Hazreti Muhammed (sav)’den evvel de Arabistan’ın muhtelif yerlerinde peygamberler zuhur etmiştir. Bunlardan biri de Yemen’in Ahkaf namıyla bilinen kısmında ikamet eden Ad kabilesi içinde zuhur eden peygamber Hud’dur. Bundan başka, Medine’nin kuzeyinde bulunan Hicir’de ikamet eden Semud kabilesi arasında peygamber Salih zuhur etti. Bunların ikisi de Hz. İbrahim’den evvel gelmişlerdi. Hz. İbrahim’den sonra Hz. İsmail ile Hz. Şuayb gönderilmiştir.
Milattan beş asır evvel Buhtun-Nasır, Yahudileri yurtlarından sürdüğü zaman, bunların mühim bir kısmı Arabistan’a hicret etmişler ve orada yerleşmişlerdi. Yahudiler, Arabistan’da kendi dinlerini yaymaya uğraşmışlar ve milattan üç asır evvel Yemen hükümdarlarından Zu-Nuvas’ın Yahudiliği kabul etmesini temin ederek Arabistan içinde mühim bir etkinliğe sahip olmuşlardı. Bununla beraber Araplar, asırlar boyu ve derin köklü putperestlikleri üzerinde sabit kalmışlar, Yahudilerin dini faaliyetleri kısa bir devirden sonra tabii bir ölüme mahkum olmuştu.
Yahudilerin bu hareketini diğer bir hareket takip etmişti. Miladi üçüncü asırda, Hıristiyanlar Arabistan’a girerek Necran’da yerleşmişler ve Asır ile San’a arasındaki bu saha baştan başa Hıristiyanlığı kabul etmişti. Fakat Hıristiyanlık daha ileri gidemedi ve böylece Hıristiyanlığın canlandırmak istediği hareket de akamete uğradı.
Arabistan içinde doğan diğer dini bir hareket (Hanifilik)tir. Bu mezhebe mensup olanlar Allah’a ibadet ediyor, fakat bir ıslaha rehber olamıyorlardı. Hanif olanlar içinde Hıristiyanlığı kabul edenler de vardı. Fakat bunların sayıları pek azdı. Haniflerin ekserisi Museviliğe de Hıristiyanlığa da girmemişti. Bunlar muvahhiddiler, yani Allah’ın birliğini kabul edip O’na ortak koşmuyorlardı. Bunlar Hz. İbrahim’in dini üzere olduklarını söylüyorlardı.
Hz. Muhammed (sav)’in Çocukluğu ve Gençliği
Arap asillerin adetlerinden biri, çocuklarını bedeviler arasında yetiştirmekti. Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) de 571 yılında dünyaya geldiği zaman validesi tarafından iki gün, birkaç gün de amcası Ebu Leheb’in cariyesi Süveybe tarafından emzirilmiş ve daha sonra da Sad oğullarından Halime’ye verilmişti. Halime, iki sene sonra Hz. Muhammed (sav)’i geri getirip validesine teslim etmek istedi. Fakat bu sırada Mekke’de bulaşıcı bir hastalık bulunduğu için Hz. Amine, oğlunu tekrar geri verdi. Bu suretle Hz. Muhammed altı yaşına kadar Sad oğulları yanında kalmış oldu. Sonra Halime, Hz. Muhammed’i validesine getirdiği zaman, Hz. Amine kocasının kabrini ziyaret etmek üzere Medine’ye gitme hazırlığındaydı. Oğlunu da yanına alarak yola çıktı. Bu seyahat esnasında Ebva’ya vardıklarında Hz. Amine burada vefat etti ve burada defnedildi. Hz. Muhammed, tam annesine kavuşmuş iken O’nu kaybetti. Bu suretle Hz. Muhammed (sav) daha altı yaşında iken anasız babasız, öksüz kalmış ve ana baba şefkatinden mahrum yaşamıştır.
Hz. Muhammed (sav), validesinin vefatı üzerine dedesi Abdulmuttalib’in himayesine geçmişti. İki sene geçmeden Abdulmuttalib de vefat edince amcası Ebu Talib’in himayesine girdi. Ebu Talib, biraderinin yetim ve öksüz çocuğuna en derin muhabbetle bağlı idi. Nereye giderse O’nu yanına alıyor, geceleri O’nu kendi yatağında yatırıyordu. Sofrada, O yemeye başlamadan kimse başlamazdı.
Hz. Muhammed (sav) on iki yaşına geldiği zaman, Ebu Talip ticaret için Suriye’ye hareket etmek üzere hazırlanmıştı. Amcasından uzun bir zaman ayrılmaya tahammül edemeyen Hz. Muhammed’in, amcasından ayrılacağı sırada döktüğü gözyaşları amcası üzerinde tesir etmiş, O’nu da birlikte götürmeye karar vermişti.
Hz. Muhammed (sav) bu seyahat esnasında Nasturi Rahip Bahira’ya rastlamıştır. Rivayete göre bu rahip, Efendimiz henüz çocuk iken O’nun simasından istikbalini sezmiş ve amcasına bu çocuğa dikkat etmesini tavsiye etmiştir.
Hz. Muhammed (sav) bu seferden dönüp yirmi yaşına varmasından sonra Ficar muharebesine şahit olmuştu. Arapların öteden beri adetleri haram aylarda harp etmemek idi. Halbuki bu muharebe, bu aylarda vuku bulmuş ve çok kanlı bir mahiyet almıştı.
Hz. Muhammed (sav) bu tüyler ürpertici hadiseden fevkalade muzdarip olmuş, cephe gerisinde kalmış, savaşın ne demek olduğunu gözlemlemiştir.
O’nun bu sırada meşgul olduğu diğer bir iş çobanlıktı. Hz. Muhammed (sav) güttüğü sürüleri alarak dağlara çıkar, sürüler yayılırken O bir tarafa çekilir düşünür, göklere, yüksek dağlara, ucu bucağı görünmeyen çöle bakar, sonsuz bir sessizlik ve ıssızlık içinde yaşayan bu âlemin iç yüzüne akıl erdirmek için uğraşırdı.
Dediğimiz gibi Hz. Muhammed (sav) bu sırada yirmi yaşına varmıştı. O’nu Mekkelilere tanıtan ve sevdiren bir şey huyunun güzelliği idi; sözü ile özünün doğruluğu, dürüstlüğü, namuskârlığı... Kendisi temiz, zevkli, ince ruhlu, yüksek düşünceli bir gençti. O’nu tanıyanların hepsi seviyor, hepsi O’na saygı gösteriyordu. Fakat Hz. Muhammed bu sırada, içinde doğduğu ve büyüdüğü muhitten fazla, kendi içinde ve kendi âleminde yaşıyor, boş zamanlarında kendi kalbini dinliyordu. O’nun edindiği dostlar sıradan insanlar değildi. Hepsi de O’nun seçtiği temiz insanlardı. Kendisi bunlarla görüşür sohbet ederdi.
Hz. Muhammed (sav)’in sonradan düşmanları arasına geçenler bile O’nu lekelemek ve alnını karalamak için bir şey bulamamış; O’nun düşmanı olmakla beraber doğru sözlü, temiz özlü, dürüst bir adam olduğunu söylemeye mecbur olmuşlardı. Herkes O’nu böyle tanıdığı ve özünün temizliğine inandığı için O’na “Muhammedü’l Emin” denirdi.
O’nun bu sırada meşgul olduğu bir iş de (Hilfu’l-Fudul) cemiyetinin tesisidir. Bu cemiyet Müstebitlere ve mütağalliblere karşı zayıfların hukukunu müdafaayı gözetleyen bir teşekküldü. Cemiyetin her uzvu zalimlere karşı mazlumları müdafaayı, namusuyla taahhüd ediyordu. Hz. Muhammed (sav) de bu cemiyetin en belli başlı müessislerinden biri idi.
Yine bu sıralarda Kâbe’nin tamirine lüzum görülmüş, her şey hazırlanmış, Kureyş çalışmaya başlamıştı. Tamirat esnasında Hacerü’l Esved’in yerine konması meselesi yüzünden vahim bir ihtilaf çıkmıştı. Herkes bu taşı taşımak ve yerine koymak şerefini kazanmak istiyordu. Nihayet meselenin hakeme havalesi kabul olunmuş ve ertesi gün Kâbe’nin önünden geçen ilk adamın hakem sayılması kararlaştırılmıştı. Ertesi sabah Kâbe’nin civarında görülen ilk zat Hz. Muhammed’di ve O’nun hakemliği hemen kabul olunmuştu. Hz. Muhammed, Hacerü’l Evsed’in bir yaygı üzerine konularak Kureyşliler tarafından kaldırılmasını teklif etmişti. Onlar da bu şekilde hareket etmişler ve sonra kendisi taşı alarak yerine yerleştirmişti.
Hz. Muhammed, paraya tamah eden, kazanç peşinde koşan bir kişi değildi. Hayatının hiçbir devrinde bunun için uğraşmamıştı. Fakat amcası O’nun meşgul olmasını istemiş, O da bu arzuyu reddetmemişti. Çünkü bu sayede hem amcasına yardım etmek, hem de cemiyete faydalı olmak, fakirlere, dullara, öksüzlere bakmak mümkün olacaktı. Amcasının O’na bulduğu iş, Huveylid kızı Hatice’nin mallarını ticaret kervanıyla satmaktı. Bunun için Arabistan’ın kuzey hududuna kadar gitmek gerekiyordu. Hz. Muhammed (sav) bu işi kabul etmiş ve Hz. Hatice’nin mallarını taşıyan develerle Suriye’ye gitmişti. O’na Hz. Hatice’nin kölesi Meysere de refakat ediyordu.
Hz. Muhammed (sav) bu sırada yirmi beş yaşlarında idi ve on üç sene evvel yaptığı seyahati tekrarlıyordu. Ancak O, on üç sene evvelki Muhammed (sav) değildi artık. Dimağı olgunlaşmış, her şeyi anlama kabiliyeti artmıştı. O’nun temas ettiği millet Suriye Hıristiyanları idi. Kendisi alışverişle meşgul olduğu için, bunlarla yakın temas kuruyordu. Belki de onların meclis ve ziyafetlerinde hazır bulunuyordu. Fakat bunların dinleri ve din namına yaptıkları ayinler, dürüst düşünen, duygulu insanları hoşnut edemezdi. Hz. İsa (as), Allah’ın birliği itikadını neşr etmişti, yani yaymıştı. Halbuki Hıristiyanlar arasında “üçler” anlayışı farklı farklı algılanıyordu. Kimisi “Bunlar, Allah ile oğlu Ruhü’l Kudüs’tür.” diyor, kimisi “Allah ile karısı ve oğludur.” diyordu. Daha başkaları, Hz. İsa’yı Allah’ın oğlu saymakla beraber O’nu Allah’tan biraz geride tutuyor ve Ruhü’l Kudüs’ü inkar ediyordu. Bunlar birçok mezhebe ayrılmış ve bu sayısız mezheplerin biri de akla sığacak, kalbe girecek bir söz söyleyemez olmuştu.
Hz. Muhammed (sav) bunları gördükten ve Hz. Hatice’nin mallarını satarak siparişlerini aldıktan sonra geri dönmüş, malın sahibine hesaplarını vermişti. Hz. Hatice, Efendimiz’in (sav) farklı olduğunu gözlemledi.
Hz. Hatice de Hz. Muhammed gibi Kureyş’tendi. Nesepleri, ikisinin de ceddi (dedesi) olan Kusey’de birleşiyordu. Hz. Hatice asalet ve zenginliği; fazilet, basiret ve samimiyet gibi yüksek hasletlerle süsleyen güzel ve afif bir kadındı. Kureyş’in en kibar adamları O’nunla evlenmek istiyordu. Fakat Hz. Hatice daha evvel talihini iki kere denemiş, evlendiği iki kocası da ölmüştü. Bundan sonra dul olarak yaşamaya karar vermişti.
Fakat Hz. Muhammed’i bir kere görenler, O’nun yüzündeki asalet ve cazibeye tutulanlar, O’nu bir daha unutamıyordu. Bunun neticesi olarak Hz. Muhammed 25 yaşında iken, 40 yaşındaki Hz. Hatice ile evlenmiş ve kalbi en temiz hislerle çarpan samimi bir hayat arkadaşı bulmuştu. Hz. Hatice’nin serveti, O’nu maişet için fazla çalışmaktan korumuştu. Hz. Muhammed (sav) peygamberliği zamanına gelinceye kadar on beş yıl boyunca Hz. Hatice’nin mallarını fakirlere dağıtmak, onlara yardım etmek suretiyle hayır işlerinde bulunmuştur.
Hz. Muhammed yirmi beş yaşında iken orta boydan fazla boylu, yakışıklı bir gençti. Göğsü geniş, kemikleri iri, endamı düzgün, boynu uzun ve zarifti. Geniş alnını güzel kaşları süslüyordu. Saçları kumral ve ne düz ne de kıvırcıktı. Büyük ve kara gözleri, uzun ve kara kirpiklerle çerçeveleniyordu. Ön dişleri birbirinden ayrı idi. Kesif sakalı yüzünün vakarını tamamlıyordu. Yürüdükçe öne doğru eğilir, adımlarını süratle atardı. Sözü kuvvetli ve özlü idi. Her sözü tane tane söyler, O’nu dinleyenler sözlerini unutmazdı. Dostlarına karşı son derece âlicenaptı. Hepsine de hürmet ederdi. Düşmanları O’nu sayar ve faziletlerini inkar etmezdi. O’nu gören yabancı, heybetinden titrer, fakat O’nunla konuştuktan sonra az önceki heybet muhabbete dönerdi. Son derece azimkârdı. Yapacağı işi bilir ve ona göre hareket ederdi. İradesinin kuvveti, kararlarına bağlı oluşu, O’nun başlıca vasıflarından birisidir.
Hz. Hatice, O’nun bütün bu sıfat ve meziyetlerini herkesten evvel anlamış ve O’na bütün irade ve imanıyla bağlanmıştı. Hz. Hatice, Hz. Muhammed (sav)’le evlendikten sonra bütün servetini kocasının eline bırakmıştı. Böylece Hz. Muhammed fakirlere, yoksullara, istediği kadar yardım etmek imkanını bulmuştu. Kendisi mazlumlara, acizlere, dullara ve öksüzlere velhasıl cemiyetin bütün zayıf insanlarına yardım etmeyi en büyük vazife bilirdi. Bundan dolayı, evlenmeden ve servet sahibi olmadan evvel de yukarıda söylediğimiz gibi mazlumları müdafaa için teşekkül eden bir cemiyeti tesis etmiş ve bunları müdafaa için and içmişti. Evlendikten sonra O’nun evine giren her fakirin karnı doyuyor, her esir hemen azat oluyordu. Kendisi, dulları ve öksüzleri himaye ile şöhret kazanmıştı. Öyle ki düşmanları amcasına müracaat edip O’nu ele geçirmek ve öldürmek istedikleri zaman, Ebu Talib onlara; “Öksüzlerin ve dulların hâmisini mi istiyorsunuz?” demiş ve onları başından savmıştı.