Merhum Ergün Göze’nin sitayişle bahsettiği, halk irfanının mümtaz şahsiyetlerinden birisidir Defter Baba. Şanlıurfa ve Diyarbakır yöresinde hayatını sahaflıkla geçiren bir erbâb-ı basiret. Maneviyatı düzgün, feraset ve zekâsı fevkalade olan Defter Baba’nın okula gitmişliği yoktur. Amma velâkin mübalağa ile söyleyecek olursak okumadığı kitap da yoktur. Müşterilerin kitap isteğine süratle intikal etmesi ve dükkanındaki beş bin kitap içerisinde istenilen kitaba ulaşma hızı olağanüstü. Defter Baba’nın bir başka ilginç özelliği de eline aldığı herhangi bir kitabın ağırlığını el yordamıyla şöyle bir tartıp baskı tarihini söylemesi! (Yıllar geçtikçe kitaplar ağırlıklarını kaybederler. En hafif kitap en eski kitaptır.)
Ergün Göze’nin ifadesiyle kitabın önemi, bilginin değeri ve okumanın ehemmiyeti Defter Baba’yı tanımakla tebellür edecek bir şey. Okumayı kendi çabalarıyla söken ve “Okumadığım kitap yok!“ diyebilecek kadar iddialı olan bu halk ârifi, O’nu tanıyanlarda müthiş bir kitap hobisi oluşturuyor. Takdir edersiniz ki bu kadar birikimi olan bu şahsiyetin kendine özgü felsefesi ve vizyonu da olması gerekir. Mesela, günlerden bir gün yazarlar sınıfından bir heyet O’nu sahaf dükkanında ziyarete gelirler. Defter Baba bu esnada raflarda dizili defterleri tek tek yerlerinden alıp sevip okşamakta, yüzüne gözüne sürüp tekrar yerlerine koymaktadır. Heyette bulunan Ergün Göze; “Üstad! Kitaplar dururken defterlere gösterdiğiniz bu tazim ve iltifatın sebebi nedir?” diye sorar. Aldığı cevap ilginçtir;
-En güzel kitaplar defterlerdir! Çünkü onların içinde hiç yanlış olmaz! Bu sözden sonra O’na “Defter Baba” lakabını takarlar. Yazarlar heyeti binlerce kitabın bulunduğu bu sahaf dükkanında bir yandan çaylarını yudumlarken diğer taraftan da gelişigüzel sorular sorarlar. Birisi,
-Efendim! Gördüğüm kadarıyla bu koca dükkanda yalnız çalışıyorsunuz, oğlunuz yok mu?
-Vardı! Okusun diye İstanbul’a gönderdim. Okudu, güya adam oldu! O gün bu gündür ziyaretime bile gelmedi… Yüksek mühendis olmasını çok istemiştim; o gitti alçak mühendis oldu!
Merhum Ergün Göze saatler süren Defter Baba sohbetinden sonra “O’nu derli toplu anlatsam ciltlere sığmayan bir kitap olur!“ diyerek konuşmasını tamamladı… Ben sanki muhayyel bir efsane kahramanının serüvenlerini dinler gibiydim. Rabia Hatun Şiirleri geldi aklıma; şiirleri olan ama kendisi var olmayan meçhul şair. Bilmem, bana öyle geldi!
Kütüphaneler asistanların âşiyanıdır. Hocalar çömez akademisyenleri öncelikle kütüphanelere yönlendirir ve araştırılmasını istedikleri konu tam manasıyla tekemmül edinceye kadar onların oradaki çalışmalarını denetlerler. Bana da öyle yaptılar. Tam altı ay İlahiyat Fakültesinin merkezi kütüphanesinden dışarı çıkamadım. Kendi çalışmalarımı yürütürken diğer taraftan da kütüphane prosedürünü öğreniyor ve bir kütüphane görevlisi gibi verilen işleri yapıyordum. Yeni kitapların kayıt işlemleri, etiketleme, tasnif vs… Kısa bir süre sonra 30 bin kitap mevcudu 40 bin’e çıktı. Gelen kitapların önemli bir kısmını bağışlar oluşturuyordu. Özellikle de vefat eden bir kişinin varisleri -kalabalık ortadan kalksın- diye merhumun kitaplarını fakülteye bağışlıyordu.
Bir gün 20 koli kadar havaleli bir kitap bağışı geldi. Eski İmam-Hatip hocalarından merhum Necati Doğramacı’nın kitaplarıydı bunlar. Talihsiz bir trafik kazası, bu büyük değeri alıp götürmüştü aramızdan, neyse. Kitapların bütün işlemlerini yapıp ilgili raflara yerleştirdik. Rahmetliyi tanırdım. İlminden dolayı O’nu hem sayar hem de O’ndan çekinirdim. Merhumun bir yaşam boyu masraf ve büyük zahmetlerle biriktirdiği, gözünden gözüne vermediği kitapları şimdi burada, karşımda duruyordu. Çok ilginç! Kitaplar kırtasiye malzemeleriyle değil de bizim basma veya pazen dediğimiz bezlerle ciltlenmişti. Teker teker kitapları elime alıp hızla dallıyor, belki rahmetliyle ilgili bir el yazısı, bir küçük not, bir hatıra bulabilmeyi umuyordum. Tam aklımdan bunları geçirirken elimde tuttuğum kitabın arasından bir tutam kâğıt dökülüverdi. Bunlar aceleyle çalakalem yazılmış yaklaşık 10 sahifelik el yazması notlardan oluşuyordu. Sayfalarını düzenleyerek masaya oturdum. İlk sayfa “Defter Baba’dan İnciler“ başlığını taşıyordu!... Evet! Şimdi bu notlara birlikte göz gezdirelim isterseniz.
Defter Baba’dan İnciler!
Soru: Tasavvufu meslek edinen milyonlarca insan var. Ancak hallerine bakılırsa Allah’a vasıl olan yok denecek kadar az. Niçin böyle oluyor?
İnsanlar dünya hayatında arayış ve çırpınışlar içindedir. Tüm çabalar bir şey bulmak içindir. Halbuki fani dünyada hiçbir şey mutlak değil bilakis seraptır. Herkes bir seraba doğru koşmaktadır. Serap mahalline ulaştığında ise orada hiçbir şey olmadığını görür. Ne yazık ki bu acı kavrayış, hayatın bittiği zaman dilimiyle kesişir. İşte bu fani seraplar dünyasında insanlar yine de teselli bulup bel bağlayacakları bir şeyler buluyorlar. Seraplara bağlanınca da Allah’ı bulma yolları kapanıyor.
Soru: Veli zatların ve dindar erkeklerin eşlerinin genellikle edebe aykırı davranışları olduklarına dair yaygın bir kanı vardır. Yani mütedeyyin kişiler bir manada çile çekerler. Halbuki aksinin olması beklenmez mi?
Hz. Nuh ve Hz. Lût’un eşleri geldi aklıma! Rasûlullah (sav) buyurmuş ki: “Kadınlar akıllıya galip, cahile mağlup olurlar.” Yani kadınlar ârif olan kimselere galiptir. Cahile ise kadın mağluptur. Çünkü cahiller haşin tabiatlı olurlar. Cahilin lütfu ve merhameti azdır. Onların hayvani yani nefsani yanları akıllarından üstündür. Sevgi ve merhamet insanlığın, hiddet ve şehvet ise hayvanlığın, nefs-i emmarenin vasıflarıdır. Mevlana’nın bu açıklaması çok hoşuma gider.
Soru: Sizin matematikle ilgilendiğinizi de duyduk. Mesela, bana sayılar sanki sonsuzmuş gibi gelir. Sizce de öyle midir?
Matematiksel sonsuz diye bir şey yoktur! 1, 2, 3, … diye devam eden sayıların sonuna N+1 koyarak bir sonsuzluk oluşturamazsınız. Ama sayıların sonunun belirsiz olduğunu, sayı dizilerinin sonunu getiremediğimizi söyleyebiliriz. Aritmetiksel sonsuz diye bir şey olamaz; çünkü bir tane sonsuz vardır, o da ancak metafiziksel sonsuzdur! Allah, El Muhsî olduğu için sayılar sonludur. O herşeyin sayısını bilir. Rene Guenon da öyle söylüyor değil mi? “Metafiziksel sonsuz dışında hiçbir şeye sonsuz denilemez; böyle bir iddia anlamsızdır.”
Soru: Teaddüd-ü zevcât konusunda ne düşünüyorsunuz? Malum, zamanımızda bu ruhsattan yararlanmak isteyen bazı kişiler var. O bakımdan soruyorum.
Bizim çevrede Recep Ağa derler, altmışlık bir adam vardı. Gidip avcılık ruhsatı almış! Çakaralmaz bir tüfeği var garibin. Bir patlıyor bir tutukluk yapıyor. İğnesi kırılmış, horozu düşmüş bir karabina. Bir defa herşeyden önce avcının iyi bir tüfeği olması lazım. Sonra bizim buralar kıraçtır ne avlayacaksın ki! Ayrıca av, mevsimine göre yapılır. Ruhsatın bir işe yaraması için tüfek lazım, kurşun lazım, av lazım, mevsim lazım. Av sezonunu iyi bilmek lazım. Bıldırcın yerine serçe vurmaya kalkacaksın bu yaşta! Parmak kadar et için bu kadar rezilliğe değmez değil mi? Adama gülerler! Yahu sen ne sormuştun ki! Unuttum gitti!
Soru: Müslümanların İslami konularda birbirleriyle tartışmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
İmam-ı Azam’ın hocası Hammad, kendi oğlunu te’dip ediyormuş. Demiş ki: “Bir daha senin hiçbir Müslüman’la fikir münazarasına girerek cedel yaptığını görmeyeceğim!“ Oğlu da cevaben: “Ama baba sen de insanlarla cedel yapıyorsun!“ demiş. Bunun üzerine Hammad: “Oğlum ben insanların imanını kurtarmak için cedel yapıyorum. Sen ise imanlarını kaybedip helak olmaları için ama farkında değilsin ki!” diye cevap vermiş. Şimdi ben de diyorum ki, tartışmak tartı kökünden geliyor. Tartışan her Müslüman terazinin hangi kefesinde olduğunu bilecek. Kimileri Hammad’ın kefesindedir, kimileri de oğlunun!
Soru: Ruh nedir?
İnsanoğluna bu mevzuda pek az bilgi verilmiş ya! O bakımdan konuşuyorum: Tüccar Halep’ten deveye mallarını yüklemiş, düşmüş yola. Arabistan Çölü’nün tam ortasında deve uzanmış kızgın kumlara, daha da kalkmamış. Tüccar devenin sağına geçmiş, soluna geçmiş, ı-ıh! Devede kıpırtı yok! Ayağını kaldırmış, toynaklarına masaj yapmış; hayvanda hayattan eser yok. Fiziksel olarak bakıldığında herşey normal görünüyor ama can yok! Tüccar kendi kendine söylenmiş; “Bir ton deve burada, bir ton yük de burada! İyi de yükü ve deveyi buraya getiren nerde?“ Fizik bedenimiz Mendel Tablosu’ndaki elementlerden oluşuyor. Bizim varlık olarak algılayabildiğimiz yalnızca bu tabloda yer alan elementler. Vücudumuzun içine ve beynimize bir araştırma ekibi gönderebilmemiz mümkün olsaydı, onlar da her organı en ücra hücresine kadar didik didik arasaydı sonuç olarak; “İçeride hiç kimse yok!” diyeceklerdi. Çünkü o cevher, Mendel Tablosu’ndaki elementler kategorisine girmiyor. Rabbimiz: “Min emri Rabbî“ diyor. Emir, iş demektir. “O, benim işim.” diyor. Ruh Allah’ın işidir. Kullar kendi işlerini algılarlar, melekler kendi işlerini bilirler. Allah’ın işine ise hiçbir varlık tam anlamıyla akıl erdiremez.
Soru: Muhterem eşinize bu çevrede “Mübarek Anne” diye hitap ediyorlar. Kiminle konuşsak O’nun keramet ve harikalarından bahsediyor. Böylesine asil ve takva bir eşe sahip olmak nasıl bir devlettir? Bunu sizin ağzınızdan duymak isterdik doğrusu.
Bugünlerde bize Defter Baba diyorlar ya! Dur sana şu Defter Baba’yı anlatayım: Şimdi bizi böyle sakallı, mest lastikli görüyorsun ama bir zamanlar bu çevrenin en bıçkını bendim. Bana Orkinoz derlerdi. Bıyık yağımın parıltısı elli metreden belli olurdu. Sadece Konya’da olmaz ya! Biz de oturak âlemi yapardık. Bendeniz Orkinoz da oturak âlemlerinin padişahı idim. Yağlıkçının kızını yalnız ben getirirdim, zilleri yalnız benim için takardı. Öylesine bir zamparaydım. Yağlıkçının kızı bizim havalinin çingene dansözü. Evet! Mahallemizin büyüklerinden evliya İsmet Efendi hem mektepten hocamdı hem de komşumuz. İsmet Hoca’nın evliya olduğu hem şehadeten hem de tevatüren sabitti. O’nu uzaktan görünce ya kaçışırdık ya da toparlanır terbiyeli maymuna dönerdik. İsmet Efendi’yle bir gün sokağın eğri köşesinde gayri ihtiyari olarak yüz yüze geldik. Kaçamadım bu sefer. Titreyerek ellerine uzanabildim ancak. O, benim müptezel olduğumu biliyor ya! Şimdi beni mahcup edecek diye içimden habire alıp veriyorum. Ama o tebessüm ederek “Ulan orkinoz! Oğlum yine papaz uçuruyormuşsunuz, bize haber vermek yok mu? Burada hocamız da varmış demek yok mu? Hocalık hakkı bu kadar çabuk unutulur mu?” demez mi! Hem şaştım hem afalladım! Utancımdan yerin dibine girdim. Baktım O, karşımda sakalını sıvazlayıp tatlı tatlı gülüyor. Sonra “Yahu evladım, biz de insanız, ilk âlemde beni de çağır, bizim canımız, bizim nefsimiz yok mu?!“ diye de ekledi. “Aman hocam, yok öyle şey! Estağfirullah!” dedimse de O hiç tınmadı. Çenemden tutup okşadı; “Oğlum orkinoz! Haberim var, bu akşam aşağı bağda imişsiniz. Yağlıkçının kızı da geliyormuş. Ama biliyorsun biz yaşlıyız, içemem ben. Sen bana bir semaver kurduruver, akşam sayenizde ben de bir keyif çatayım!“ İsmet Hoca bunu söyledi gitti, ben orada düdük gibi kalakaldım. Neylersin, ne halt edersin! Çare yok! Gerçekten o akşam bizim âlemimiz var, hem de aşağı bağda. Nerden haber aldıysa! Bir düşünüyorum; bizim İsmet Efendi cübbesi sarığı ile, sonra bizim yağlıkçının kızı parmaklarında ziller… Sübhanallah! Aklımı oynatacağım yahu, olacak iş değil! Neyse efendim, o akşam ben her ihtimale karşı bağda bir de semaver kurdurdum, arkadaşlara da vaziyeti anlattım. He, tamam filan dediler ama canlarının sıkıldığı belliydi. Biraz sonra bir de baktık İsmet Efendi cübbesini sallaya sallaya geldi. Semaverin başına çöktü. Oyun meydanına sırtını döndü, bizi selamlayıp oturdu. Efendim, biraz sonra yağlıkçının kızı geldi. Bağlamacılar tıngırdattılar o da zilleri taktı şangırdattı. Bizim kadehler havada döndü, saatler birbirini kovaladı, dansözümüz yoruldu. Bu esnada İsmet Efendi’nin sesini duyduk; “Kızım işin bitti mi?“ O da şaşkın şaşkın cevap verdi: “Bitti hocaefendi!” “İyi öyleyse giyin de gel!...” dedi. Hoş, o zamanın çengileri bugün sokakta gezenlerden daha açık değildi ya neyse! Çingene kızı üzerine bir şal aldı, gelip oturdu. İsmet Efendi döndü, terden sırılsıklam olmuş çengiye sordu: “Kızım bak ter içinde kalmışsın, çok yoruldun değil mi?“, “Hem de nasıl! Çok yoruldum hocaefendi!“, “Kızım bu efendiler sana bu zahmetin için kaç para verecekler?”, “Yirmi lira efendim!”, “Peki kızım! Allah mı cömert bu efendiler mi cömert?”, “Tabi Allah cömert hocaefendi, o nasıl söz!“, “Pekâlâ yavrum! Allah yolunda bu kadar terlesen o sana yirmi lira vermez mi?“ demesiyle bizim yağlıkçının kızına bir hâl oldu. İsmet Hoca’nın eline yapıştı. Duygusuz çingene kızı hıçkırıklara boğuldu. Bana bir hâl oldu, hepimize bir hâl oldu. Dünya başımıza yıkıldı sandık. İşte o gece Zibidi Orkinoz ve dansöz Yağlıkçı’nın kızı bir daha gelmemek üzere tarihin karanlıklarına gömüldüler. İsmet Efendi hemen oracıkta bize nikah kıydı. O usta el, bir müptezel sarhoşu ve bir çingene dansözü, Defter Baba ve Mübarek Anne olarak yeniden inşa etti…
Defter Baba Kim?
El yazması notlar, sonradan hidayete eren Leninist bir Milli Eğitim Müdürü’nün anısıyla nihayet buluyor. Dinleyelim: “Defter Baba bir iş vesilesiyle Milli Eğitim Müdürlüğü’ne gelmişti. Ben ve muavinlerim yuvarlak masada oturmuş, kahve içip sohbet ediyorduk. Milli Şef dönemi. Kurum o zamanki şartlar gereğince sosyalist personelle dolu. Müdür olarak ben de yardımcılarım da Bolşevikiz. O gün, önümüzdeki Lenin taraftarı bir dergiyi okuyup fikir teatisi yapıyorduk. Derginin üst kapağında kocaman bir Lenin resmi vardı. Defter Baba içeri girince hepimiz O’nu tanıdık. Çünkü O’nun sahaf dükkanı bütün kültürlü insanların uğrak yeriydi. O’nu görünce hemen ayağa kalktım ve alaycı bir tavırla “Beybaba!“ dedim. “Bana Allah’ı göster, ben de memurlara söyleyeyim seni hiç bekletmeden ne işin varsa hemen yapsınlar!“ Defter Baba hiç duraksamadan masanın üzerindeki dergiyi hışımla kaptı ve Lenin resmini ayağının altına alıp bir güzel ezip parçaladıktan sonra bana dönerek; “Sana Allah’ı gösteremem, fakat senin taptığın ilahı böyle böcek gibi çiğneyip paçavraya çevirebilirim!“ diye cevap verdi… Hareketleri o kadar spontane, sözleri o kadar içtenlikli ve intikali o kadar süratliydi ki tek kelimeyle muhteşemdi! Devam eden günlerde kendimi O’nun yörüngesinde buldum. İyi de etmişim. Allah acımış bana…”
El yazması notların diğer sayfalarına su döküldüğünden olacak, sabit kalem iyice dağılarak yazıları okunmaz hâle getirmiş. Rabia Hatun şiirlerini düşündüm tekrar. O güzel şiirlerin Rabia Hatun adında bir şairi hiçbir zaman olmamıştı. Defter Baba öyle mi? Bu el yazması notlardan sonra O’nun varlığından hiç şüphem kalmadı. Heyhat! O’nun hakkında çok daha fazla bilgi günümüze ulaşabilirdi. Kıymetlerimizi heba ediyoruz. Biliyor musunuz? Çiçekçi tezgahındaki nâdide ve pahalı orkideleri yiyen eşek gibiyiz… Vesselam.