Necip Fazıl Kısakürek merhum, bir şiirinde:
Haykırsam geçenlere kavşağında her yolun
Aman Müslüman olun, aman Müslüman olun!...
diyor. O kadar samimi ve göz yaşartıcı bir duygu ki bu, kendisini kurtarmayı bir tarafa bırakmış, bütün insanlığı kurtarmaya uğraşan bir büyük adamın, hayatının son yıllarındaki haykırışı, feryadı ve gözünden gaflet perdesinin kalktığının en veciz ifadesi...
Bundan 1400 yıl önce Arap Yarımadasında gaflet, cehalet ve dalalet içinde bir kavim yaşıyordu. Bu insanlar kendi yaptıkları putlara kendileri tapıyorlar ve her türlü İnsanî, ulvî duygudan mahrum bir ömür sürüyorlardı. İşte bu kavmin içinden birisi, Allah'u Teala'nın "bu cihanı senin için yarattım" buyurduğu bir "insan", âlemlere rahmet olarak dünyaya geldi ve bütün insanlığı, bütün kâinatı kurtarma vazifesi ile vazifelendirildi. O, kendisinin de pek veciz bir şekilde ifade ettiği gibi, bir "tebliğ edici" idi... Peygamber Efendimizle başlayan tebliğ ve irşad faaliyeti, böylece kâinatın sonuna kadar, her Müslüman'ın boynuna borç bir vazife olarak devam edecektir. Her Müslüman, karşılaştığı herkesi doğru yola, Allah’ın ve Resulünün yoluna, İslâm'a davet ile mükelleftir. Ancak, Hadisi Şerif’de bahsedildiği gibi, "bir insanın imanını muhafaza etmesinin avucunda ateş tutması kadar zor olduğu günler" içinde yaşıyoruz. Bir taraftan hayat kavgamızı sürdürürken diğer taraftan da bu davet vazifesini aksatmadan, hataya düşmeden yerine getirmekle mükellefiz. İnsanoğlu zenginliğin, refahın uyuşukluğu içinde bir gaflet uykusuna yatmıştır ve onu o uykudan uyandırabilmek zorların zoru bir iştir. "İnandım" diyen her Müslüman'ın üzerine vazife olan "davet" işi bugün sadece kendini kurtarma derdine düşmüş ve yazık ki birçoğu esasen etrafını irşad ve ikna kabiliyetinden mahrum, kendisi mürşide muhtaç kimseler tarafından ele alınmaya çalışılmakta, insanları dine ısındıracağı yerde dinden soğutmaktadır. Bir namaz vakti kapısından girdiğim selatîn camilerinden birinin vaaz kürsüsündeki hoca efendinin "cayır cayır yanacaksınız” sözü üzerine kendimi tutamayıp "korkutma be hocam" diye seslenmiştim ona. Zaten İslam, bütün küfür alemine gerilik ve iptidailik olarak anlatılmaya çalışılmaktadır. Onun için bizlere düşen vazife evvelâ İslam’ı etrafındaki şüphe ağlarından kurtarmak, işin doğrusunu gösterip anlatmaktır. Zaman zaman sorarlar, insanlığa bunca hizmet etmiş falan kâşif veya mûcit, sırf Müslüman olmadığı için neden cehenneme gitsin de bizim imam efendi cennetlik olsun ?" diye... Kimin cennetlik, kimin cehennemlik olacağı Allah'u Teala’nın bileceği iş. Siz, derim onlara, kendinize bakınız ve üzerinize düşen tebliğ ve irşad vazifesini ne dereceye kadar yerine getirdiğinizi, davranışlarınızla, yaşayışlarınızla başkalarına nasıl bir örnek olduğunuzu düşünün. İrşad ilimle, bilgiyle olur. Hele korkutmakla kimseyi doğru yola getirmek mümkün değildir.
İnsanlar iki şekilde eğitilirler: Birisi hür ve şahıs iradesine dayalı eğitim ve öğretim, diğeri de "beyin yıkama" dediğimiz şartlandırma usulü. Eski komünist ülkelerde insanoğlu, üzerine istenen her şeyin yazılabileceği bir boş defter olarak dünyaya gelir zannediliyordu. Böylece yemek verilirken zil çalınan ve zil sesine şartlanıp bu sesi her duyduğunda yemek geliyormuş gibi yalanmaya başlayan köpekler gibi insanların da terbiye edilip şartlandırılabileceğine inanıyordu o sistemin eğitimcileri. Kazın ayağının hiç de öyle olmadığı 70 küsur senelik denemeden sonra ortaya çıktı ve koskoca imparatorluk çatır çatır çöktü gitti. Hür eğitime gelince... İnsanoğlu, Allah'u Teala'nın bir lütfü, fakat aynı zamanda yüklediği ağır bir vazife olarak, akılla mücehhez bir şekilde yaratılmıştır. Önümüze iyi ve kötü beraberce konmuş, aklımızla iyiyi seçip kötüden kaçmamız bizden istenmiştir. Fiilimize göre ceza ve mükâfata müstehak olmaktayız.
Bir kimseyi İslam'a davet edebilmek için evvela kendimiz İslam'ı en güzel şekli ile yaşamak mecburiyetindeyiz. Kendisi içki içen bir insan başkasına içkinin zararlarını nasıl anlatır, onun haram ve günah olduğunu nasıl söyleyebilir?... Temizlik imandandır" der dururuz da camiye girerken üstümüzü başımızı düzeltmez, çoraplarımızı değiştirmez, kendimize bir çeki düzen vermeyiz. Sonra da kendimiz uygulamadığımız prensipleri başkasına anlatmaya kalkarız.
İslam dininde akla mugayir hiçbir nokta yoktur. Hıristiyan dini sadece "mucize"lere, akıl dışı birtakım hâdiselere istinad eder ve müminlerinden bunlara tartışmasız inanmayı ister, onu bekler. Bir Hıristiyan için yerdeki taşın kendi kendine yükselip fezaya gitmesi bir "mucize"dir. Halbuki bir Müslüman için yukardan bırakılan taşı yere düşüren cazibe kuvvetindeki mucize, araştırılmaya değer İlmî bir vakıadır. Aradaki bu kıl payı ama kafdağı kadar uzak farkı hissedemezsek kimseyi ikna edebilmemiz mümkün değildir.
Necip Fazıl Üstâd, "Allah’ı, onun birer mahlûku olan varla yok’dan birine tasdik, öbürüne tekzib ettirenlerin ikisine de şaşıyorum. Allah o kadar var ki, yok şüphesine aynı derecede yer verircesine ona var demek bile gerçek tevhid ehline giran gelir... Allah’a iki cins insan inanır; ya en aptal, ya en akıllı. İkisi ortası dediğimiz hakiki ahmak inkara memur... Mikrobu keşfeden Pastör, keşfinin açtığı harikalar ufku karşısında Allah’a inanır. Fakat o keşfi tam tekmil öğrenen yarım adam, mikrobun keşfedildiği asırda hiç kimseye inanmam diye Allah’ı inkara kalkar" diyor...
İrşad ve davet ilimle olur, bilgi ile olur, samimî imanla olur. Ama ilmin sahibinin Cenâbı Hak olduğunu bilmeden cansız maddeye irade isnad eden materyalist, maddeye aklını ve hayatını bağlamış zavallıları yollarından çevirmek öyle kolay bir iş değildir. Hemen Allah hepimizi Necip Fazıl’ın anlattığı "orta yerdeki ahmaklar..." olmaktan korusun ve üstümüze düşen vazifeleri bir tamam yerine getiren, yerine getiremesek de getirmeye çalışan kimselerden eylesin...