Umudun zıddı umutsuzluk olmaktadır... Umutsuz insanların davranışlarında neler dikkati çekiyor?
Kelime anlamıyla ‘umut işaretleri taşımamak’, ’umut belirtilerine sahip olmamak’, ’arzu edilen şeyin vuku bulmasından umut kesmek’ gibi anlamlara gelen umutsuzluğu, Beck ve arkadaşları terim anlamıyla ‘kişinin gelecekle ilgili olumsuz beklentilere sahip olması’ olarak tanımlamışlardır. Bir başka deyişle kişilerin gelecek hakkında sıfırdan az olan beklentilerini ifade etmede kullanılan umutsuzluğun temelinde, kişinin kendisine, sevdiği, bağlandığı şeylere; kimselere, ilişkide bulunduğu diğer insanlara, yaşamın güzelliklerine, yaşamaya değer oluşuna dair bir inançsızlık bulunmaktadır. İnsanın hayatta karşılaştığı olumsuzluk ve başarısızlık durumlarına karşı gösterdiği bir tepki biçimi olan umutsuzluğun insanın anlam isteminin engellenmesi sonucu oluşan varoluşsal bir bunaltı olduğu fakat kesinlikle bir ruh hastalığı olmadığı söylenebilir. Bununla birlikte umutsuzluk her ne kadar kendisi bir ruh hastalığı olmasa da birtakım ruh hastalıklarında belirleyici bir unsur olmaktadır. Umutsuz kişilerin birtakım davranış özellikleri mevcuttur.
Umutsuz kişiler genellikle durgun bir görünüme sahip olup sürekli olarak kendilerinden veya yaşamlarının anlamsızlığından şikayet ederler. Bu tür insanların çocukluk yaşantı ve izlenimleri kendilerinde bir aşağılık duygusuna yol açmış olup, çeşitli güçlükler sonucunda bunlar yaşamın kolay olmadığı duygusuna sahiptirler. Yine bu tür insanların kendilerini, geleceği önceden görme veya kehanette bulunmaya kaptırmaları da umutsuzluklarının başlıca göstergesi olmaktadır. Genel olarak yaşama, bilinmezliğe düşmüş olmaya, hatalar yapmaya, ilişkin bir kaygıya sahip kişiler gibi gözükseler de onların geleceğe ilişkin beklentileri değişmez olarak bir karamsarlık rengi taşımaktadır. Başka bir deyişle onlar, karamsar dünya görüşünün lanetli tuzağına takılmış ve sürekli yaşamın olumsuz ve karanlık yönlerini görmeye odaklanmış olan kimselerdir. Bu tür kimseler, yaşamın karanlık yönlerine odaklanmalarını her ne kadar zekice aklîleştirmeye çalışsalar da derin bir umutsuzluktan şüphelenilmesine engel olamazlar. Yaşamın zorlukları konusunda ümitvar insanlardan daha bilinçli olmalarına rağmen cesaretlerini kolayca yitiriveren bu tür insanların içleri güvensizlikle dolu olup daima kendilerine bir destek arama yoluna giderler. Umutsuz kişilerin kendilerine olan güvensizlik ve suçlamaları arttıkça çevrelerine daha fazla bağımlı hale gelirler. Ancak bazen umutsuzlukları o kadar artar ki, çevreden gelen yardımı bile faydasız bulurlar, fakat yine de çevrenin önerilerine umutsuzca sarılmak durumunda kalırlar. Dört bir yandan tehlikelerle sarıldıklarını düşünmekte olan umutsuz kişilerde, uyku bozuklukları aşırı bir ihtiyatın ve güvensizliğin belirtisi olmaktadır. Umutsuz kişilerin, yaşam öykülerinde, düş kırıklıklarına gösterdikleri tepkilerin yoğunluğu ve süresi orantısızdır. Zira bu tür kimseler, her ne kadar görünüşte, ilk gençlik yıllarında karşılıksız bir sevgiden bir arkadaşın ihanetinden, bir işten haksız yere atılmaktan vb. sebeplerden dolayı umutsuzluğa düşmüş olsalar da bu özel nedenlerin ötesinde genellikle, elverişsiz deneyim çukurlarının çok daha derin bir umutsuzluk kuyusu olduğu görülmektedir. Umutsuz kimseler, bazen iyimserlik tablosu sergilemeye çalışsalar da onlarda intihar düşüncesi kolayca baş gösterebilmektedir.
Genel bir ciddiyet yokluğu ve umursamazlık bu tür kişilerin bir başka belirgin özelliğidir. Bazen umutsuz kişilerin umutsuzlukları dikkat çekmeyecek kadar sinsi ve gizli olabilir. Zira bu tür kimseler, her ne kadar görünüşte işlerini yürütüyor olsalar ve sevimli görünüp hoşça vakit geçiriyor gibi görünseler de bunların sabahları kendilerine gelip dirilmeleri, sanki yaşama yeniden katlanıyormuşçasına saatler alabilmektedir. Bu tür insanlar için yaşam öylesine bir yüktür ki fakat onlar bunu kolay kolay algılayamadıkları gibi bundan şikayetçi de değildirler.
Bunun yanında derin bir kader duygusuna sahip olan umutsuz kişilerin geleceğe dönük hedeflerine ulaşmada şansa büyük yer verdikleri görülmektedir. Daha ziyade kısa süreli amaçlar için çabalayan ve hedefe yönelik davranışlara daha az yönelen bu tür kimselerin kaderci bir biçimde sonucu bekledikleri görülmektedir. Bazen umutsuz kimselerin iyi veya kötü hiçbir şey beklemeyerek sadece yaşamın sürdürülmesi gerektiğine inanarak yaşamdan çekilmeye yönelik bir tutum geliştirdikleri de gözlenebilmektedir. Diğer taraftan umutsuz kişilerin, tahammül güçleri bulunmadığından en önemsiz bir güçlüğe bile katlanamadıkları, en küçük bir özveride bulunmakta ve en önemsiz bir riski göze almakta son derece gönülsüz oldukları görülebilir.
Umutsuz kişiler, her ne kadar kendilerine karşı çok hoşgörülüymüş gibi bir görünüm vermeye çalışsalar da gerçekte bu durum; onların, karşılığında hiçbir şey kazanmayı beklemediği durumlarda harekete geçmek için kendilerinde itici bir güç bulamamalarından kaynaklanmaktadır. Esasen umutsuzluk insanı öyle tembelleştirip kötürüm edebilmektedir ki en küçük zorluklar bile ona aşılmaz engeller gibi gözükmektedir. Umutsuz kişilerin, kendi güçlerinden yaratıcı bir şekilde yararlanma yeteneği gösterememeleri, onların güçsüzlüklerinin ifadesi olmaktadır. Bu tür kişilerde, hayatlarını içlerinden geldiği gibi seve seve yaşayabilme hususundaki temel zaaf ve güçsüzlüklerinden kaynaklanan ve doymak bilmeyen bir güçlü olma hırsı söz konusudur. Gerçekte güçlü olma hırsı ile dolup taşan bu kişiliğin altında güçsüz ve umutsuz bir kişilik bulunmaktadır. Umutsuz kişiler, kendilerini değersiz, yetersiz bulmak suretiyle kendilerine güvenleri olmadığı gibi başkalarına da güven duymamaktadırlar. Dolayısıyla onlar kendi başarısızlıklarından tamamen başkalarını sorumlu tutma eğilimindedirler.
Horney’e göre nevrotik umutsuzluğun pençesinde bulunan insanlar şu ya da bu şekilde geçinip gitmesini başarabilirler. Eğer nevrozları, yaratıcı olma yetilerine çok fazla zarar vermemişse bilinçli bir şekilde kendi kişisel yaşamlarına çekilebilme ve üretken olabildikleri bir alana yönelebilme yetisine sahip olabilirler. Ancak yaşamda amaçsız olmaları, zevkten mahrum oluşlarına baskın gelebilir. Umutsuz kişiler, ciddi veya ümit verici uğraşları, arayışları bırakarak, yaşamdan bir parçacık neşe kırıntısı koparmaya çalışmak için, güzel yemek, alkol ve eğlence gibi duruma bağlı hazlarla ya da bir hobiyle ilgilenmek suretiyle sığ bir yaşantıya yönelebilmektedirler. Kimi zaman sağa sola sürüklenmek, yozlaşmak suretiyle kendi alt üst oluşlarına göz yumabilmekte, istikrarlı bir iş yapmaktan ziyade içkiye, kumara, günübirlik zevk ve eğlencelere sığınabilmekte, bazen de şiddet ve yıkıcılık yönünde davranışlar sergileyebilmektedirler. Kısacası umutsuz kişileri bataklığın içerisine düşmüş olan fakat çıkmak için sürekli çırpınan ancak çırpındıkça daha da derinlere batmakta olan bir kimseye benzetmek mümkündür. Başka bir deyişle kendisi bir hastalık olmasa da depresyon, intihar, nevroz, mazoşizm, sadizm, sosyopatlık (psikopat), alkolizm, yıkıcılık, vb. ruhsal hastalık ve davranış bozukluklarına yol açabildiği gibi bedensel birtakım rahatsızlıklara da sebep olan umutsuzluğa yakalanmış bir kimseyi, varoluşçu filozof Kierkegaard’ın deyimiyle ölümcül bir hastalığa yakalanıp sürekli can çekişen ama bir türlü ölemeyen kimselere benzetmek mümkündür. Zira ölümün geçiş olduğunu kabul eden insan için, ölüm bile yaşamdan çok daha fazla umut içermektedir. Dolayısıyla umutsuz kişi, bütün umutlarını yitirmiş olduğu gibi ölme umudunu da yitirmiş olmanın umutsuzluğu içerisinde olan bir kişidir.
Din ve umut ilişkisi bağlamında umut duygusunun içini nasıl doldurabiliriz?
Her şeyden önce yeryüzündeki varlıkların en şereflisi olan insanoğlu doğuştan umut etme yetisi ile birlikte dünyaya gelmektedir. Bununla birlikte Muhammed Kutub ve Fromm başta olmak üzere pek çok düşünüre göre insan yavrusundaki doğuştan var olan bu umut çizgisi, başlangıçta şuurlu olmayıp sadece bir duygu olarak bulunur. Fakat bir müddet sonra çocuğun varlık yapısında istek ve arzularla kendisini gösteren şuurlu bir ümide dönüşür, akabinde bir derece daha ilerleyerek manevi alanda da umut teşekkül etmeye başlar. Zamanla ruh dünyası genişleyen bireyin bütün dünyası umut duygusu ile dopdolu hale gelir. Böylece umut, kişinin bütün dünyasını doldurur, bütün duygu, düşünce ve davranışlarını çevreleyerek onlara yol gösteren bir değer haline gelir. Dolayısıyla umut, insanda doğuştan var olan bir potansiyeldir. Umut değeri zamanla değişip gelişerek zenginleşir. Kötümser bir insan anlayışına sahip olan Freud’un aksine logoterapinin (anlamla terapi) öncüsü olan Frankl, umut ve iyimserliğin insanda genellikle doğuştan var olduğunu ve bunun en umutsuz durumlarda bile insandaki duyguları kontrol etmeye yaradığını ileri sürmektedir. Frankl’a benzer şekilde umudun olayları değerlendirme ve dünyaya iyimser bir bakış açısı sergileme anlamına geldiğini ifade eden ve bireysel psikolojinin öncüsü olan Alfred Adler’e göre ise insan, doğuştan iyimser olmakla birlikte bu iyimserliğin gelişip devam etmesinde veya engellenmesinde çocuğun içinde bulunduğu dış dünyadan aldığı izlenimler son derece etkili olmaktadır. Ona göre karşısına çıkan ödevlerin pekala üstesinden gelebileceğine güvenen çocukta, cesaret, açık yüreklilik, güvenirlik ve çalışkanlık gibi özellikler gelişmeye başlar. Benzer şekilde Fromm’a göre de insanlar başlangıçta hayat yolculuğuna umut, inanç ve direnme güçleriyle çıkmakta, fakat yaşam başladığında, çevredeki değişiklik getirici olaylar ve rastlantılar umut gizil gücünü geliştirmeye veya ketlemeye başlamaktadır. Onun için dış çevredeki şartlar ketlemediği takdirde insan umut etmeye ve umudunu geliştirmeye devam edebilir. Zaten insan umut eden bir varlıktır. İnsanda biri geçmişe, diğeri geleceğe yönelik iki yön bulunur. Hayatın kaybolmaya yüz tutmuş hadiselerinin dimağımızda bıraktığı izlerden oluşan mazi artık yok olmuştur. Hal dediğimiz içinde bulunulan an ise her an mazi olmaktadır. Hayatımızın geleceğe bakan cephesi ise yarınımızı, gelecekle ilgili umutlarımızı, beklentilerimizi ve ideallerimizi içermektedir. Esasen gelecek ve gelecekle ilgili umutları, insanı yaşama bağlamaktadır. Eğer umut ediyorsa, hayattan beklentileri varsa, insan yaşıyor demektir. Dolayısıyla M. Kutub’ a göre; insan, kendisini dünyaya bağlayan birtakım fitrî arzulara sahiptir. Zira hayat en yüce şekliyle kuvvetli ve devamlı olan bu arzular ve vazgeçilemeyen bu duygular olmaksızın gerçekleşmemektedir. Bu nedenle umut, hayatın ve insan olmanın temel koşullarından birisi olduğu için psikologlara göre insanın bir tanımı da ‘ümit eden’ bir varlık olmasıdır. Ruhsal yaşamın ve gelişim sürecinin amacı, bireyin isteklerinin gerçekleşeceği bir geleceği hazırlamaktır. Bu durum bütün insanlara özgü olan bir durum olduğu için bütün insanlar böyle bir süreçten geçmekte ve mevcut bütün masallar, insanların mutlu bir geleceğe kavuşma umudunu gönüllerinde sürekli yaşattığını ortaya koymaktadır. Ayrıca insanlığın içinde barındırdığı bu özlemin yansıması, her türlü güçlüğün alt edildiği bir gelecek düşüncesine yer veren bütün dinlerde de karşımıza çıkmaktadır. Öldükten sonra insanın kavuşacağı mutluluk, ruhun aralıksız bir gelişim süreci geçireceğine dair inanç da aynı hususa işaret etmektedir. Bireyler ve toplumlar kriz dönemlerinde bile kozmik yenilenme veya altın çağ beklemektedirler. Böyle durumlarda sosyal mahrumiyet ve yılgınlıklar gökyüzüne doğru açılmış birer umut kapısı haline gelmektedirler. Umut bir var olma durumu, bitip tükenmek bilmeyen bir yaşam enerjisi olmaktadır. Zira kişinin geleceğe güvenle bakmasını sağlayan umutta yarınlara bağlanma söz konusudur. Dolayısıyla umut, insanın ruh ve beden sağlığı açısından büyük önem taşır. Umudun zıddı olan umutsuzluk ise insanı perişan eden bir duygu olup çeşitli psikotik ve nevrotik rahatsızlıklara yol açmaktadır.
Kişinin üretken ve yaratıcı olabilmesi, yaşama etkin bir biçimde katılabilmesi ancak ümitvar olabilmesi ile gerçekleşir. Başka bir deyişle umut insanın kanatlarıdır, kanatlar ne kadar sağlam olursa kişi o kadar yükseklere ve zirvelere uçabilir. Umut hâli, şartlar ne olursa olsun her durumda gayret gösterip insanlara, tüm yaratıklara karşı görev ve sorumlulukları yerine getirmeyi, Allah’a kulluğa devam etmeyi gerektirmektedir. İnsan musibetlere maruz kaldığı veya iyiliğe muvaffak olamadığı, kötülükten kurtulamadığı zamanlarda umut, her zaman için kişinin, acıyı insan başarısına dönüştürmesine, suçluluk duygusundan kendisini daha iyiye yönelik olarak değiştirme fırsatını kazanmasına ve yaşamın geçiciliğinde, sorumlu bir tavır almak için girişim gücü kazanmasına katkıda bulunur. Bu anlamda umudun iki sınıf insan için uygulanabilecek bir terapi olduğu söylenebilir. Bunlardan birincisi, günahının çokluğundan tevbem kabul olmaz diye düşünerek tevbe etmeyen ve Allah’ın affetmesinden umutsuz olan insanlar için; ikincisi taat ve ibadette aşırı çaba göstererek zühd ve takvada nefsini helak etme derecesine yaklaştıran kimseler için umut tedavi edici bir faktördür. Bu anlamda umudun Allah Teala’nın arif kullarına bir rahmeti olduğu söylenebilir. Zira Yüce Allah onlara, umut pınarından ihsanda bulunmasaydı, onların kalpleri korku ateşiyle yanıp tutuşurdu.
İnsanın günlük hayatın zorluklarından, açıklayamadığı olaylar karşısında duyduğu acz, korku, dehşet ve hayretten kurtulması, geleceği ve akıbeti hakkındaki endişelerini gidermek suretiyle devamlı bir ruh huzuruna kavuşması, onun en önemli ruhsal ihtiyaçları arasındadır. İşte insanın bu ihtiyaçlardan dolayı elem ve ıstıraplarını azaltan, ona teselli veren ve umut kaynağı olan aklın kontrolünde bir dine sığınması söz konusudur. Din, ferâgat, fedakârlık, sabır, mücadele ve umut duygularını kuvvetli tutmak suretiyle hayatın acılarını hafifleten, yaşam gücünü besleyen itici bir güç olarak kişiyi umutsuzluğa karşı koruyabilmektedir. Din, insana bir dünya görüşü, olaylara bakış açısı, hayat ve ölüm ötesi hakkında ilmin ve teknolojinin sağlayamadığı bir teselli, kişiye geçici olmayan bir güven duygusu vermektedir. Esasen temel güven duygusunun kaynağını teşkil eden din sayesinde insan, kendisi dışındaki yüce bir kudrete inanmak ve bağlanmak suretiyle yaşadığı dünyada bulamadığı güveni elde etmiş olmaktadır. İnançlı insan, Allah’a olan bu güveni sayesinde, inançsızların sık sık içerisine düştükleri umutsuzluktan kurtulabilmektedir. Zarar, iflas, trafik kazaları, hastalıklar, başarısızlıklar vb. bin bir türlü tehlikelerle çevrili olan hayat sahnesinde insanın tehdit ve tehlikeler karşısında sinirleri yıpranmakta, morali sarsılıp cesareti kırılmaktadır. Oysa inanan bir kimse, Allah’ın kendisiyle birlikte olduğunu bildiği için ilâhî kudretin imdada koşacağına güvenmekte, böylece güven duygusu ve dayanma gücü artarak hayat mücadelesine daha büyük bir azim ve cesaretle devam edebilmektedir. Dinî inancı sayesinde sağlam ve güçlü bir maneviyata sahip olarak hayatın getirdiği güçlükler karşısında umutsuzluğa düşmeksizin mücadele edebilmektedir. Dolayısıyla dinî inanç, insanda sağlam bir kişilik yapısı meydana getirmektedir. Allah’a olan inancı sayesinde, kendine ve kendi güçlerine güvenen insan, sağlam, bütünleşmiş bir şahsiyet geliştirmiş olmakta ve hayatın güçlükleri karşısında kolay kolay sarsılmamaktadır. Allah’a olan inancın yok olması ise, insanın kişiliğini yok etmektedir. Böyle bir insanın benliği son derece zayıf olmakta, en ufak güçlükler ve sıkıntılar karşısında bile çöküp dağılabilmekte yani umutsuzluğa düşebilmektedir. Dinî inancı olan bir kimse, hayatına anlam ve güzellik kaynağı temin eden büyük bir hazineye sahip olmakta, hayatın yapısından kaynaklanan boşluk, anlamsızlık ve ölüm gibi insanı umutsuzluğa sürükleyen birtakım kaygıların üstesinden rahatlıkla gelebilmektedir. Zira Allah’a, kadere, kâinattaki düzene ve ahirete olan inanç, insana karşılaşılabilecek en kötü tecrübelerin bile bir anlamının olduğunu öğreterek, umutsuzluğa düşmesine engel olabilmektedir. En zor durumlarda umut, insanın harekete geçebilmesini sağlayan bir ‘psikolojik güç’ kaynağı olmaktadır. İnanan insan güçlükle karşı karşıya kaldığında Yaratıcı Kudret’in iş başında olduğuna gönülden inandığı için hiçbir zaman umutsuzluğa düşmemektedir. Çünkü o, inandığı Allah’a güvenmekte ve O’na ümitle bağlanmaktadır. Besmele, Allah’ın zât ismiyle rahmet ve merhamet ifade eden iki sıfatından oluşmaktadır. İnanan kişi Allah’ın rahmet sıfatına inandığı için daima Rabb’inin rahmet ve mağfiretinden ümitvardır. Çünkü Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın rahmetinin çok geniş olduğu ve ümit kesilmemesi gerektiği çeşitli ayet-i kerimelerde ifade edilmektedir.
Mü’min kimse, dünyası ve ahireti için ümitvardır. Esasen mü’min kimse inancının gereği olarak sürekli umut içerisinde olmak durumundadır. Çünkü Allah Teala “Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz.” buyurarak umutsuzluğu yasaklamıştır. İnanan kimsenin ümitvar olması gerektiği hususunda Hz. Peygamber’in de birçok hadis-i şerifi mevcuttur. Hz. Peygamber (s.a.v.), bir hadis-i şeriflerinde Allah’ın kullarına olan merhametinin, bir annenin yavrusuna olan merhametinden daha fazla olduğunu (Buhari, Edeb, 18, 7/75; Muslim, Tevbe, 22, 4 /2109) belirterek mü’minlerin inandıkları Allah’ın rahmet ve merhametinin çokluğuna, sonsuzluğuna dikkat çekerek inananların hiçbir zaman Allah’ın rahmetinden umut kesmemeleri gerektiğine işaret etmektedir. Allah’a inanan ve umutla bağlanan bir kimse dünya hayatında üstesinden gelemeyeceği birtakım güçlükler ve zorluklar karşısında, hiçbir zaman umutsuzluğa düşmemekte ve yaşamla ilişkisini kesmemektedir. Zira o umutsuzluğun inanmayanların bir vasfı olduğunun bilincindedir. İnanan insan için Allah dilediği takdirde, insanı en büyük sıkıntılardan kurtarabilecek güç ve kudrete sahip bulunmaktadır. O’na inanıp bağlananların hem bu dünyada hem de ahirette yardımcısıdır.
Dinî inanç, kadere inanmayı telkin etmektedir. Dolayısıyla dinî inanç sahibi bir kimse yani mü’min, insanın hayat seyrinin ilk teşekkül anından ölünceye kadar başına gelebilecek olayların, Allah’ın ilminde mevcut olduğuna ve bunların Allah’ın takdir ettiği şekilde gerçekleşeceğine inanmaktadır. Böyle bir inanç sahibi kimse hayatta kendi gücünü aşan, onu aciz bırakan birtakım güçlüklerle ve zorluklarla karşı karşıya geldiğinde, kendisi samimiyetle gayret ettiği ve çalıştığı halde birtakım aksiliklerin ve olumsuzlukların olması durumunda, bunları Allah’ın kendisine taktir ettiğini ve katlanması gerektiğini düşünmekte ve kesinlikle kendisini bırakarak umutsuzluğa düşmemektedir. Dolayısıyla İslam inancının telkin ettiği ‘sabır’ da mü’minin umutsuzluğa düşmemesinde son derece etkili olmaktadır. Zaferden emin olanların bir tavrı olan sabır, Allah’a beslenen hakiki imanın esaslı bir cephesini oluşturmakta ve bizim ruh güzelliğimizin bir ölçüsü olmaktadır. Mü’min kimse gösterdiği tüm çalışma ve gayretlerine rağmen birtakım olumsuzluklara maruz kaldığında bunlara sabretmesi durumunda öbür dünyada mükafatlandırılacağına inanarak umutsuzluğa düşmek bir yana ruhen huzur duymaktadır.
İslam inancına göre ölüm varlığın son noktası değildir. Tersine bambaşka bir hayatın, ebedi hayatın başlangıcı kabul edilmiştir. Dolayısıyla kişilerin umutsuzluğa düşmemelerinde dinî inancın telkin ettiği ‘ahiret inancı’ da etkili olmaktadır. Öteki dünyada ilâhî mahkemede yargılanma, kişinin bu dünyada karşılaştığı haksızlıkların ve mahrumiyetlerin acısını katlanabilir hale koyan teselli ve telafi edici bir fonksiyon icra etmektedir. Bu dünyada birtakım adaletsizliklere, sıkıntılara maruz kalan mü’min kişi ahirette mutlaka bunların mükâfatını göreceği inancını taşır. Dolayısıyla mü’min dünya hayatında çektiği sıkıntıların ve karşılaştığı güçlüklerin kendisi için bir imtihan vesilesi olduğunu, sabrettiği takdirde bunların karşılığını ahirette kat kat mükafat olarak göreceğini düşünerek umutsuzluğa düşmekten kurtulma imkanı bulur. Kısacası ahiret inancı, insanların doğuştan getirdikleri ölümsüzlük arzusuna, bu dünyada bulamadıkları adalet ve mutluluğa, hayal kırıklıklarına ve yapmış oldukları güzel işlere cevap vermek suretiyle onların ümitvar olmalarında son derece etkili olmaktadır.
İnancın gereği olarak yapılan ibadetler de insanların ümitli ve ümitsiz olmalarında son derece etkilidir. İbadet, düşünceyi ve davranışı Allah’a yöneltme böylece Allah ile yüksek bir ilişki ve iletişim kurma biçimidir. Şuurlu bir şekilde yapılan ibadet, şahsiyetin gerek içe gerekse dışa dönük yönünün gelişmesinde son derece etkili olmaktadır. Birtakım meşakkatlerle ve külfetlerle ifa edilen ibadetler, insanın benliğini geliştirmekte ve güçlüklere tahammül gücünü arttırmaktadır. İbadet sayesinde gelişmiş, bütünleşmiş, sağlam bir benliğe sahip olan mü’min, zorluklarla mücadele gücünü kazanmakta, hayatın birtakım zorlukları karşısında kolay bir şekilde sarsılmayıp umutsuzluğa kapılmamaktadır. Zira insan yaşadığı sürece pek çok güçlüğü göğüslemek zorundadır. Çeşitli başarısızlıklar, hastalık, kaza, ölüm, yalnızlık, isteklerin gerçekleşmemesi gibi durumlar sonucunda, insanın yaşama umudu ve enerjisi kırılır, ruhsal gerginlikler ve çatışmalarla birlikte çöküntü başlar. İbadetler kişiyi ruhsal açıdan takviye edip sosyal açıdan da kuşatarak acze ve ümitsizliğe, yalnızlığa düşmesini önler, hayat enerjisini arttırır, iradesini güçlendirir. İbadet, insanın ruh ve beden olarak, içi ve dışı, bütün varlığıyla yalnız Allah’a yapılan şuurlu bir taat ve kurbet (yakınlaşma), Allah’a karşı yalvarıp kulluğu göstermenin son derecesi olarak tanımlanabilir. Dolayısıyla ibadet sayesinde, kişi aciz ve güçsüz kaldığı zamanlarda Yüce Yaratıcıdan yardım dilemek, en yalnız kaldığı zamanlarda O’nu kendisine ‘şah damarından daha yakın’ hissetmek suretiyle bir direnç, irade gücü, manevi bir rahatlık, teselli ve güven bulmakta ve böylece umutsuzluğa düşmekten kurtulabilmektedir. Allah’a teslim olan insan artık O’na dayanıp güvenmektedir, kendisinin her türlü tehlikeye karşı korunacağına, işlerinde yardım edileceğine, isteklerine karşılık verileceğine inanmakta ve bunun güvencini yaşamaktadır. Allah’a güvenen kişi hayatın zorlukları karşısında hemencecik pes etmez, üzüntü, keder ve sıkıntı onu çok fazla derinden etkilemez, Allah’a olan güveni sayesinde birtakım olumsuz olaylar ve şartlar karşısında umutsuzluğa kapılmaz. Esasen ibadetlerin pek çoğu insanın ruh sağlığını doğrudan etkilemektedir. Namaz, belirtildiği gibi insanları yalnızlıktan kurtarır, güven verir ve belirli aralıklarla insanda oluşan gerginlik ve sıkıntıları unutmasını sağlar ki bu da kişinin umut ve umutsuzluğu açısından son derece önem arz etmektedir. Benliğin tam katılımıyla yapılan oruç ibadetiyle huzura kavuşan bilinçaltı temizlenerek, sinir sistemindeki gerginlikler tamamıyla silinir, kaygı ve endişeden kurtulunur. Zekat ve sadaka ise zengin ve fakirlerin psikolojik sıkıntılarını gidermek suretiyle karakter bozulmalarını önlemektedir. Gerçek mal sahibinin Allah olduğunu öğreterek, mal ve mülke aşırı bağımlılığı ve bundan doğacak bencilliği, bunları elde edememekten veya kaybetmekten doğacak umutsuzluğu önlemektedir. Kısacası mü’min, ibadetleri yerine getirmek suretiyle, Allah’a karşı görevlerini yerine getirmiş olmanın iç huzuru, gönül rahatlığı ve güvenliği içerisinde gelecekle ilgili kaygı ve umutsuzluklarından da arınmış olmakta, mükâfat elde etmenin gizli umudunu da taşıma imkânı bulmaktadır.
Ayrıca dua da aynen ibadet gibi ruhu tasfiye ve takviye etmek suretiyle kişinin umutsuzluğa düşmesini önleyen çok önemli bir dinî pratiktir. Dua; ferdin, Allah’ın üstün varlığını kabullenişi, O’nun karşısında aczini itiraf ederek, O’na dileklerini arz etmesinin bir ifadesidir. Dua fiilinin esası dilektir. Dua bir istek ya da dileğin ortaya koyulmasıdır. Bu istek ve dileği canlandıran ise umuttur. Bu sebeple dua bir nevi umuttur. Çünkü insan kendisini güçsüz, iradesini zayıf hissettiği anlarda kendisine bir teselli ve himaye aramaktadır. İşte böylesi durumlarda dua, mü’min için bir umut kaynağı olmakta ve onun umutsuzluğa düşmesini engellemektedir. Dua edilerek kendisine yönelinen Varlık, ‘Dua ediniz ki duanıza icabet edeyim.’ (Bakara, 2/186) buyurmak suretiyle dualara cevap verileceğini, duaya cevap vermemenin kendi şanına yakışan bir davranış olmadığını, bunun sahte tanrıların bir vasfı olduğunu belirtmekte ve kendisinden asla umut kesilmemesi gerektiğini, Allah’ın rahmetinden umut kesenlerin ise ancak kâfirler olduğunu ifade etmektedir (Yusuf, 12/87). Dolayısıyla inanan insan böyle bir bilince sahip olduğundan dua ettiği Rabb’inden daima ümitvardır.
Gerçekte dua ederken hatta ettikten sonra insanın ümitvar olması ve ümidini kaybetmemesi gerekir. Çünkü kula yakışan Allah’a umut bağlaması ve Allah’ın kendisine hiçbir şekilde haksızlık edeceğinden korkmaması, tam manasıyla teslim olmasıdır. Kişinin dua ederken umudunu bir mahlûka, beşerî bir güce veya eyleme değil yalnızca Allah’a bağlaması gerekir. Umutları gerçekleştirecek yegâne güç olarak kabul ettiği Rabbine dua ederek yönelen bir mü’min, umutlarının ve dileklerinin gerçekleşeceği inancını taşımakta, hal ve istikbali hiçbir zaman karanlık görmemektedir. Bu yüzden dua eden mü’minin ruhu sükun ve güven içerisindedir, hayata karşı son derece iyimserdir, karamsar duygulardan da uzaktır. Esasen kişinin zihninde dua etme fikri uyandığı andan itibaren içinde bir umut ışığı belirmiş demektir. Dua ettiği anda ve sonrasında ise tam bir güven kazanır. Bu sebeple günahkar bir mü’minin, dua etme çabası içerisinde de günahlarının bağışlanabileceği duygusu vardır. Zira inandığı Allah, şirk dışında kullarının bütün günahlarını, ne kadar çok olursa olsun tevbe ettiklerinde affedeceğini bildirmektedir. Dolayısıyla tevbe, günahlarının çokluğundan umutsuzluğa düşmüş bir kimse için bir umut ışığı olmaktadır. Böylece kişi günahlarının farkına vararak pişmanlık duyguları ile dua ettiği zaman, hem günahlarının af edilmesine imkân tanımış olmakta, hem de suçluluk duygusunun tehlikelerinden korunarak hayata karşı umut dolu bir bakış açısı kazanmaktadır. Dua, mü’minlere iç sükuneti ve refahı, güçlüklere, ıstıraplara ve hastalıklara karşı sabır ve tahammül gücü vermek suretiyle umutsuzluk ve maneviyat çöküntüsünden kurtarmakta; hayat mücadelesinde, cesaret, azim ve enerjilerini arttırmakta, çaresizlik ve felaketler karşısında teselli kaynağı olmaktadır.
Dua bir teslimiyet ve duygulanma işidir. Dua insanı umutsuzluk, karamsarlık ve yalnızlık duygusundan kurtararak umudunu kuvvetlendirir, korkularını hafifletir, gerginlikleri giderir ve eşsiz bir rahatlık verir. Dua sayesinde mü’min, zihnî, manevî, ahlakî güçlerini daha iyi bir şekilde kullanmakta, endişe, korku ve sıkıntıları yatışmakta, kişiliği en üst derecede bütünleşme imkanı bulmakta ve umutla, inançla dopdolu bir hale gelmektedir. Bu sebepten dolayı Dale Carnegie, “Binlerce insan, hayatın güçlüklerine tek başlarına göğüs germeye çalışacaklarına hayatın sahibi olan Yüce Kudret’ten yardım isteselerdi, ruh doktorlarının kapısına düşmezlerdi.” demek suretiyle duanın insanın ruh ve beden sağlığı açısından, geleceğe ve hayata yönelik ümitvar olması açısından ne derece önemli olduğuna dikkat çekmektedir. Bu sebeple insanın ruh sağlığı açısından dinî inanç, ibadet ve dua, büyük önem arz etmektedir. Dinî inanca sahip olmayan bazı insanlar hayatın güçlükleri, olumsuzlukları karşısında, birtakım başarısızlık durumlarında kolayca sarsılabilmekte, bütün ruhî şoklarda uygun bir sığınak bulamadıklarından umutsuzluğa ve bunun neden olduğu birtakım ruhsal rahatsızlıklara yakalanabilmektedirler. Oysa Allah’a olan inancı, güveni, bağlılığı tam olan bir mü’min bu tür durumlarda, dua, ibadet gibi birtakım manevi sığınaklardan faydalanmak suretiyle, büyük koruyucu olan Yüce Allah’a sığınmakta, adeta kendisini ve hayat enerjisini yeniden yenileme imkânını elde etmekte, böylece umutla dopdolu bir hale gelmektedir.