ÜVEYSİ MEŞREPLER DE YAŞAYAN MÜRŞİDİNDEN İSTİFADE ETMİŞTİR
Tasavvufi ekollerden Üveysilik nasıl bir meşreptir, referansı nedir?
Bir kimsenin zâhiren görmediği kişi ya da kişilerden rüya yoluyla mânevî eğitim almasına Üveysîlik denir. Hz. Peygamber zamanında Yemen’de yaşayıp Müslüman olan, fakat İslam Peygamberi ile bizzat görüşemeyen Üveys el-Karanî’nin (Türkçede Veysel Karanî) rüya ya da başka mânevî yollarla onunla görüşüp mânevî eğitim aldığı kabul edildiği için, sonraki asırlarda bu yolla eğitim ve feyz alan kişilere Üveysî, bu metoda da Üveysîlik denmiştir. Üveysî kavramı dört grup için kullanılır. Bunlar; Hz. Peygamber’den (a.s), Üveys el-Karanî’den, Hızır’dan (a.s) veya herhangi bir şeyhten rûhânî yolla eğitim alan kişilerdir. Tasavvuf tarihinde Üveysî olduğu söylenen ilk mutasavvıf İbrahim b. Ethem’dir. Onun Hızır’dan (a.s) veya Üveys el-Karanî’nin rûhâniyetinden feyz aldığı söylenir. Yine ilk dönem sûfîlerinden Bâyezîd-i Bistâmî’nin Ca‘fer es-Sâdık’tan, Ebu’l-Hasan Harakânî’nin de Bâyezîd-i Bistâmî’den Üveysî yolla eğitim aldığı nakledilir.
Vefat etmiş olan velîlerin rûhâniyetinden Üveysî metodla feyz ve eğitim alan sûfîlerden birçoğunun, ayrıca yaşayan bir mürşidinin de olduğu görülmektedir. Bazı sûfîlere göre bu daha güvenilir bir yoldur. Zira rüyasında bir veliyi görüp ondan bazı bilgiler alan kişi, bunun sâdık bir rüya mı, yoksa bir aldatmaca mı olduğunu anlamakta zorlanabilir. Yaşayan rehberine danışmak ve rüyasında aldığı bilgilerin dînin kurallarına uyup uymadığını test etmek gibi yollarla onun sıhhati hakkında fikir sahibi olabilir. Danışacak bir rehberi olmayan kişiler ise yanlış fikirlere sapabilirler. Bu sebeple bazı sûfîler: “Diri bir kedi, ölü bir aslandan daha iyidir.” diyerek yaşayan bir şeyhten eğitim almanın önemini vurgulamışlardır.
ALLAH’A YAKLAŞMAK İRFAN İŞİDİR
Tasavvufta seyr u sülûkun bitmesi söz konusu mudur? Ya da bunun manevî karşılığı “nefs-i mutmainne” olmak mıdır? Bunun, Hz. Peygamber’in “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.” sözündeki güzel ahlaka dair karşılığı nedir?
Seyr u sülûk, tasavvuf yolundaki manevî ve ahlâkî eğitimin adıdır. Aslında güzel ahlâkı geliştirmenin, mânen ilerlemenin ve Allah’a yaklaşmanın (kurbiyyetin) sonu düşünülemez. Tıpkı insanın zâhirî eğitiminin beşikten mezara devam etmesi gibi. Bununla birlikte üniversite diplomasını alan öğrenci lisans eğitimini tamamlamış sayılıp öğretmen olabildiği veya başka bir göreve tayin edildiği gibi, tasavvuf yolunda bir miktar mesafe kat eden kişilere de seyr u sülûkunu yani manevî eğitimini kategorik olarak tamamladığı var sayılarak başka insanlara sohbet etme ve onları irşad etme yetkisi verilebilmektedir. Üniversiteden diploma alıp öğretmen olan kişi, bundan sonra nasıl okuyup araştırarak kendini ve bilgisini geliştirmek durumundaysa, irşad yetkisi alan kişi de ahlâkını güzelleştirme ve daha iyi bir Müslüman olma konusunda çalışıp çabalamaya devam etmelidir. Tasavvuf yolunda “Ben oldum, kemâle erdim.” denmez, böyle diyen kişi ham ve nâkıs kabul edilir. Ama manevî eğitim yoluna yeni girenlere sohbet edecek kişilere de ihtiyaç olduğu için bazı kıdemli müridlere bazı yetkiler verilir.
Tasavvuf yolunda nefs-i mutmainne mertebesine erişen kişilere sohbet yetkisi verilebilir ise de, mutlak manada şeyhlik yetkisi alabilmek için onun üzerindeki nefs-i râdıye ve nefs-i merdıyye mertebelerini aşarak, nefs-i kâmile, diğer adıyla nefs-i sâfiye mertebesine ulaşmak gerekir. Nefs-i kâmile mertebesinden sonra kategorik olarak seyr u sülûkun bittiği kabul edilse bile, o mertebedeki kişiler de evrâd, ezkâr ve tefekkür ile mânen ilerleme çabası içinde olurlar. Çünkü güzel ahlâkın sonu yoktur.
AHLÂKI GÜZELLEŞTİRMEDE AKLIN ROLÜ
Tasavvufla elde edilen kemâl, irfan ya da marifet nasıl bir durumdur? Güzel ahlak nasıl elde edilir? Aklın tatmini ile nefsin tatmini arasında nasıl bir fark vardır? Akletmek, ahlâkı güzelleştirme çabalarımızda niçin yetersiz kalmaktadır?
Tasavvufî eğitim yoluyla elde edilen kemâl yani olgunluk, kişiyi ibâdetlerini aşk ile icrâ eden, kötü ahlâktan arınmış, kibar, âleme şefkat nazarıyla bakan iyi bir Müslüman hâline getirir. Bu durum yüzyıllardan beri tecrübe edilmiş ve çok örnekleri görülmüştür. Bu, “her tasavvuf yoluna giren kişi aynı kıvamda olur” demek değildir. Ancak bu eğitim, az ya da çok herkese tesir eder ve faydası olur. Bu kemâle hakkıyla eren kişiler hassas bir ruha sahip olurlar. Karıncayı bile incitemezler. Yunus Emre Hazretleri gibi “Sordum sarı çiçeğe…” diyerek çiçekle, böcekle, ağaçla, dağ ile konuşurlar. Oysa avam halk çiçekle konuşan birisini görünce deli zanneder. Oysa o kemâl ehli kişinin kâinâta bakışı değişmiştir. Yine bu kâmil insanlarda Allah sevgisi yüksek seviyededir. İlâhî aşk, gönüllerini istilâ ettiği için dünya sevgisi gönüllerinden silinir. Maddî imkânlarını ümmet yolunda rahatça ve zevkle harcayabilirler. Bazıları Allahu Teâlâ’ya naz makâmında duâ eder. Bazıları da niyâz makâmında olur. Bedenleri halk arasında olsa bile gönülleri Allahu Teâlâ ile başka bir âlemde, başka bir pazardadır.
Bu manevî makamlar, sadece kitap okumakla, akıl ve düşünce yoluyla elde edilemez. İşin içine aşk girmelidir, cezbe girmelidir. Bunun için de önce şuurlu bir zikir lazımdır. Aşk ehlinin sohbetlerine katılmak lazımdır. Çünkü hastalıklar bulaşıcı olduğu gibi, aşk da bulaşıcıdır. Gönül ehli, Allah’a âşık kişileri dinlemek, onların yazdıklarını okumak sûretiyle onlardaki Allah ve Peygamber sevgisi zamanla bize de yansır. Yunus Emre, Niyâzî Mısrî gibi Allah dostlarının aşk ile yazdıkları şiirleri ve ilâhileri okumak, dinlemek ve tefekkür etmek bu konuda çok faydalıdır.
NÜBÜVVET KEMALÂTI YANINDA VELAYET KEMALÂTI DENİZDE DAMLA GİBİDİR
Velayet yolu ile nübüvvet yolu farklı meşrepler midir? Allah’a vasıl olmakta ikisi arasındaki fark nedir?
Velâyet yolu velîlerin yoludur. Velîlik, Allah ile dostluk demektir, gönül sadece Allah’a dönük olur. Nübüvvet yolu ise peygamberlik yoludur. Peygamberlik yolunda kalp bir yönüyle Allah’a, diğer yönüyle insanlara dönük olur. Çünkü peygamberlerin halkı irşad ve tebliğ görevleri vardır. Nübüvvet yolu asıl itibariyle peygamberlere ait ise de onlara vâris ve tâbi olmak hasebiyle bazı velîler de bu yoldan feyz ve nasip almışlardır. Hakk’tan aldıkları feyzi halka yaymışlardır. İmâm-ı Rabbânî’ye göre sâlik, yani tasavvuf yolcusu, velâyet-i suğrâ (küçük velîlik, evliyâ velîliği) mertebesinden sonra velâyet-i kübrâ (büyük velîlik, peygamberlik velîliği) mertebesine yükselir. Daha sonra Velâyet-i uzmâ (meleklerin velîliği) mertebesine çıkar.
KÖTÜ AHLAKTAN KURTULMAYA ÇALIŞMAK, İNSANI KİŞİLİK SAHİBİ YAPAR
Tasavvuf yolu hep “nefyetmek” üzerine bina edilmiş gibi. Oysaki kişilik, kimlik ve duruş, “varlığı”, “müspet manada var olmayı” önceliyor. Hz. Peygamber’in aksiyoner ve çok yönlü hayatı da göz önünde bulundurulursa aksiyoner ve ahlaklı bir biçimde, müspet manada varlığımızı ortaya koymak nasıl başarılabilir? Kişilik kimlik ve duruş bu bağlamda nasıl ortaya çıkar? İnsan manevi varlığını ortaya koyarken hilm de var, vakar da var. Allah için sevmek de var, Allah için buğzetmek de var, hem de en kıymetli ameller bunlar. Amelî açıdan mudara etmek de var, Müdaheneye düşmemek de… Bu kadar kaliteli davranmak, ilim, ölçü, hikmet gerektirmiyor mu? Yoksa insanlar tasavvufu yanlış mı anlıyor? Tasavvufta aradığını bulamayacağını düşünen insanların çeldiricilerinden biri de bu konu olabilir mi? (Hiç şüphesiz onların derdi daha derinlerde ve çok problemli…)
İslam nefy etmekle, “yok” demekle başlıyor. Kelime-i tevhîd “Lâ” yani “yok” kelimesiyle başlar. “Başka ilah yok, sadece Allahu Teâlâ var” demektir. İnsan farkında olmadan parayı, dünya malını, unvanı, nefsinin arzularını ilah yani put edinmiş olabiliyor. Kur’an-ı Kerim’deki: “Nefsinin arzusunu ilâh edineni gördün mü?” âyeti bu duruma işaret etmektedir. Tarlaya tohum ekilmeden önce tarla kazılır, zararlı otlardan temizlenir, sonra tohum atılır. Kalpteki bâtıl ilâhlar ve kötü ahlak sökülüp atılmadan “illallah” yani “sadece Allah vardır” dememiz sözde kalacaktır. Nefyi hakkıyla yapabilen kişi, isbâtı da hakkıyla yapacak ve kâmil bir mümin olma yolunda ilerleyecektir. Kötü ahlâkı, haset, kibir, riyâyı, bu meyanda bencilliği, egoyu yani nefsaniyeti yok etmek için çalışmak, kişiyi gerçek hürriyete kavuşturur, kişilik sahibi ve olgun bir insan eyler. Nefsâniyetini yok eden sûfîlerin millî mücâdelelerde, cihadda en önde savaştıkları görülmektedir. Kafkaslar’da Ruslar’a karşı yürütülen millî mücadelenin komutanı Şeyh Şâmil bir Nakşibendî idi. Cezâyir’de Fransızlar’a karşı yürütülen millî mücadelenin komutanı Emîr Abdülkâdir el-Cezâirî Kâdirî, Nakşibendî ve Şâzelî idi. Afrika’da Senûsiyye tarîkatı mensuplarının, Anadolu’daki millî mücadelelerde tasavvuf ehlinin faaliyetleri bilinmektedir. Demek ki nefsin kötü ahlâkını yok etmek, kişinin şahsiyetini örseleyip bir kenara çekilmesini değil, aksine şuurlu, ümmet için canını fedâ etmekten çekinmeyen, bu yolda maddî-dünyevî hesap yapmayan olgun bir Müslüman olması neticesini vermektedir. Ancak günümüzde tasavvuf adıyla ortada görülen ekollerin hepsi gerçek tasavvufu temsil etmemektedir. Bazı ehil olamayan kişiler de tasavvuf ehli veya şeyh sıfatıyla etrafına muhib toplayabilmektedir. Onların yanlış uygulamaları ve düşüncelerinin faturası, gerçek tasavvufa kesilmemelidir.
TASAVVUF İSLAM’IN MANEVİ YÖNÜDÜR
Tasavvufi öğretiler, insanın kendisiyle ilgili benlik algısını nasıl şekillendiriyor? İnsanın kendisine bakışını nasıl etkiliyor? Tasavvuftaki muhasebe kültürünün, insanın kendine bakışında yanlış anlamalara yol açmaması için, doğru ölçülenmek adına açıklanmaya muhtaç tarafları var mıdır? İnsan kendini nasıl değerlendirmeli? Kendine haksızlık yapmadan kendini iyi hissetmek ve istikamet üzere devam etmek nasıl başarılabilir?
Son yıllarda Batılı bir moda olarak “kişisel gelişim” kavramı gündemimize girmiş durumda. Ancak bu moda, materyalist ve seküler Batı’nın ürünü olduğu için İslam tasavvufunun manevî gelişim yani kemâlât usul ve gâyeleriyle örtüşmez. Kişisel gelişim adı altında egolar şişirilmektedir ve temel gâye, kişinin toplumda itibar ve dolayısıyla çok para kazanmasının yollarını açmaktır. Yapmacıktır, dünyevîdir, ahirete yönelik değildir, samimi değildir. Ancak bu moda, okuduğumuz gazete, izlediğimiz film, dinlediğimiz radyo gibi yollarla farkında olmadan bilinçaltımıza enjekte edilmektedir. Bu enjeksiyona maruz kalan zihinlere sadece tasavvuf değil, sahabenin ve hatta Hz. Peygamber’in hayatı bile ters gelebilir. Tıpkı Batı’nın rasyonalizm, hümanizm, feminizm gibi felsefeleriyle zihni dolan ve bu sebeple o arızalı aklına uymadığı gerekçesiyle hadisleri inkâr eden, Kur’an âyetlerinin manasını sündüren ve Müslümanca düşünmeyi unutmuş kişiler gibi. Dolayısıyla “benlik, kişilik” gibi kavramları Batılı perspektifle değil, İslamî gözlükle ele almak gerekir.
Tevbe, Kur’an’ın emridir. Ve her tevbe bir iç muhâsebedir. Tasavvufta da muhâsebenin önemli bir yeri vardır. Gerçek tasavvuf, İslam’ın kendisidir, İslam’ı aşk ile yaşamaktır. Ancak tasavvuf adına ortaya çıkmış ehil olmayan kişiler müridlere faydalı olamayacakları gibi, onları psikolojik baskı altına alarak psikolojilerinin bozulmasına da sebep olabilirler. Ayrıca şeyh samimi ve istikâmet ehli olsa bile, bazı müridlerin câhil olduğu ve tasavvufu yanlış yorumladığı bilinmektedir.
Yıllar önce bir arkadaşla İstanbul’da Yahya Pakiş isminde bir şeyh efendinin ziyaretine gitmiştik. Şeyh Efendi bazı müridlerinin câhilliğinden bahsederek şöyle demişti: Geçenlerde bir mürid geldi, ayakta duruyor, bir şey söylemiyordu. Kendisine: “Bir diyeceğin mi var?” diye sordum. “Estağfirullah Efendim, size ma’lumdur.” diye cevap verdi. Ben de: “Nereden ma’lum olacak, bir derdin varsa söyle ki elimden gelirse yardım edeyim.” dedim. O yine: “Estağfirullah, size ma’lumdur.” diye cevap verdi. Böyle câhil müridler var, demişti o zât.
Yani tasavvufun doğru bir şekilde anlatılması, Kur’an ve sünnet çizgisinde bir tasavvuf anlayışının öne çıkarılması lazım. Bir sûfî için ilk örnek Hz. Peygamber ve ashâbının hayatıdır. İstikâmet üzere olan bir tasavvuf anlayışı, hızla dünyevîleşen ve Batılı felsefelerle zihni bulanan günümüz Müslümanı için en faydalı ilaçtır.