Üstad Necip Fazıl KISAKÜREK ve Türkiye, İsmail KARAKAYA

Seyyid Abdulhakim Arvasi Hz. ile tanışınca hayatı değişiyor; değişmekle de kalmayıp toplumu da değiştiriyor. İslami hayata döndükten sonra eski şiirlerini de terk ediyor. Sadece şiiri mi? Her şeyi terk ediyor. O yıllarda büyük bir baskı vardı. İslami kimliği olan herkes bir şekilde bu baskıyı görmüştür. İşte Üstad böyle bir devirde yokluklar içinde davayı savunan bir insandır...

Üstad, gençleri yetiştirmek peşindedir. Ömrü boyunca da bu sevda peşinde koşmuştur. Çağrıldığı her yere gitmiş, köy köy, kasaba kasaba dolaşmış, konferanslar vermiştir. Üstad, salonları dolduran insanlara coşkulu bir şekilde seminerler vermiş, onları İslam’a davet etmiş, Peygamberimiz’i ve mukaddesatı sevdirmiş bir kahramandır, bir yiğittir...

Feyz: Üstad’ı ilk önce hangi yıllarda tanıdınız?

Üstad’ın şiirlerini ilkokula gitmeden biliyordum. 1958 yılında da ilk defa gördüm. Zaten O’na karşı hayranlığım vardı görmeden…

Feyz: Üstad Necip Fazıl ile uzun bir beraberliğiniz vardı. Üstad’ın hayatını bize nasıl özetlersiniz? 

Necip Fazıl, düşünceleriyle millete yön verebilen bir kişidir. Gerçekten bir mürşide bağlandıktan sonra bu yoldan zerre kadar taviz vermemiş büyük bir sufi, büyük bir mutasavvıftır. Doğrusu Üstad, hayatında en çok değişim yaşayan kişilerden biridir. Sürekli değişen ve sonunda Hakk’ı bulan bir kişi olma özelliğiyle sanki milletin yaşayışını şahsında aksettirmiş büyük bir insandır. Necip Fazıl 1904 yılında dünyaya gelmiş, çocukluğu Osmanlı’nın son dönemine tesadüf etmiş, gençliği ise Cumhuriyet’in ilk yıllarına rastlamıştır. Osmanlı’da aydın geçinenler imparatorluğa muhalefet ile meşguldür. Cumhuriyet döneminde ise birçok zorluklar yaşanmıştır. Üstad, yeniden devlet olma mücadelesinin verildiği bir döneme şahit olmuştur. Böyle bir devrede gençliği yaşamıştır. Bunun yanında Necip Fazıl son derece yüksek görevlerde ve aynı zamanda hâkim olan dedesinin terbiyesi altında büyümüştür. Daha okula gitmeden okuma yazma öğrenmiş, çocuk denecek yaşta Fransızcayı son derece güzel bir şekilde öğrenmiştir. Fransız edebiyatına vakıf birisidir. Tanıdığımız edebiyat çevreleri Necip Fazıl için Fransız edebiyatına vukufiyetinin ne kadar güçlü olduğundan söz ederlerdi. 

Deniz harp okulunda, bahriyeyi Şahane’de okumuş, ama canı tez biri olarak yeni ufuklara koşma sevdasındadır. Bundan dolayı okulunu yarıda bırakmış, felsefe okumuştur. Kendisi son derece zeki bir insan olduğu için Fransa’ya göndermişler eğitim için. Üstad oradan gelince Ankara’da Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi felsefe profesörüdür. Ama Üstad’ın profesör olduğu yıllarını pek bilen de yoktur. Necip Fazıl çocukken iyi eğitim almış, iyi bir okulda öğrenim görmüştür. Entellektüel olma sevdası ile Batı kültürüne vakıf bir felsefeci. Üstad, aynı zamanda üniversitede bir felsefe profesörü. Yani kültürel birikimi son derece iyi ve genç yaşta şair olmuş bir insan. Üstad’a göre şair olunmaz, şair doğulur. Üstad “Arı bal yapar, ama nasıl bal yaptığını bilmez.” derdi. Ben bu sözden çok etkilendim. Gerçekten de arının bal yapması gibi şiir yazardı.

Feyz: Üstad’ın hizmet anlayışı ve insan yetiştirme tarzı nasıldı? Nelere öncelik verirdi? Mesela İslam’ın zahiri tarafına öncelik verenler var; sakal gibi, cübbe gibi, sarık gibi. Fakat Üstad’ın farklı bir yönü var, nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bir defa Üstad büyük bir mütefekkirdi. Üstad’ın en çok kullandığı kelime “aksiyon”du. Aksiyon; yerinde hareket etmek, ihmal etmemek, inandığı gibi yaşamak, ama anında gerekeni yapmak. Spontane davranış,  ne zaman ne gerekiyorsa o şekilde davranmak. Sonunu fazla hesap etmemek. 

Üstad’ın yaşadığı devire ‘ilk dönem’ diyebiliriz. Bundan dolayı İslam’ı yaymak yerine davayı savunmakla geçmiştir ömrü. Orada o kadar İslam düşmanı var ki onlara karşı başta savunmaya öncelik vermiştir. Sonra anlatmaya geçmiş. Üstad bir defa şair, sonra tiyatro yazarı, sonra fikir adamıdır. Şiirleri malum, şiir denince davaya okunan şiirlerini çok şiir saymam ben. Özellikle bizim sağcıların okumadığı şiirleri şiirdir. “Otel Odaları” şiir, “Örümcek Ağı” şiir, “Çile” şiir, şiir onlardır; ama davasıyla şiirleştirmiş. Mesela tutmuş bir “Muhasebe” yazmış, gitmiş bir “Destan” yazmış, tutmuş bir “Sakarya Türküsü” yazmış. Daha ileri safhada bir Peygamber aşkı var Üstad’da. Her şeyi ona göre, fenafirrasul makamının terennümlerinde… “Müjdecim, kurtarıcım, efendim, Peygamberim! Sana uymayan ölçü hayat olsa teperim.” diyecek kadar o ölçüyü aramış. Sana göl gibi gelene o çöl bile olsa çöl demiş. Mutlak iyi mantık, Peygamber’e mutlak iyi. Sadece böyle kesin iman değil, duygusal bir yaklaşım da var; ama başta kesin imanla çıkmış yola... 

O’nun Ümmetinden Ol

Sel sel kümelerle dol!

Sen, hiçliğe bakan yön!

Hep sıfır, arka ve ön!

Dosdoğru Kâbe’ye dön!

O’nun Ümmetinden ol!

Gel, dünya muhdar kafes!

Gel, gırtlakta son nefes!

Gel, Arş’ı arayan ses!

O’nun Ümmetinden ol!

Solmaz, solmaz; bu bir renk…

Ölmez, ölmez; bir ahenk…

İnsanlık hevenk hevenk,

O’nun Ümmetinden ol!

Gökte çıkıyor haber,

Geber çelik put geber!

Doğrul yeni seferber,

O’nun Ümmetinden ol!

Öyle bir coşku ki tarumar ediyor ortalığı, ama hep de ümit taşıyor: 

Vur kazmayı dağa Ferhat!

Çoğu gitti, azı kaldı.

Kişne kır at, kişne kır at!

Çoğu gitti, azı kaldı.

 

Arkasından neden ümit var olduğunu da gayet iyi ifade ediyor:

 

Hey gidi küheylan, koşmana bak sen! 

Çatlarsan, doğuran kısrak utansın! 

 

Eski çınar şimdi noel ağacı, 

Dallarda iğreti yaprak utansın! 

 

Üstad’a kalırsa bu öksüz yapı, 

Onu sürdürmeyen çırak utansın!

Ümitsizlik yok, akıbet kötü görünüyorsa da gidip sen işine bak. Kabahat sende değil, sen yeter ki atıl. Üstad, konferanslarla bütün yurdu dolaştı. Kendi tabiriyle ülkeye tohum saçtı ve o tohumun mahsullerini yeni yiyoruz. Keşke bu günleri görseydi. Kimsenin ağzını açamadığı devirde o birçok şeyi cesaretle kimseden çekinmeden söyledi. Üstad’ı ben çok yakından tanıdım. Bir defa müthiş bir iman şaheseriydi, çok hassas olduğu konu imandı, imanına bir zarar gelmesini istemezdi. Duygulu bir adamdı ve eserlerini çok çabuk yazardı. Mesela bir gece otele beraber yürürken “Yunus” piyesindeki sahneleri coşkulu bir şekilde anlattı. Sonra baktım otel odasındaki ışıklar sabaha kadar yandı. Sabah da “İsmail! Piyes bitti.” dedi. 

Tam bir Peygamber aşığıydı. Seyyid Abdulhakim Arvasi’den dolayı o aileyi çok severdi. Bağlum’a giderdi efendisini ziyarete… Bir hatıra daha anlatayım.  Bağlum’a gidiyoruz, sanat evini geçtik, tepedeyiz daha. O zamanda bu kadar ev de yok. Muhammed Kasım Efendi var yanımızda. Ben arabayı kullanıyorum, Üstad yanımda oturuyor, Kasım Efendi arkada. Dedi ki: “Kader, çelikten bir kale. Nebiler ve veliler bile bu kaderin içinden çıkamamış. Efendim Ankara’ya hiç gelmezdi, ilahî takdire bak ki burada öldü.” Yani Üstad olaylara hep farklı yönlerden bakar ve duruma, olaya göre müthiş bir söz söylerdi. Hayatta keskin ölçüleri vardı. 

Feyz: Yanında durmak, O’na ayak uydurmak biraz zordu galiba...

Ayhan Songar şöyle bir şey anlattı. İstanbul’da televizyonda program yapıyormuş. O günlerden birinde gitmiş Üstad’a ve, “Üstad, program var, baktın mı?” demiş. “Baktım Ayhan.” demiş. Ayhan Songar, “Beğenmedin değil mi Üstadım?” deyince; “Beğenmedim Ayhan.” demiş. Ayhan Songar Üstad’ın yanında değil de içeride dedi ki: “Beğenmemek dehanın en tabii hakkıdır.”   

Aptallığı hiç hazmedemezdi, hele kendisine aptalca karşı çıkılmasına hiç razı olmuyordu. 

Bir gün yine oturuyoruz. Rahmetli İsmail Şay, İsmail Özay var, ben varım, Üstad var. Pek kalabalık değiliz. Tesettürden bahsediyor. Üstad dedi ki: “Bir Müslüman erkek, karısını ve kızlarını, fotoğrafçının hassas filmi güneş ışığından koruduğu hassasiyetle yabancı gözlerden koruyacaktır.” Tespit muhteşem… 

Feyz: Üstad’ın bu kadar mükemmel ve kesin ölçüleri var. Fakat bir de bir çoklarının gözünden kaçan hoşgörü tarafları var. Seyyid Abdurrahim Reyhani Hazretleri’ni ziyarete geldiğimde siz de vardınız. O kadar keskin nazarı olan bir insandı, ama O’nun bir yakınından dinlediğim bir anekdot var. Bir ihvan, başı açık hanımından şikayet ediyor Reyhani Hz.’ne, hatta boşanmak istediğini söylüyor. Reyhani Hz. hanımına kızan adama; “Sen benim kızımı boşama.” diyor. Hemen kadına dönerek de “Kızım bak, sen de bu halinle cehennemde cezanı görürsün.” diyor. Hem İslam’ın hükmü konusunda taviz vermiyorlar hem de insan ve nefs faktörünü de göz ardı etmiyorlar. Yani insan faktörünü, insanların duygularını, psikolojilerini de ihmal etmeyen bir yönleri de var. Bugün bu noktada da bir sıkıntı var, değil mi?

Şimdi genellikle İslam’dan haberdar değiliz. Herhangi bir adama kötü damgasını vuruyoruz, inancımızdan dolayı. Fakat bize bir kötülüğü yok. 

Düşüncemiz, sistematiğimiz Ebu Hanife gibi değil. Bir hadis-i şerifte anlatılır malumunuz. Bir fahişe, çölde bir kuyudan su içerken pabucunu çıkartıyor ve bir köpeğe su veriyor. Allah Rasulü, “O köpeğin ihtiyacını giderdiği için Allah o kadını cennetlik eyliyor.” buyuruyor. İnsanlar hemen peşin hükümle fişleyiveriyorlar. 

İrfani derinliği olmayan, hayata ve insanlara tek düze bakan kişilerin yaklaşım tarzları maalesef İslam’ı sevdirmeye yetmiyor.

Feyz: Üstad’la bir anınızdan bahseder misiniz?

Üstad Ehl-i Beyt’i çok severdi. Bir gün Muhammed Kasım Efendi beni bir yere davet etti, “Üstad burada, akşam gel” dedi. Galiba Mehmet Akif İnan’ın eviydi. Dedim ki: “Üstad’ı tanırım. O, davetlere gidersek kızar, sonra mahcup olurum gelmeyeyim.” dedim. Kasım Efendi, “gel gel” deyince gittim. Üstad’ın yüzüne baktım, bana kızmış burnundan soluyor. Muhammed Kasım Efendi döndü Üstad’a, “Üstadım! İsmail Bey’i ben davet ettim.” dedi. Salon da kalabalıktı yani. Köşede oturan Üstad, yanında oturan Kasım Efendi’ye döndü dedi ki: “Senin ayağın benim başımın üzerinde. Madem İsmail’i sen davet ettin, bu gece İsmail şeref konuğumuz olsun.” Muhammed Kasım Efendi “Arvas” seyyidlerinden, aynı zamanda şeyhinin akrabasıdır. Manevi bağlara çok önem veriyordu Üstad. 

Allah rahmet eylesin, çok büyük hizmeti oldu. Ancak o hizmetinin menbaı tasavvuftur. Ama Nurettin Topçu sadece bir sofi olarak kalsaydı hiçbir işe yaramazdı. Tarikat ehlinin kaliteli adamlara ihtiyacı var. Sıradan adamlar da ehl-i tarik olsun, kötülükleri engellenir. Fakat sanatkar da romancı da şair de ehl-i tarik olsun. Yunus Emre döneminde binlerce âlim yaşadı, hiçbirini bilmiyoruz. Ama Yunus, yüzyıllardır İslam’ı tebliğ etmiştir. Onun için ehl-i tarik olmak önemli. Fakat birçok alanda eğitim verilmez ise ehl-i tarik olmak yeterli değil.

Feyz: Şimdiki tarikatlarla geçmiş tarikat anlayışı arasında çok büyük bir fark oldu. Kıyasladığınız zaman bir sıkıntı var, bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Ben şeyh olsam… değilim de.  Müridleri kabiliyetlerine göre ayırırdım. Bazıları zikirle meşgul olup günahından tövbe etsin. Bazılarına ise zikirle birlikte sanatkarlığı, sanatla uğraşmayı teşvik ederdim. Bilim adamlarını toplar, onlara ayrı ayrı ilmi çalışmalara yönelmelerini teşvik ederdim. Ve bazı temel kurallar koymaya çalışırdım. Bugün, geleneksel köklü tarikatların geçmişine bakıyoruz, bir de bugünkü hallerine bakıyoruz. Olmaz yani, bugünkü tarikatlar geçmiş tarikatların çok gerisinde, sistem bozuk; babadan oğla geçen bir sistem oluşmuş…  

Geçen şeyhler toplandı. Ben de bir konuşma yaptım orada: Alevi kardeşlerimize dua edin, Allah razı olsun onlardan. Aleviler uğraşıyor, tekke ve zaviye kanunun değiştirilmesi için… Alevilik ayrı bir din değildir. Cemevi, ibadethane değildir; Bektaşi dergâhıdır.  

Oradaki topluluğa; “Eyvah, dergâhlar serbest olacak, tarikat serbest olacak, yandık.” dedim. “Hocam niye yandık?” dediler. “Alevi dedeleri tayin edilecek. Şayet şeyhlik için de bir imtihan yapılacak olursa yandınız, birçoğunuz sınıfta kalır.” dedim. Tabi bu şakaydı, ama şaka gibi söylemedim. Hepsi şöyle durdu; “Haklısın hocam.” dediler. Babadan oğula geçen bir saltanat. İçinde çok kıymetlileri var, inkar etmiyorum ama insanlara faydalı olmak için yapılması gereken birçok eksiklikler de var. Bunlara dikkat edilmesi gerekiyor.

Feyz: Üstad’ın hayatında dönüm noktaları var. Bunları anlatır mısınız? 

Üstad’ın hayatı çok ilginçtir. Mürşidi ile tanışmadan önce, geceleri eğlenip gündüzleri uyuyan birisidir. Tam da o günlerde vapurda bir adam, kendisini Taksim’de Ağaoğlu Camii’ne davet eder. İşte böyle sırlı bir davetin peşinden gider. Böylece sır peşinde koşan şair ruhlu adamın hayatı nihayet, bir Allah dostunu bilme ve bulma hevesine dönüşüverir. 

Seyyid Abdulhakim Arvasi Hz. ile tanışınca hayatı değişiyor; değişmekle de kalmayıp toplumu da değiştiriyor. İslami hayata döndükten sonra eski şiirlerini de terk ediyor. Sadece şiiri mi? Her şeyi terk ediyor. O yıllarda büyük bir baskı vardı. İslami kimliği olan herkes bir şekilde bu baskıyı görmüştür. İşte Üstad böyle bir devirde, yokluklar içinde davayı savunan bir insandır.

Üstad gençleri yetiştirmek peşindedir. Ömrü boyunca da bu sevda peşinde koşmuştur. Çağrıldığı her yere gitmiş, köy köy, kasaba kasaba dolaşmış, konferanslar vermiştir. Üstad, salonları dolduran insanlara coşkulu bir şekilde seminerler vermiş, onları İslam’a davet etmiş, Peygamberimiz’i ve mukaddesatı sevdirmiş bir kahramandır, bir yiğittir