yoğun açlık, yoğun ibadet, yoğun zikrullah var. Çanakkalelilerin tabiriyle gulu (hindi) gibi akşama kadar düşünüp de sabah şiir yazanlar değil onlar. Yunus’un şiirini kim yazdı? Hâlâ Yunus’u anlatıyorum. Tüm Yunuslar öyledir. Hayatımın kırk senesini Yunus’a verdim…
Şimdi yine bir misal vereceğim. Dedemin arkadaşlarından Ali Rıza Efendi isminde bir zat, o da halvete girmiş. Efendi Hazretleri çağırıyor (1., 2., 3. gün). Afedersiniz “eşek oğlu gel, eşek oğlu git” Ertesi gün yine “eşek oğlu gel, eşek oğlu git” Efendi Hazretleri böyle çok sert davranıyor. Erenler öyle pamuk dede gibi zannetmeyin, çok serttirler; eğitimleri de serttir, kök söktürürler adama. Cesurdurlar; âşıklar cesurdur, serttir. Nefsin yaptığını Amerikan ordusu yapamaz insana, buna emin olun. Amerikan ordusundan bile zalim bir nefse sahip insanoğlu. Efendi de Ali Rıza’ya çok sert davranıyor ve O’na “eşek oğlu gel, eşek oğlu git” diye hitap ediyor. Ali Rıza Efendi de “Mürşidim durmadan eşek diyor. Ne olacak benim hâlim?” diye kara kara düşünüyor. Tam 39 gün çile böyle devam ediyor. Halvet odasını da böyle saray odası gibi düşünmeyin, mezar kadar bir yerdir; karanlıktır ve ışık görmez. Halvethanesi olan bazı dergâhlar vardır. Mesela Kastamonu’da Şeyh Şaban-ı Veli Hazretleri’nin dergâhı gibi. Orada 19 halvet odası var ve şimdi de modernize edilmiş. Evet, konumuza devam edelim. 39. gün halvet odasında Ali Rıza Efendi bir de bakıyor ki kendisi kapıda, içeride; kendisinin aynısı bir tane daha Ali Rıza Efendi oturuyor. İşte ayanı sabite o adamdır, o seccadenin üzerinde oturandır. Biz o varlığı arıyoruz. Şimdi Yunus’ta bir ben vardır bende benden içeri, içindeki ben dışındaki benle aynileşti. Ta ezel bezmindeki orijini, işte o aradığı.
Şimdi sadece burasını sembolik olarak söyleyeceğiz. Selamün aleyküm demesi kaldı. Ali Rıza Efendi sorsa “Sen kimsin?” diye, içindeki Ali Rıza Efendi diyecek ki: “Senim ben.”
Şimdi Menakıpname’ye geri dönüyorum. Hani “Emek çek, hizmet et, istediğin anahtarı verelim.” demişti Taptuk Emre. Yunus da yanılır gibi oldu, tekkeyi terk etti demeyelim. “Bu Efendi Hazretleri de benim kıymetimi anlayamadı canım.” dedi dışarı çıktı. “Ben taşrada arar iken o can içinde can imiş.” diyecek, geri dönecek; ama bir yanılgı oldu ve dışarı çıktı. Yolda iki kişi kendisine yoldaş oldu, karınları açıktı. Birinci gün bir sofra geldi, ikinci gün bir sofra geldi, üçüncü gün de Yunus dua etti ve iki sofra geldi. O yoldaşlar kimdi? Hani Ali Rıza Efendi’nin halvette “Sen kimsin?” “Senim ben.” dediği orijini (aslı). “Aslım bana burhan imiş.” diyecek Yunus. Dört melaike-i kiramdan ikisiydi o yoldaşlar. Onların ikisi dışta, ikisi içtedir. İçtekileri dışarı çıkarmak, tanımak lazım ki “Sen kimsin?” denildiğinde dört meleğin hepsi “Ben senim.” diyebile. Dördün toplamı yani Yunus’un aslı “Sen kimsin?” dediğinde “Ben senim” dedi. Bir ben var Yunus’ta sokakta gezer, bir de içinde habersiz olduğu Yunus benden içeri, o dışarı çıktı. İşte Yunus’un divanını o içindeki yazdı.
Âşık dilin bilmeyen ya delidir ya dehri
Ben kuşdilin bilirim söyler Süleyman bana
Yunus Emrem bu yolda eksikliğin bildirir
Mest oluban çağırır dervişlik bühtan bana
Yani, benim varlığı artık yorumlayacak hâle gelen aslım, benim her soruma cevap veriyor. Eline kalem almadı Yunus.
Benim dilim kuşdilidir,
Benim ilim dost ilidir.
Ben bülbülüm dost gülümdür
Bilin gülüm solmaz benim.
Kur’an’da, “Süleyman Davud’a varis oldu ve: Ey insanlar! Bize kuşdili öğretildi...” [Neml, 27/16] diye geçiyor. Demek ki Süleymanlık makamı kuşdilini çözme makamı olarak niteleniyor Kur’an’da. Peki, nedir bu kuştan kasıt? Kuş, ehlullahtır, Allah dostu olmaktır sembolik olarak. Burada kastedilen kuşlar da göçmen kuşlardır, her kuş değildir. Mutasavvıfların ehlullah olarak, Allah ehli olarak değerlendirdikleri kuşlar söz konusu ise bu göçmen kuşlardır.
Neden Göçmen Kuşlar?
Nasıl ki göçmen kuşlar soğuk ülkeden sıcak ülkeye göçerlerse Allah ehli kişiler de maddeden manaya, dıştan içe, zahirden batına göçmüşlerdir. İçte derinleşmişlerdir, içselleşmişlerdir. Bu yüzden göçmen kuş mecazı kullanılır. Kuşların yani Allah dostlarının dili de remzidir. Buradan hareket edecek olursak kuşdiliyle, mutasavvıfların kendi aralarında makamsal olarak kullandıkları dil karşımıza çıkar. Olay budur. Niyazi Mısrî’nin de kuşdiline (mantıku’t-tayr) atıfları var birkaç beytinde. Yunus bunu Türkçeleştirmiş, kuşdili demiş. “Süleyman kuşdili bilir dediler/Süleyman var Süleyman’dan içeri” diyor. Burada Süleyman, zahirdeki Süleyman değil. İçimizdeki, uyanmış veya uyanmamış bir makam olarak Süleymanlık makamından bahsediyor. Burada tabi meseleyi iyi anlamak için peygamberlerin her insanda gizli manevi bir makamı temsil ettiklerini bilmek lazım. Buradan hareket edecek olursak Süleymanlığın insanda tecelli etmesi, insanda varlığın çözümlenmesi olayıdır. Eşyanın o şahsa açılması olayıdır. Bu da kademe kademe olacaktır. Evvela insan insanı çözecektir. Bilahare insan hayvanat âlemini çözecektir, bitkiler âlemini çözecektir, maddeyi çözecektir. Yunus da bir yerde bu kademeleri değerlendiriyor. “Aslı madende idik, kaygusuz gani idik” diyor. Bizim aslımız madende diyor. Maddeye kadar inmiş ve oradan kendi aslını seyretmiş. Kısaca söylemek gerekirse kuşdili, varlığın bir insan-ı kâmil tarafından çözümlendiği noktadır.
Yunus, bu kuşdilidir, bunu Süleyman bilir, gerçek eren bu yolda ne bildiğin sezer, hepsi artık aynı pencereden bakar olaylara, yani aynı sembolleri kullanırlar. Yunus bildi hâlinden söyledi kuşdilinden. Eğitildi eğitildi, seyru süluk mertebelerini atladı ve söyledi kuşdilinden. Yani kendi orijininden sorular sordu, kendi orijininden cevaplar aldı ve onları aktardı. Söylenecek söz budur bu âşıklar içinde. Tasavvufta birçok makam isimleri söylenir. Arkadaşlarım da söyledi, ben de çalıştım, bunların hepsi dedikodudan ibarettir. Şu kelime, bu kavram vs. çoğaldıkça derdin artar. Ben üç makamdan bahsedeyim. Biz vahdet halinde farklıyız. Eğer tasavvufî ilim yoluna talip olursak yavaş yavaş ilerleriz, “cem” makamına doğru yükseliriz. Eğer onu becerebilirsek tekrar “fakra” geliriz. Çünkü “cem” Allah’ta olma hâlidir. Allah, Allahlığını kimseye vermez. Dön bakalım derler, “fakra” gelirsin. O zaman insan başta elmayken sonra elma şekeri gibi olur. Sıbgatullah olur, artık hem elma olduğunu hem de şeker olduğunu bilir durur ama dışarıdaki insan bunu sezmez. Şimdi Yunus “fakr”da şiir yazıp söylememiştir, “cem”de söylemiştir. Şimdi tekrar geri dönelim, şiiri söyleyen kimdir? Yunus’un iç benidir.
Beni benden sorman, bende değilim,
Sûretim boş yürür dondan içeri.
Bu elbisenin içi boştur. İçini dolduran Allah’tan ibarettir. Dışı Rasûl, içi Allah. İşte hadise bundan ibarettir. Kısaca buna kuşdili demişler.