Hidayete Erenler

1965 yılı Afşin doğumluyum. Bir takım nedenlerden dolayı özellikle siyasi karışıklıklar yüzünden sanat okulunu birinci sınıftan sonra bırakmak zorunda kaldım. Babam imam olduğu halde arkadaş çevremin gayri islami yapıya sahip olması aile içinde çeşitli baskılar altında kalmama ve dolayısıyla da bunalıma düşmeme sebep oldu. Bu bunalım ortamı ise beni alkolle tanıştırdı. Bu atmosferde imandan ve İslamdan uzaklaşmam bir bakıma kaçınılmaz olmuş ve iş çığırından iyice çıkmaya başlamıştı. Çeşitli dini cemaatlere bağlı aile dostlarımız ve kendilerince İslamı yaşamaya çalışan arkadaşlarım babamın imam olduğunu, benim o tür hareketlerden kaçınmam gerektiğini, iyi örnek olacağım yerde aksine kötü bir örnek teşkil ettiğimi, insanı küfre götüren hareketler yaptığımı, bir an önce vazgeçmem gerektiğini söyleyip, böylece de sözde emri maruf yaptıklarını zannediyorlardı. Sözde diyorum, çünkü anlattıklarına gerçek manada kendileri dahi inanmıyorlardı. Zira anlattıkları şeyin kemali görülmüyordu. Dolayısıyla onların sohbetleri beni tatmin etmiyordu. Öyle ki onlardan ayrıldığım zaman arkalarından hakaret yağdırmadan edemiyordum. Çünkü onların fiili yalancılıklarını hissediyordum, seziyordum.
Bu olaylar ev yaptıran bir arkadaşımın gelerek evinin sıva işini amcamın çocuklarına vermesine kadar devam etti. Ertesi gün o eve amcamın çocuklarıyla birlikte gittik. Yolda bahçelerin arasından geçerken meyveleri çalıp yiyorduk. Arkadaşın evine vardığımızda kahvaltı bitmiş çay içiyordu. Sıvacılar işe başladı. Benim sıvacı olmadığımı bildiği için beni de evine götürdü ve orda sohbet etmeye başladık. Ordan burdan derken söz daha önce ismini duyduğum "Allah Dostu"na geldi. O sohbet ettikçe içimde ılık havalar esiyordu. Arkadaşım da değişmiş sanki farklı bir kişi olmuştu. Konuştuğu her kelime kalbimi deliyor ve beni ağlatıyordu. O güne kadar çok ağlamıştım ama bu farklıydı. Kendimi tutmak istedikçe daha çok ağlıyordum. Gözlerim pınar olmuş, bir yandan içtiğim çay bardağı tekrar doluyordu sanki. Öyle bir andı ki 1520 dakika oturduğumu zannediyordum. Oysa sohbet başlayalı altı saat olmuştu. Öğle namazının geciktiğini söyleyerek namaz kılma teklifinde bulundu. Müsait değilim diyerek namaz kılamadım. Eve dönerken, geldiğimiz bahçelerden değil meyve çalmak, bahçe sahibinin bende hakkı kalır diye başka yollardan eve gitme yollarını aradım. Eve geldiğimde banyo yapıp temizlenerek akşam namazını kıldım ve yatsı namazından sonra uyumak istediğim halde sohbetin etkisinden uyuyamıyordum. Bir ara dalmışım ve bir rüya gördüm. Bir dağ yerle bir oldu, parçalandı ve tekrar eski haline döndü. Akabinde ikinci bir rüya gördüm ki o rüyada siyah sarıklı siyah cübbeli siyah tenli iki kişinin kollarına girerek havada çok süratli bir şekilde uçtuk. Peygamber Efendimizin (SAV) hicrette saklandığı mağaranın önünden geçerken artık gafletten uyan diye bir ses geldi. O iki kişi beni orda bırakıp gittiler. Tekrar beni alıp götürmek istedikleri halde beni götürememişlerdi. Uyandım, korkuyordum. Ama huzurluydum. Bu olaylar üzerine içime bir ateş düştü ve o ateşi içime düşüren "Allah Dostu"nu görmek istiyordum. Bu isteğime karşılık aile ve çevremden baskılar artmıştı. Aman gitme, derine dalma kafayı yersin... Ama ben hidayete ermiş, huzura kavuşmuştum. Çok kısa bir süre içinde Güneydoğudaki "O Allah Dostu"nu ziyarete gittim. Sanki Türkiye’de değil başka bir alemdeydim. Dönüşte sakal bırakmış, islamiyeti yaşamaya başlamıştım ki baskılar daha çok olmaya başladı. Ben uyurken annem makasla sakalımı kesmeye kalkıyor, misvağımı ateşe atıyordu. Bu tür olaylar; iki yılı aşkın bir süre evli olduğu halde gerdeğe giremeyen yakın bir akrabamın "O Allah Dostu"nun duasıyla gerdeğe girmesi ve çocuklarının olmasına kadar devam etti. Artık baskılar bitmişti. Ailem de ve çevremde "O Allah Dostu"na da bana da muhabbet hasıl olmuştu.
İlk günlerin muhabbetiyle bütün sofiler gözümde evliya gibi gözüküyordu. Onlar ne derse hüccet kabul ediyordum. O kendini alim zanneden cahil insanlara kapılmıştım. Fakat içimde çelişkiler vardı. İlmi kabul etmeyen o cahil insanlar fıkhi meseleleri, farzı ayn ilimleri öğrenmeye gerek yok diyorlardı. Her şeyi "O Allah Dostu"ndan bekliyorlardı. O dönemlerde bulunduğumuz yerde sofiler çok olduğu halde ilmi yönden besleyici kaynak olmadığından İslami ölçüler verilmiyor, "kitap okumak muhabbeti keser" gibi çok yanlış fikirlerin empoze edilmesiyle okuma hevesimiz kırılıyor, bu da bizim cahil kalmamıza, dolayısıyla sofi değil soficik olmamıza sebep oluyordu. İslamiyeti kendi tekeline alan bir takım fikir fakirleri gibi sofiliği de kendi tekeline alan bir takım insanların sınıf ayrımı yapmaları sofilerin cahil kalmalarının en büyük sebebi olarak ortaya çıktı. Tabi sonuç malum, büyük evliyalardan birinin "cahil sofi şeytanın maskarası olur" sözüne uygun olarak itikadı yanlışlıklar, fitne olayları vs... Tasavvuf yanlış anlaşıldığı için istikametten sapmalar olmuş, sofilik cezbe, uçma kaçma olarak benimsenmiş ve öyle kalmıştı. Durum böyle olunca kısır bir döngü içine girmiştik. İslamiyeti yaşama, sohbet, gerçek muhabbet gibi bir olay kalmamıştı. Adımız sofiydi ama yaşantımız farklıydı. Allah’a çok şükür sofiliği gerçek manada anlayan ve yaşamaya çalışan insanların da varlığını hem de bir hayli çok olduğunu FEYZ Dergisi ve derginin elemanlarıyla tanışınca anladım. Üzerimizdeki baskılardan ve ortamın karışıklığından önceleri dergiye karşı bir ilgisizliğimiz vardı. Uzayan sohbetler kendimize çekidüzen vermemize, ölçülerimizin değişmesine, İslamiyet'in ilimsiz ölçüsüz yaşanmayacağını anlamamıza vesile oldu. Onların şahsında "Allah Dostu"na, tasavvufa, İslamiyete karşı bakışım yeni bir yön aldı. Tasavvufun cezbe, uçmak kaçmak vs. den öte ahlak güzelleştirme kapısı olduğunu, Allah dostlarının ise kötü ahlaklarımızdan kurtulabilmemiz için istifade edilmesi gereken doktorlar olduklarını anladım.
"O Allah Dostu"nu ve tasavvufu anlatmada ve tanıtmada bütün zorluklara rağmen hizmetini devam ettiren FEYZ Dergisi mensuplarından Allah razı olsun. Hizmetleri daim olsun.
Abdulhalık GEZİCİ Afşin/K.MARAŞ