Teknolojik gelişmeler büyük bir hızla arttı. İki yüz yıldır da İslam topraklarında değil, Batı’nın elinde. Bu durumu bazı art niyetliler maalesef İslam’a bağlama gibi bir gaflet içindeler. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bilgi ve bilgelik inananların yitirilmiş değerleri olarak görülür. O yüzden de bilginin, teknolojinin vatanı olmaz diye düşünülür. Bilgi de ve bilginin bir sonucu olan teknoloji de bir yolcu gibidir, bütün dünyayı dolaşır, kendisine nerede büyük ilgi gösterilirse orada daha uzun süreli kalır diyebiliriz. İlk olarak Müslümanlara baktığımız zaman Abbasiler ve Emeviler döneminde eski Yunan kültürüne soğuk bakmamışlar. Şam’da kurulan “hikmet evinde” yine Abbasi ve Emevi halifelerinin destekleriyle eski Yunan’ın bütün birikimi Arapçaya tercüme edilmiş. Eski Yunan da aslında Yunan kültürünün bir ürünü değil, onlar da kendinden önce Mısır ve Mezopotamya kültürünün birikiminin üzerine kendi çalışmalarını eklemişler. Dolayısıyla İslam’da prensipler belirlidir, ana çerçeve çizilmiştir, o çerçeve içinde bilgiden yararlanılır, bilginin vatanı yok diye kabul edilir. Eski dönemde de ilk Müslümanlar böyle baktıkları için Yunan düşünce birikiminin, Yunan felsefesinin öncüleri olan Aristo’nun, Eflatun’un eserlerini çevirmekte tereddüt etmemişler. Ancak o çevirilerde onlar o birikimi kendi değerleri ışığında içselleştirmişler…
Esasında Osmanlılar bilgiye önem verirlerdi. Anadolu’ya Türkistan kültürüyle geliyorlar ama o yeni keşfettikleri medeniyeti inkâr etmeden içselleştiriyorlar. O medeniyetin üzerine yeni ve güçlü bir medeniyet bina ediyorlar… Değil mi?
Evet, Osmanlılar da Orta Asya’dan çıkıp Avrupa’nın içlerine kadar gitmişler. Bu büyük ve uzun yolculuklarında Orta Asya’daki İslam birikimini, Selçuklular dönemini, Abbasilerin tecrübelerini, Emevilerin tecrübelerini kendi kültürleri içinde, kendi dünyaları içinde içselleştirerek, yeniden üreterek 600 sene ayakta kalan bir devletin kurucusu olmuşlar. Bugünkü Türkiye de o 600 senelik birikimin üzerine inşa edilmiştir.
Mağluplar Galipleri Taklit Ederler
Hocam gerçi bir redd-i miras oldu ama…
İbni Haldun’un çok alıntılanan bir sözü vardır, diyor ki: “mağluplar galipleri taklit ederler.” Tanzimat’tan sonra, Batı karşısında üstünlüklerini yitirdiklerini görünce ilk akıllarına gelen ya da ilk yaptıkları, Batı medeniyetinin değerlerini olduğu gibi alarak kendi değerlerini bütünüyle reddetmişler. Batının ordularını, kıyafetlerini taklit etmişler. Bu taklit süreci Cumhuriyet döneminde doruk noktasına çıkmış. Cumhuriyetin ilk yıllarında Osmanlı’dan iz taşıyan ne varsa hepsi reddedilmiş. Kıyafetten yazıya, ticaret kanunundan medeni kanuna kadar da bütün kanunlar Batı’dan adapte edilmiş. İbni Haldun “mağluplar galipleri taklit ederler.” der, bunu vurgular, arkasından da der ki: “Bunu toplumun bütününe kabul ettirmek mümkün değildir. Bir süre sonra toplumun çoğunluğu bu taklide karşı çıkar. Ayrıca da hiçbir taklit aslının yerini tutmaz, dolayısıyla da bir medeniyetin değerleri başka bir medeniyete taklit ederek aktarılmaz.” Gerçekten Türkiye’de Cumhuriyetin ilk yıllarında çok aşırı noktalara götürülen, kendi değerlerinden vazgeçip bütünüyle Batı değerlerini alma politikaları 50’li yıllardan sonra değişmeye başlamıştır.
“Bunu toplumun bütününe kabul ettirmek mümkün değildir. Bir süre sonra toplumun çoğunluğu bu taklide karşı çıkar. Ayrıca da hiçbir taklit aslının yerini tutmaz, dolayısıyla da bir medeniyetin değerleri başka bir medeniyete taklit ederek aktarılmaz.” Gerçekten Türkiye’de Cumhuriyetin ilk yıllarında çok aşırı noktalara götürülen, kendi değerlerinden vazgeçip bütünüyle Batı değerlerini alma politikaları 50’li yıllardan sonra değişmeye başlamıştır. Seksenli yıllardan sonra çok daha köklü dönüşümler yaşanmış ve şu anda da artık Türkiye’de hemen hemen bütün kesimlerin kabul ettiği gibi Batı’dan yararlanmaya kimsenin itirazı yok ama hiç kimse de Batı’nın değerlerini, Batı’nın seküler kültürünü bütünüyle aktarma peşinde değil...
Çünkü önemli olan Türkiye’nin üretim gücünü büyütmektir, üretim gücünü büyütmek için de Batı’nın seküler değerlerini benimsemek gerekmez. Nasıl ki ilk Müslümanlar hicretin üzerinden 100 yıl geçmeden çok büyük bir hamle yapmışlar, bir ucu 711’de İspanya’ya gitmiş, bir ucu aynı yıllarda Orta Asya’ya gitmiş, diğer ucu Türkmenistan’la tanışmış, oradan Anadolu’ya gelmişler, İstanbul’a gelmişler… Bu dinamizmin temelinde bilgiyi yitirilmiş bir kaynak, yitirilmiş bir ürün, yitirilmiş bir mal gibi görme anlayışları var. Nerede bulurlarsa almışlar ama hiçbir zaman da körü körüne değil, kendi değerleri içinde özümseyerek, sorgulayarak, yeniden üreterek almışlar. Dolayısıyla Cumhuriyet döneminin o ilk yıllarındaki kökten toptan reddetme yerine 50’lerden, 80’lerden sonra da sorgulama dönemi başlamış. Bugün bu sorgulama dönemi çok daha ileri boyutlarda…
Veren El Olma Medeniyeti
Batı ile aramızdaki ‘bilim makası’, teknoloji olarak da epey açılmış durumda. Bunun kapatılması mümkün mü sizce, nasıl öngörüyorsunuz?
Burada belki şunu söylemek lazım; bizim kültürümüz, medeniyetimiz, İslam medeniyeti “Veren el olma medeniyeti.” Onun için Kapalıçarşı’nın kapısında “el kâsibu Habibullah” “Kazanan üreten, Allah’ın sevgilisidir.” yazar. Bizde veren el olmak sürekli tavsiye edilir. Hiç ölmeyecekmiş gibi üretmek. O zaman toplumun yapısı değişir, iki gününü birbirinden farklı kılan bir topluma dönüşür. İslam’ın temel değerleri ticarete sıcak bakar. Hristiyanlıkta, Yahudilikte, eski Yunan’da olduğu gibi Müslümanlar hiçbir zaman ticarete olumsuz gözle bakmamışlar, tam tersine ticaret özendirilmiştir. Hazreti Peygamber (sav) ticaretle uğraşmış, Müslümanların Annesi Hazreti Hatice Mekke’nin en büyük tüccarlarından biridir. Müslümanların diğer bir Annesi Hazreti Aişe en büyük fıkıh âlimlerinden biridir, dolayısıyla Müslümanların annesi bile ticaretle uğraşmış. İmam-ı Azam da tüccarlara en güzel örneklerden biridir. Ticaret sürekli tavsiye edilmiş, özendirilmiş… Mekke’ye, Medine’ye baktığımız zaman Medine’nin merkezinde üç tane kurum görürüz; çarşısı, Hazreti Peygamberin (sav) mescidi ve Ashab-ı Suffa yani bugünün diliyle “Müslümanların ilk üniversitesi.” Dolayısıyla Müslüman toplum üç ayaklı masa gibi üç ana sütun üzerine inşa edilir; bu sütunlardan biri camidir, biri çarşıdır, diğeri de okuldur. Camisiz bir çarşının değerleri ahlakı olmaz, çarşısız bir caminin gücü ve etkisi olmaz, okulsuzbir cami ve çarşı da kendisini geliştiremez. O yüzden Müslümanların kurduğu şehirlere baktığımız zaman hepsinin odak noktasında çarşı, cami ve okul vardır. Saray Bosna böyledir, Üsküp böyledir, Buhara böyledir, Semerkant böyledir, Bursa böyledir, İstanbul böyledir… Müslümanların kurduğu bütün şehirlerin odak noktasında bu üç ana kurum vardır. O yüzden son yıllarda ticarette başarısızlığa uğramışsa Müslümanlar, bu ancak kendi kültürel değerlerinden uzaklaşmaktan kaynaklanmıştır. Şimdi tekrar o değerlere döndüklerinde eski güç ve başarılarına tekrar dönecekler ve Endülüs’te, Orta Asya’da olduğu gibi, Osmanlıların Fatih, Yavuz ve Kanunî döneminde olduğu gibi tekrar başarılı örnekler vereceklerdir.
Erdemli Şehir Erdemli İnsan
Farabi, erdemli şehri, sağlıklı bir bedene benzetir. Erdemli ülke de erdemli şehir gibidir. Bir ülke yönetenleri ve yönetilenleri, üretenleri ve tüketenleri, ithalatçıları ve ihracatçılarıyla aynı gaye doğrultusunda bir vücudun organları gibi, birbirleriyle yardımlaşarak çalışamazlarsa üretim gücünü büyütmede başarılı olunamaz. Bu yüzden Türkiye’de ekonomik tıkanmanın önüne geçmek için, yürürlükteki zihniyetin topyekûn değişmesi gerekir. Ekonomi, zihniyetin, daha açık bir deyişle, değer ve düşünce sisteminin ekonomik yapıdaki yansımasıdır. Yürürlükteki zihniyeti değiştirmeden, ekonomik tıkanmayı gidermek ve üretim gücünü arttırmak mümkün değildir.Türkiye’nin sorunu Anadolu insanını harekete geçirerek mal, hizmet ve bilgi üretim gücünü artırmaktır. Bunun için devletin Anadolu insanıyla barışık olması gerekir. Üretim gücünü büyütecek olanlar, Anadolu’nun inanmış, erdemli insanlarıdır. Erdemli bir insandan daha güçlü bir kaynak olmadığı gibi, daha verimli bir üretim girdisi de yoktur. Önümüzdeki yıllarda üretim gücünün kaynağı, sermaye ve hammadde kaynaklarından daha çok, kendini bilen, vizyon sahibi ve dünyadaki gelişmeleri yakından izleyen inanmış insan olacaktır.
Avrupa Üniversitelerinde Okuyan Binlerce Öğrenci Var
Malumunuz 80’li yıllarda Türkiye’den büyük bir beyin göçü oldu. Rahmetli Turgut Özal’ın onları geri getirmek için çabaları oldu ama belli bir süre devam etti ve biz hep şöyle övünür olduk: Amerikalardaki üniversitelerde Türk bilim adamları var, güzel çalışmaları var… Bugün tam tersine bir beyin göçü gerçekleşebilir mi, böyle bir trend yakalayabilir miyiz? Üniversitelerimiz bu konuda hazır mı? Yasal prosedürümüzde bu konuda uygun zemin var mı? Üniversitelerimize, sahasında en iyi yabancı bilim adamlarının gelmesi mümkün mü?
Şöyle bakmak lazım: Evet, Türkiye’de bir iş gücü göçü oldu, 60’lı yıllarda başladı ve bu sene 50. yılı. Türkiye’nin, Anadolu insanının Avrupa’ya özellikle de Almanya’ya gitmesi… Şimdi başlangıçta düz iş gücü olarak giden insanımız, Anadolu insanı, şimdi Avrupa’da büyük bir mesafe kat etmiş durumda. İkinci kuşak, üçüncü kuşak çok eğitimli. Avrupa üniversitelerinde okuyan binlerce öğrenci var. Avrupa’da doğmuş gençler bunlar. Hollanda’da, Danimarka’da, İsviçre’de, Almanya’da liseyi bitiren bir genç üç dili rahatlıkla öğrenebilir, konuşabilir durumda. Üniversite eğitimini tamamlamış çok sayıda genç kuşak var. Dediğiniz gibi Avrupa üniversitelerinde hocalık yapan ciddi bir akademisyen kesim var. Şimdi yeni bir yapı oluştu, artık eskisi gibi değil, onların elbette geriye gelmeleri de önemli. Ama artık sınırların ortadan kalktığı bir dünya var, düz bir dünya var, mesafe farkı ortadan kalktı, zaman farkı ortadan kalktı. İşte bir hoca Almanya’da hocalık yapabilir, aynı zamanda Türkiye’deki üniversitelere, işletmelere de katkıda bulunabilir. Türkiye’deki bir hoca Almanya’daki üniversitelere katkıda bulunabilir.
Berlin’de Yüze Yakın Cami Var
Anadolu insanının teşkilatçı bir yapısı var değil mi?
Evet, kısa zamanda örgütleniyor, her yerde camileri var, mescitleri var. Bunu görev bilmişler ve her gittikleri yere mescitlerini götürmüşler. Müslümanlar, bizim atalarımız, ezanın okunduğu yeri vatan bilmişler, ezan okunmayan yerde de ezan okumayı görev bilmişler. O yüzden Necip Fazıl’ın “Sakarya Türküsü” isimli şiirinde vurguladığı gibi “arkalarına çil çil kubbeler serperek” taa Viyana’ya kadar gitmişler. Çok kolay örgütlenebiliyorlar, bu insanımızın özelliği. Sürekli hareket hâlinde, Asya’nın içlerinden Avrupa’nın içlerine kadar yürüyen bir kervan gibi.
Yardımlaşma dayanışma konusunda çok iyiler. Gittikleri her yeri camilerle donatmışlar. Los Angeles’ta 60 tane cami var ki; Los Angeles bir tarafında Hollywood olan bir tarafında Disneyland olan bir şehir. Berlin’de yüze yakın cami var, bütün Avrupa şehirlerinde yüzlerce cami var. Köln’de Avrupa’nın en büyük camii yapılıyor. Bir ara ben gittiğimde Ren nehrinin karşı kıyısında bir bina satılıyormuş, büyükçe de bir alan. Bir Arap iş adamı onu alıp cami yapmak istemiş, bütün Köln ayağa kalkmış, “Köln katedraline rakip olarak yapacaklar, Köln katedralinin karşısında minareleri ve kubbesi olan bir cami yapılacak.” diye… Şimdi Köln katedralinin hemen yanında Avrupa’nın en büyük camii yapılıyor, önümüzdeki günlerde de açılacak. Her Avrupa başkentinde kubbeli minareli camiler var, Avrupa şehirlerini gezdiğiniz zaman bunu görürsünüz. Avrupa’da, Atina dışında kubbeli minareli cami olmayan hiçbir başkent yok. Ayrıca Müslümanlar Avrupa’da yeni değiller, 711’den beri Müslümanlar Avrupa’da. İspanya’da 800 sene kalmışlar. İspanya, Portekiz, Yunanistan, Sicilya adası, İtalya’nın güneyi… Bir Almanya gibi değil, orada Müslümanların izleri hâlen canlı, kültürlerinin etkileri var, onlar da bunun farkındalar. Kurtuba, Gırnata şehirleri, bir Anadolu şehri gibi, Müslüman ülkesi gibi. Dolayısıyla zaten Avrupa’dayız, sınırlar ortadan kalkıyor. 27 Avrupa ülkesinin 20’sinin toplam nüfusu 7 milyonun altında. Oysa Avrupa’da 7 milyona yakın Türk yaşıyor. Demek ki Avrupa’da yaşayan Türklerin nüfusu 20 Avrupa ülkesinden daha kalabalık. Dolayısıyla korku yok. Onlar orada kalsalar da buraya gelseler de Türkiye’ye yardımcı olurlar, hizmet ederler. Son zamanlarda da tersine bir göç var. Bu da Türkiye ekonomisinin Avrupa ülkeleri ekonomisine yaklaştığını gösteriyor. Türkiye’de de her alanda yetişmiş insan gücünü çekecek iş alanları var. Bunu rahatlıkla görüyoruz.
Kültürü İhraç Etmenin Yolu
Kültürü ihraç etmenin yolu, sermaye ihraç etmekten geçer. Sermayelerini, daha yerinde bir deyişle örgütlerini dışarıya açmayan ülkeler, ürün ve hizmetlerine dış pazarlarda yer bulamadıkları gibi, başkalarının ürün ve hizmetlerini kültürleriyle birlikte ithal etmek zorunda kalırlar. Mesela otel zincirinin kurucusu Conrad Hilton, şirketinin uzun vadeli politikasını, ülke içinde oteller kurmaktan bütün dünyada oteller açmaya çeviriyor. Bu bağlamda ilk oteli 1953’te Madrid’de, ikincisini de 1955’te İstanbul’da açıyor. Bugün, söz konusu otel zincirinin dünyada olmadığı büyük şehir yoktur. Conrad Hilton 1955’te İstanbul’daki otelini açarken, kurdukları her otelin “Küçük Bir Amerika” olduğunu söylüyor. Gerçekten bu oteller, Amerikan yaşama biçiminin, dilinin, müziğinin mutfağının ve değerlerinin sergilendiği, yirmi dört saat açık fuarlara benziyor. Benzeri oteller, dünyada hangi şehirde olursa olsunlar, Batı hayat tarzının ihraç edildiği merkezlerdir. Bugün bütün dünyada otel zincirimiz olmalı, bu çok önemli… Ayrıca Türkiye Batı’dan yardım değil, ticarette işbirliği istemelidir. Rahmetli Özal ile başlayan dışa dönük ekonomi politikaları, tekrar ele alınarak yenilenmelidir. Bunun için de Anadolu insanının yönü ve gözü dışarıya çevrilmelidir. Dünyası küçük olan toplumların, görüşleri de kısır olur.
Ekonomi AhlaktanBağımsız Değildir
Peki, bu bağlamda dünya ekonomisinin geldiği dar boğazı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye’nin sorunları, her şeyden önce, iyi yetişmiş, vizyon sahibi, erdemli insanların güç sahibi olmalarında odaklanmaktadır. Sağlıklı ve dengeli bir ekonomik yapılanma için iki yüz yıl boyunca egemenliğini sürdüren pozitivist değerlerin terk edilmesi gerekir. Ekonomi ahlaktan bağımsızdır diyerek, ekonomik modellerden sökülüp atılan ahlakî ölçü ve değerlere dönmek zorunludur. Çünkü ahlak dışı yollardan, ahlaki sonuçlar elde edilemez. Artık rant ekonomisiyle milyonların canı pahasına dolar biriktirmek, biriktirenlerin de huzurunu kaçırıyor.
Görünmeyen Üniversitenin Hocası Mehmet Zahid Kotku
Bu arada görünmeyen üniversitede kitabınızın konusu olan Mehmet Zahit Kotku Hz.’nden bahsedelim. Ne kadar büyük bir damga vurdu. Kendisinin çok enteresan bir tarzı vardı. Türkiye’nin sanayisi için ne büyük bir gayretle çalıştı. Büyük bir ev yapmak isteyen kişiye “Sen ağır sanayi ile uğraş, ev yapma!” diyerek sanki buz kıran öncü gemiler gibi bir yol açtı. Bu yönü de maalesef pek bilinmiyor.
Türkiye’de tasavvufun Nakşî kolu çok etkili olmuş, onun ana kaynağı Buhara, Bahaddin Nakşibend Hazretleri… Ben de gittiğimde dikkatimi çekti Kasr-ı Arifan’a. Çok yalın çok güzel bir camisi var, kubbesi yok. Biz gittiğimizde belirli bir noktadan sonra oradakiler demişlerdi ki: “Hazretin vasiyeti var. Bu noktadan sonra yaya gidilmesi gerekir, arabalarınızı bırakın...” Arabaları bıraktık yürüyerek gittik. Tam camisine girerken, türbesine yaklaşırken dediler ki: “Annesinin türbesi çok yakında. ‘Beni ziyarete gelen önce annemi ziyaret etsin.’ diye vasiyeti var, önce orayı ziyaret eder misiniz?” Yanımızda Hayrettin Karaman Hoca, Bekir Topaloğlu Hoca vardı… Hayrettin Hoca: “Tasavvufun büyüklüğünü, önemini anlamak için Bahaddin Nakşibend Hazretleri’nin bu iki vasiyetini anlamak yeter.” demişti.
Ne kadar ince bir düşünce değil mi?
Gerçekten Nakşî kolu tasavvufta önemli bir yer tutar. Bir gün rahmetli Mehmet Zahit Kotku Hocaefendi ve Hamit Algar bir sohbette beraberdik. Hamit Algar, Nakşiliğin tarihiyle ilgili çalışmalar yapan çok önemli İngiliz asıllı bir Müslüman’dır. Şu anda Amerika’da… Hoca Efendi Hamit Algar’a niye Nakşiliği araştırdığını sormuştu. Hamit Algar güzel bir cevap vermişti, dedi ki: “Ben Saray Bosna’dan Buhara’ya, Semerkant’a kadar bütün Nakşî tekkelerini gezdim, dolaştım, şeyhleriyle tanıştım, halkalarına katıldım. Saray Bosna’da nasılsa, İstanbul’da, Konya’da, Buhara’da da ve her yerde öyle. Dolayısıyla bozulmamış. Safiyetini koruyan tasavvuf kollarının başında Nakşîlik geliyor, o yüzden Nakşîliği araştırıyorum.” Gerçekten de tasavvufta ana kolların başında Nakşîlik geliyor, Mevlânâ Halid Bağdadî geliyor. Onlar bütün Nakşî kollarının ana kol başları. Hoca Efendi de ve diğer benzer kollar da Anadolu’yu koruyan ve Anadolu’nun değerlerini savunan kesimlerin yetişmesinde çok etkili olmuşlar. Özal, Hoca Efendiyi çok severdi, o da onu çok severdi. 50’li yıllarda demiş ki: “Bu mühendislere dikkat edin, bunlar ilerde Türkiye’ye çok hizmet edecekler.” Gerçekten Özal, Türkiye’de çok önemli bir dönüşümün öncüsü oldu, bir milat diye düşünebiliriz. Türkiye insanını dünyaya açtı, büyük düşünmeyi öğretti, ithalatçı Türkiye’yi ihracatçı Türkiye’ye döndürdü. Tüketen Türkiye’yi üreten Türkiye’ye dönüştürdü.
Mehmet Zahit Kotku Hz. birçok konunun fikrî alt yapısını da hazırlıyor değil mi?
Dergilerin çıkışına öncülük yapmış. İlk dergiler; kitap, televizyon, radyo konularında öncülük yapmış, en önemlisi bu. 50’li yıllarda, Türkiye’de toplu iğne üretilemeyen dönemde onlar Gümüş Motor Fabrikasını kurmuşlar, motor üretmişler. Hoca Efendi sağına motor profesörü Erbakan Hoca’yı almış, soluna iktisat profesörü Sabahaddin Zaim Hoca’yı almış, Almanya’da pancar motoru patenti aldıkları fabrikayı gezmişler. Onlar gerçekten, Türkiye nasıl üreten bir Türkiye’ye dönüşür, Türkiye ihtiyaçları olan üretimi nasıl sağlar, Türkiye nasıl el açan değil el açılan bir ülke olur, tüketen bir ülke iken nasıl üreten bir ülke olur, alan el değil veren bir el nasıl olur, bu konularda köklü çalışmalar yapmışlar.
Yeni çalışmalarınız var mı?
Yeni çalışmalarımız var. “İki Dünyanın Hesaplaşması” isimli bir kitabımız çıktı.
Başarılar diliyoruz. Bize vakit ayırdınız… Çok teşekkür ederiz.
Ben teşekkür ederim…