Yeni Dünya Projeksiyonunda Türkiye Vizyonu

Yaşlı dünyamızda yeni bir düzen kurulmakta olduğundan sanırım kimsenin kuşkusu yoktur. Tamamlanması ancak uzun zamanlara tekabül edebilecek bir süreçte mümkün gözüken köklü değişim, dönüşüm ve transformasyon hareketlerinin, çok daha kısa zaman dilimlerinde gerçekleşiyor olması, başta sosyologlar olmak üzere özellikle sosyal sahada beyin yoran bilim adamlarının kafa konforlarını iyiden iyiye bozmuşa benziyor.

Klişe parametrelerle izah edilemeyen söz konusu gelişmeler alışıla gelmiş kalıplarla açıklanamadığı için, yaşanılan olayların neden ve sonuçları hakkında da sağlıklı analiz ve değerlendirmeler yapılamamaktadır. Adeta görünmeyen “gizli bir el” tarihin doğal seyrine müdahele ederek akışı hızlandırmış ve dünyamızı özel bir istikamete yönlendirmiş gözükmektedir.

“Arap baharı” denilen devrim hareketleri; uzun yıllar ülkelerini istibdatla yöneten otokratik rejimleri alaşağı ederken, zulüm ile âbâd olmaya çalışan despot ve tiranları nasıl berbat bir akıbetin beklediğini ortaya çıkartan ibret-i âlem tezahürler olmuşlardır.

Öte yandan senkronize olarak, Avrupa Birliği Ülkeleri ve Amerika Birleşik Devletlerinde baş gösteren ekonomik ve mali kriz; toplumları sosyal patlamaların eşiğine getirmiş, bu gelişmelerin bir yansıması olarak da dünya üzerindeki güç dengeleri değişikliklere uğramaya başlamıştır.

ABD’ye bakalım: Kredi notları düşürülmüş bir ülke konumundadır ve ekonomisi artık güven vermemektedir. 14 trilyon dolar borcu vardır ve günlük faizi 4 milyar dolar civarındadır. Savunma harcamalarını ister istemez kısmak durumunda kalacaktır. Emperyal emellerini realize etmesi artık eskisi kadar kolay değildir. Dünya, ABD hegemonyasından kurtulmaya başlamıştır. Kendisi şu sıralar; “Irak ve Afganistan’dan onurlu bir vaziyette nasıl çekilebilirim?” hesaplarını yapmakla meşguldür.

Askeri seçenek dışında bir çıkış yolu pek gözükmemektedir. Bu ise intihardan farksızdır. Tam bir kısır döngü. Görüyor musunuz “İlahî bumerang kanunu” nasıl işliyor? “Kim tuzak kurmuşsa kendine kurmuştur.” Kur’anî ilkesinin dünya arenasında nasıl sahnelendiğini bütün dünya canlı yayın olarak izlemektedir.

Benzer bir durum hatta daha kötüsü Avrupa için de geçerlidir: Yunanistan’ın, Portekiz’in, İspanya’nın borçları ödenemez duruma gelmiştir. İflasın eşiğindedirler. Sırada İtalya ve İngiltere vardır. Görebiliyor musunuz, yüz yıl önce bize “hasta adam” diyen ülkeler nasıl da ardı ardına “hasta adamlar” hâline gelmektedirler?

DEĞERLER KRİZİ

Küresel ekonomik krizi, yalnızca finansal bir kriz olarak algılamak yanıltıcı olacaktır. Yaşanılanların temelinde yatan esas belirleyici dinamik; “değerler krizi”dir.

Batının saplanıp kaldığı bu açmazın arka planında, insanı madde olarak algılayıp ruhunu göz ardı eden bir anlayış yatmaktadır. Materyalizm ve pozitivizmin kıskacındaki Batı, maalesef bu bataklığa saplanmış, debelenip durmaktadır. Nüfus artmamakta hatta negatife geçmektedir. Üstelik her geçen gün yaşlanmakta dolayısıyla toplum, genç kuşak olmayınca dinamizmini yitirmektedir. Suç oranları, cinsel sapkınlıklar, intiharlar limitleri zorlamaktadır. İstatistiklere göre Batı’da doğan çocukların %30’dan fazlası gayrimeşru ilişki sonucudur. Homoseksüel ve lezbiyen evlilikler yasal güvence altına alınmıştır.

Bilim, teknoloji, ekonomi, para anlamında zirvelerde dolaşırken; kültür, sanat, sosyal ve moral değerler, ahlak, metafizik, inanç, mutluluk, huzur vb. alanlarda çok gerilerde yer alabilirsiniz. Bu değerler, toplumdan topluma farklı olarak da algılanıp değerlendirilebilir. Ancak, değişmeyen sonuç şudur ki; Batı, mutluluk ve huzuru yitirmiştir. Onları ayakta tutan paradır. O da ellerinden çekilip alınacak olsa, uygarlık ve insanlık dedikleri şeyin uçup gittiği görülecektir. Nitekim tarihin kaydettiği en kanlı ve vahşi hesaplaşma, kendi aralarında iki defa “dünya savaşları” olarak yaşanmış ve yüz milyondan fazla insanın hayatına mal olmuştur.

BATI BATARKEN…

Ne kadar ilginçtir;  krizin bütün dünyayı kasıp kavurduğu bir iklimde bir ülkenin yıldızı parlamaktadır. Daha önceleri; kabuğunu kıramamış ürkek, çekingen, lokal etkilere sahip olan bir ülke; “bölgesel bir güç”, “küresel bir aktör” hâline geliyor. O ülke Türkiye.

İşin aslına bakılırsa, yazımızın başında ifade ettiğimiz köklü değişim, dönüşüm ve transformasyon; küresel ekonomik kriz ve Arap baharı ile birlikte eş zamanlı olarak Türkiye’de de yaşanmaya başlamıştır. Ancak ülkemizdeki yansıması, sair ülkelerde olduğu gibi kriz boyutunda değil de daha az sancılı ve suhuletle cereyan etmektedir.

Ülkemizde gerçekleşmekte olan köklü yapısal reformların temelinde esas itibarıyla “vesayetçi” bir yapının kırılmakta olması yatmaktadır.

Günümüz dünyasında ülkelerin gücü ve etkinliği, ekonomik büyüklükleriyle ölçülür hâle gelmiştir. Mevcut donelerden hareketle gelecek hakkında projeksiyonlar yapan ekonomi fütüristleri, Türkiye’yi geleceğin favori birkaç ülkesinden biri olarak lanse etmektedirler. Küreselleşen dünyamızda bir ülkeyi diğer ülkelerden izole etmek mümkün değildir. Son yıllarda dünyamızı derinden etkileyen “global kriz” bazı ülkeler için yıkıcı etkilere neden olurken paradoksal biçimde bazı ülkeler için “fırsat” faktörü olabilmektedir. Çin, Hindistan, Brezilya, Rusya, Meksika, Endonezya ve Türkiye gibi ülkeler, tarihin ilginç bir cilvesi olarak krizin fırsat çıkardığı ülkeler olarak ön plana çıkmaktadırlar. Konunun uzmanları, değişen parametreler ışığında dünyada ekonomik anlamda bir “eksen kayması”ndan söz etmektedirler. Günümüz itibarıyla dünyanın 16. büyük ekonomisi olan ülkemiz, yıldızı parlayan ülkelerden biri olarak “yaşam kalitesi göstergeleri” ve “ekonomi skalasında” yükselen bir trend izlemektedir. Türkiye küresel bir aktör ve güç olarak kendinden sıkça söz edilen, gündem belirleyen bir ülke konumuna yükselmiştir.

Avrupa Birliğine katılım sürecinin açtığı yoldan ilerlenerek, son yıllarda ciddi yapısal reformlar gerçekleştirilmiştir. Ekonomik, sosyal, siyasal… Hemen her alanda yaşanan transformasyon, yeni, demokratik bir Anayasa ihtiyacını da zorunluluk hâline getirmiştir. Nitekim Türkiye Büyük Millet Meclisinin de bu doğrultuda hazırlık çalışmalarına başladığına tanık olmaktayız. Önümüzdeki günlerin en önemli gündem maddesini kuşkusuz Yeni Anayasa çalışmaları oluşturacaktır. Somut, nihai metne ulaşmadan önce; görüş sahibi olabilecek tüm toplum katmanlarının fikirlerini değişik platformlarda dile getirebileceği, geniş katılımlı beyin fırtınalarına ihtiyacın, önemli bir zaruret olduğunu düşünüyoruz.

Her şeyden önce yeni Anayasa, çocuklarımızın bilhassa temel hak ve özgürlükler noktasında kendilerini güvende hissedebileceği bir ortam sağlamalıdır. Kişi yaşadığı ülkede her bakımdan kendini güvende hissetmeli, gelecek endişesi taşımamalıdır. Özgürlükler ve güvence yalnızca bireysel bazda değil kurumsal düzeyde de geçerli olmalıdır. Kişi, kurum ve kuruluşlar, yönetsel ya da siyasal yapı değişiklikleri söz konusu olduğunda gelecek kaygısı duymamalıdır. Öyle mekanizmalar getirilmelidir ki despotik eğilimler asla kendilerine hayat imkanı bulamamalıdır. Toplum içerisinde herkesten farklı düşünen bir kişi dahi bulunsa, o kişi kendisinde en ufak bir korku duymamalıdır. Farklı inanç, düşünce ve kimlik sahipleri kendilerini tam anlamıyla güvende hissedebilmelidir.

Şiddet içermeyen her fikrin serbestçe tartışılabildiği, devletin ancak insan için var olduğu, milli irade üzerinde hiçbir vesayetin bulunmadığı, yargı erkinin gerçek anlamda bağımsız ve tarafsızlığının korunduğu, evrensel ilkelere dayalı, özgürlükçü, eşitlikçi, demokratik bir Anayasa temel özlem ve beklentimizdir.

“İnsan haklarına saygı”, “sosyal devlet”, “hukuk devleti” gibi evrensel ilkelerin sağlıklı bir şekilde uygulanabilir olmasının en birincil koşulu, toplumsal ve yönetsel hayatta barış, huzur ve güven ortamının tesis edilebilmiş olmasıdır.

Halkımız, her zaman hizmetlerin en iyisine layıktır. “İyi”nin rakibi “daha iyi” daha iyinin rakibi ise “en iyi”dir. Ülke olarak hedefimiz, gelecek on yılda dünyanın gelişmiş ilk on ülkesi arasına girebilmektir. Bu idealin gerçekleşebilmesi ancak güvenlik problemlerinin aşılmış, sosyal barışın temin adilmiş olmasıyla mümkündür. Bu hedefin tutturulması önünde hiçbir engelin olmadığını düşünmekteyiz.

Sıradan bir topluluğu “ulus” kıvamına yükselten temel faktör, kültür değerleridir. Kimlik bilinci, aidiyet duygusu gibi erdemlerin kazanılmasına yol açan inanış, kabulleniş, düşünüş ve yaşama biçimleri; kültürü oluşturan ana unsurlardır.

Çeşitli renk, desen ve değerler; genel tabloyu oluşturan küçük kareler gibidirler. Kökleri yerelden beslenen, dal ve yaprakları ise evrenseli soluklayan bir kültürel anlayış; ayrışma, farklılaşma ya da yozlaşma gibi kültürel patolojileri değil “uygarlaşma düzeyi” gibi bir ufku yakalamamıza katkılar sağlayacaktır.

Eğitim sistemimiz nicel olarak son yıllarda önemli gelişmeler kaydetmiştir. Ne var ki kalite anlamında aynı oranda bir ilerlemeden bahsetmemiz mümkün gözükmemektedir. Alt yapı yatırımları, okullaşma, araç-teçhizat anlamında sorunlar büyük ölçüde halledilmiş gözükmektedir. Ancak kalite ve verimlilik anlamında aynı şeyleri maalesef söyleyemiyoruz. Avrupa’nın en genç nüfusuna sahip ülkesiyiz. Gençlerimizi donanımlı yetiştirmek istiyorsak eğitim sistemimizi ezberci bir anlayıştan arındırıp, analitik düşünceye odaklı yapılandırmamız gerekmektedir. Çocuklarımızın sınavlara hazırlanmasına yönelik bir eğitim anlayışı, özgür düşünebilme ve değerlendirebilme yeteneklerinin yok olmasına neden olmaktadır.

Benzer problemler üniversitelerimiz için de geçerlidir. Üniversitelerimiz maalesef Dünya Üniversiteleri ile karşılaştırıldığında, bilim ürütme ve araştırma yapabilme kapasitesi yönünden uluslararası rekabet edebilecek düzeyde değildirler. Bu olumsuzluklardan bahsediyor olmak ümitsizlik ifade etmek için değil, fotoğrafı ortaya koymak bakımındandır. Bugün artık her ilimizde en az bir üniversite mevcuttur. Bundan sonraki adımlar, düzeyi ve kaliteyi yükseltmek yönünde olmalıdır.

Büyük başarılara imza atmanın birincil koşulu büyük düşünebilmektir. Büyük düşünebilmek için ise çok üstün zekalı veya derin entelektüel birikime sahip olmanız gerekmez. Ancak sizi hedefe kilitleyecek biçimde düşünme ve davranma melekesi elde etmiş olmanız icap eder.

Ülke olarak, uluslararası arenada güçlü bir aktör olarak yer almak istiyorsak, geniş bir perspektif ve vizyonla stratejiler geliştirmek zorundayız. Küreselleşen dünyamızda bu hedefe ulaşabilmek için yerel aktörlerin de ihmal edilmemesi gerekir. Çünkü büyük resim küçük resimlerin birleşmesinden meydana gelir.

Söz konusu vizyonun gerçekleşmesinin önünde hiçbir engelin olmadığını düşünüyorum. Yeter ki küçük hesaplar peşinde olunmasın. Birlik beraberlik içinde Türkiye’nin topyekûn kalkınmasında etkili olabilecek tüm aktörleri bir araya getirecek bir sinerji oluşturma gayreti içerisinde olmak asgari şarttır. Ülkemizde bu dinamizmin fazlasıyla var olduğunu ifade etmek isterim.

İnsanımızın kıvrak, pratik zekası ve inancının ülkemizin tüm potansiyelini harekete geçireceğine, tüm engelleri aşarak sorunları çözeceğine yürekten inanıyorum.

Fukuyama’nın “Tarihin Sonu” adlı kitabında savunduğu tezlere paralel olarak hemen herkesin ittifak ettiği husus, “tarihsel bir kırılma” döneminden geçtiğimiz olgusudur.

Bu yeni dönem,  İslam ve Türk dünyasının yükseliş ve hakimiyet çağı olacaktır. Gerek bilimsel projeksiyonlar, gerekse gelecekten haber veren kutsî beyanlar ışığındaki İslamî perspektif bu tespiti teyid ve tasdik etmektedir. Dünyamız, Türkiye önderliğinde İslam dünyasının inkişaf edeceği kutlu bir zaman dilimine geçiş yapmak üzeredir. İnanıyoruz ki bu misyonu Allah (cc) bizlere yüklemiştir. Uygarlık yarışında bayrak tekrar bu aziz milletin eline geçecektir. Allah bu milleti sevmektedir ve sözkonusu bu misyon için hazırlamaktadır.

Nitekim bu hususu Bediüzzaman Hazretleri bir ayet-i kerimeyi delil göstererek şu şekilde ifade etmektedir: “Allahu Zülcelâl Hazretleri, Kur’an-ı Kerim’inde: ‘Öyle bir kavim getireceğim ki onlar Allah’ı severler, Allah da onları sever.’ buyurmuştur. Ben bu beyan-ı ilâhî karşısında düşündüm. Bu kavmin bin yıldan beri âlem-i İslâm’ın bayraktarlığını yapan Türk milleti olduğunu anladım. Bu kahraman millete hizmet yerine ve 450 milyon hakiki Müslüman kardeş bedeline birkaç akılsız kavmiyetçi kimselerin peşinden gitmem.”

Eyyamullah  (Allah'ın Günleri)

Kur’anî terminolojide “Eyyamullah (Allah’ın Günleri)” adı verilen bir kavram vardır. Naçizane benim bu ifadeden anladığım; ‘Allahu Teala’nın bazı özel zamanlarda sebepler zincirinin maverasında müdahale ve tecellilerinin bulunması’ şeklindedir. Söz konusu tecelliler; öngörülen zemin ve ortamın hazırlanması adına kısa zamanda sonuç getirici cezalandırmalar, müdahaleler, rol ve aktör değişiklikleri biçiminde tezahür edebilir. Nihai hedef, Allah’ın muradının yerine gelmesidir. Nitekim Eyyamullah terimi lügavi olarak da şu şekilde izah edilmektedir: “Eyyâm; günler anlamına gelir. Zaman anlamı yanında, güçlülük, sözü geçerlilik anlamı da vardır. Bu kavram Kur’an-ı Kerim’de iki yerde geçer. Her iki ayette de, Allah’ın geçmişte ya da gelecekte toplumları cezalandırdığı günler için kullanılır ve bunların hatırlanması ve hatırlatılması istenir. Bu ayetlerin mealleri şöyledir: “Andolsun ki Musa’yı da ‘Kavmini karanlıklardan aydınlığa çıkar ve onlara eyyâmullah’ı (Allah’ın geçmiş kavimlerin başına getirdiği felâket günlerini) hatırlat.’ diye mucizelerimizle gönderdik. Şüphesiz ki bunda, çok sabırlı, çok şükreden herkes için ibretler vardır.” (İbrâhim, 14/5) “İman edenlere söyle: Allahın günlerinin -eyyâmullah’ın- geleceğini beklemeyenleri bağışlasınlar. O günler, Allah’ın her toplumu, yaptığına göre cezalandırması içindir.” (Câsiye, 45/14)

Yazının başında vurguladığım; bilim adamlarının kafa konforlarının bozulma nedeninin işte sözünü ettiğimiz bu ‘Eyyamullah’ hakikati olduğunu düşünüyorum. Yaşanılanları sağlıklı değerlendiremeyiş ve analiz edemeyişlerinin altında yatan gerçeğin de yine bu husus olduğuna inanıyorum.

Allah (cc), sömürü düzeniyle çarklarını döndüren ülkeleri bertaraf ederek, adil ve merhametli kadrolara zemin hazırlamaktadır. Bu yeni dönem öylesi güzellik ve sürprizlere gebedir ki ilk etapta cezalandırılanlar için dahi ileriki aşamalarda rahmet esintisinin kendilerini kapladığı bir iklim olacaktır.

Yüce Allah’tan en büyük dileğimiz; bizleri, o güzel günlerin edilgen, pasif, etkisiz, dolgu malzemesi olan figürlerinden değil, Hakk’ın rızasına odaklanmış ve kilitlenmiş aktörlerinden kılmasıdır.