Sonsuz Hayatta Mutluluk İlâhi Aşktan Geçer… / Şenel İlhan Beyefendi’nin Sohbetinden

Şöyle sakin bir şekilde hayatımızın değerlendirmesini yaparsak bütün bilinçli davranışlarımızın altında genelde hep mutlu olma isteğinin yattığını görürüz. Mutlu olmak için yüksek tahsil yapar, mutlu olmak için çalışır, mutlu olmak için evlenir, çoluk çocuk sahibi oluruz. Ev, araba, güzel imkânlar, güzel bir iş hep “mutluluk puzzle”ının birer mütemmim cüzleridir.

Peki, mutlu olmanın peşine niçin bu kadar düşeriz, mutlu olunca ne olur ki derseniz, Yüce Yaratıcı vücudumuza öyle bir sistem yerleştirmiştir ki bu sistem sayesinde mutlu olmak, vücutta mutluluk hormonlarının salgılanmasına neden olur. Bu hormonlar sayesinde kendimizi daha neşeli, daha huzurlu, daha sağlıklı, daha zinde hissederiz ve hayata hep pozitif yönüyle bakabiliriz...

Ayrıca yaşadığımız güzelliklerin bir rüya gibi kısa olmasını, geçici olmasını da sevmeyiz. Zira, bu geçicilik duygusu mutluluğumuza her zaman gölge düşürür. Bilinçaltında yatan bu korku ve kaygıların etkilerini geceleri yalnızken veya hastayken, dertler-tasalar içinde çaresizken hep görebiliriz. Bu nedenle dünyada sahip olduğumuz güzelliklerin, tattığımız lezzetlerin devamlı olmasını, bâki olmasını dileriz. Zira bizi yaratan, ruhsal ve bedensel isteklerimizi sonsuz bir yaşama göre dizayn etmiştir. Bu nedenle insanoğlu için Allah ve ahiret inancı, “mutluluk puzzle”ının olmazsa olmaz birer parçasıdır. Bu tespitten hareketle diyebiliriz ki Allah ve ahiret inancı olmayanların yani tanrı inancını ve dinin gerekliliğini reddedenlerin mutlulukları, onlar her ne kadar bu gerçeği itiraf etmekten kaçınsalar da her zaman yarım ve eksik kalacaktır. Ve bu gerçek, onlar dünyanın en güzel imkânlarına sahip olsalar bile asla değişmeyecektir.

Şu yapımızın hepimiz farkındayız ki kaos ve karmaşadan düzenliliğe, rahatsız edici bir sıcaktan rahatlatıcı bir serinliğe, soğuk dondurucu bir ortamdan bahar havasına, hastalıktan sıhhate vs. kaçarız. Ruh halimiz için de bu geçerlidir; her türlü sıkıcı, üzüntü verici, bunaltıcı bir ruh halinden de huzur duyabileceğimiz, mutlu olabileceğimiz ruh haline kaçmak isteriz. Aslında bu kaçış, her konuda noksan olarak yaratılmış olan insanın farkında olmasa bile ruhsal bir refleksle fıtratına kodlanmış olan noksanını tamamlama yani cemâle ve kemâle ulaşma arayışıdır. Ama insanın bu cemâl ve kemâl arayışı ancak Rabbine teslim olunca, O’nun sevgisinde, aşkında fena olunca tatmin bulacaktır, bunun da bilinmesi gerekir…

Rabbimizin büyük bir ihsanı olarak vücudumuzun, bizim pek de farkında olmadığımız ama aşırı ya da yetersiz salgılandığında tüm dengelerimizi alt üst edebilen, dengeli olmaları halinde ise olumlu duygulara sahip olmamıza yardım eden “hormon” adlı çok önemli işçileri vardır. Bunların bir kısmı vücudumuzun sıvı dengesini, kan basıncını, şeker, yağ ve kemik metabolizmasını düzenler, bir kısmı büyüme, gelişme ve üremeyi, bir kısmı da vücutta huzuru, rahatı ve mutluluğu sağlar. Mutluluğu sağlayanlar: Serotonin, endorfin, dopamin ve oksitosin isimli hormonlardır.

Mesela sevdiğimiz şeyleri yersek vücut bu hormonlardan salgılar ve mutlu oluruz. Sevdiğimiz şeyleri giyersek, sevdiğimiz davranışları yaparsak, sevdiğimiz yerlere gidersek yine bu hormonların salgıları bizi mutlu eder. Nitekim kendimizi iyi hissetmek için estetik ameliyatlarla, rejim ve diyetlerle vücudumuzun bizi mutsuz eden kısımlarından kurtulmak isteriz. Neticede bütün çabalarımız daha çok mutlu olmak ve daha huzurlu yaşamak içindir.

O zaman bizi mutlu edecek duygu ve davranışlar arasına çok önemli bir şeyi daha ilave etmemiz gerekir ki o da sevgi duygusudur. Zira sosyal bir varlık olan insan için “mutluluk puzzle”ına sevgi duygusunu ekleyememek çok büyük bir eksiklik olur. Yani ilk önce kendimize değer verip kendimizi seveceğiz; sonra da çevremizde olan eşimizi, dostumuzu, çocuklarımızı, yakınlarımızı, ahbaplarımızı, arkadaşlarımızı seveceğiz. İşte bu “sevgi duygusu” mutluluk hormonlarımızı coşturur. Öyle ki, yemek yersin doyarsın, aynı elbiseyi giymekten bıkarsın, aynı güzelliklere zamanla alışırsın, bu güzellikler sende belli bir zaman sonra bir doygunluk hissi oluşturur ama sevenler bilir ki sevmenin bıkması, doyması olmaz...Bu nedenle diyebiliriz ki insanoğluna Yüce Rabbi tarafından bahşedilen güzel duygular içerisinde en müstesna bir yere sahip olanı veya en kıymetli bir yerde duranı sevgi duygusudur.

Sevgi duygusu, güneşin sarı ışığı gibidir ki onun tayflarında, tüm güzellikleri algılama, anlama, değerlendirme, takdir etme, kıymet bilme, teşekkür etme gibi akıl ve iradenin hakkını veren duygular ile merhamet şefkat, cömertlik, fedakârlık, diğerkâmlık gibi gönülden gelen duyguların renkleri vardır. Bu nedenle tüm canlıların hayat kaynağı ve yaşam sebebi olan güneşimiz, sarı rengin sıcaklığı ile yeryüzündeki bütün mahlukatı nasıl şefkatle ısıtır ve kucaklarsa, sevgi dolu gönüller de çevresini böyle ısıtır, böyle kucaklarlar.

Sevmenin büyük olanı aşka doğru yaklaşır. O yüzden çok sevdiklerimiz için “aşkım” tabirini kullanırız. Lakin aşk aslında “Mecnun’un Leyla’nın sevgisinde yok olması gibi” sevilende yok olmayı ifade eder. Yani sevdiğin kişinin veya varlığın sevgisi seni öyle kuşatır ki artık ondan başka bir şey düşünemez olursun; bir bakıma onun bağımlısı, esiri, kölesi olursun. O halde bir gerçeği burada ifade etmek yerinde olacaktır ki bu denli bir yüce sevginin yalnız Yüce Yaratan’a karşı duyulması uygun olandır. Yani bu konuda ayarı iyi yapabilmek, sınırları muhafaza edebilmek çok önemlidir. Zira bir erkeğin veya kadının karşı cinsine sevginin ifratı diye tanımlayabileceğimiz bir duygu ve ifade ile sana aşığım, sana tapıyorum demesi, yüceltici bir duygu gibi görünse de bu duygu ve davranışların tahlili yapılırsa, bunların insanı yüceltici değil, insan onurunu zedeleyici, iradesini iptal edici, adeta köleleştirici bir sevgi sapması olduğu görülür. Her türlü kusurdan ve ayıptan münezzeh olana, ölümsüz ve bâki olana, her türlü güzelliği en kemâl zirvede nefsinde taşıyana duyulması gereken aşk duygusunun, insanlar gibi eksik ve kusurlarla dolu olan, her zaman hataya düşme, günah işleme, yanlış yapma, egosu için, menfaati için bir gün bizi yüzüstü bırakma ihtimali olan fanilere duyulması şüphesiz yanlış olur. Bu türden ifrat bir şekilde beşerden bir kadın veya erkeğe duyulan aşk, insanı şirke kadar götüren sevginin sapkınlığıdır ve cinsel sapkınlık gibi tehlikeli bir durumdur.

Allah’a duyulan aşk, Allah sevgisinde yok olmuş Allah Resulü’ne (s.a.v.) de duyulabilir; yine Allah aşkıyla kendi boyasından geçip Allah’ın boyası ile boyanmış, fena mertebesine erişmiş Allah dostlarına da… Zira aslında bu tür bir aşk “Güneşin aynadaki aksinin de güneş olması gibi, Allah aşkının beşer üzerinden bir yansımasıdır. Allah dostlarının aynasında görünen de Allah’ın nuru veya aşkıdır.” başka bir şey değil.

Evet, sözü artık fazla uzatmadan, bu önemli ve hassas konuya, kısa ama çok doyurucu, hikmetli bir açıklama getiren kıymetli büyüğümüz Şenel İlhan Beyefendi’nin bir sosyal medya paylaşımı ile noktayı koyalım:

“Aşk, sanıldığının aksine angarya bir iş, kalbî bir hastalık değil, tam tersi insan için ekmek gibi su gibi kesin bir ihtiyaç ve mutlu, huzurlu, en önemlisi de başarılı bir hayatın enerji ve motivasyon kaynağıdır... Âşık olan insanın beyninde salgılanan, dopamin, serotonin, oksitosin gibi hormonlar, aşkın kimyasal kaynaklı gerekliliğinin delilinden çok, fıtratı deşifre eden aşka teşvik kriterleri gibidir…

Bu konuda fazla söze gerek olmayacak kadar bilimsel çalışmalar ve kesin konuşturan ispatlar ve gerçekler vardır! Yeter ki, aşkımızın iç dizaynı: Nefsimizle haz, kalbimizle, ruhumuzla sevgi ve bağlılık olarak ve ayrıca, aklımızla da; denetleme ve uygun sınırlarda tutmayı başararak yaşadığımız, Allah’ın da razı olduğu ve en çok da O’nun sevildiği bir aşka talip olalım ve hep orada kalalım…

Aşkın bu denli gerekli ve insana faydaları noktasında mucizevi güzelliğine rağmen; denetlenmemiş, nefsin ve şeytanın eline bırakılmış bir aşk, maalesef aynı zamanda en iğrenç, en aşağılık ve insana en yakışmayan, insanı manen cüceleştiren, şirk benzeri korkunç bir maraz da olabilmektedir…

Klasik aşk filmlerinde, elden düşmeyen aşk romanlarında adi bir formda işlenen ve adına aşk dedikleri rezillikler; insanı evleneceği kadına diz çöktürerek, evlenme teklifi etme alçaklığını, doğal bir kültür gibi insanlığa yutturan, şiirlerde, şarkılarda, Allah’tan başka tanrılar gibi sevgililere taptıran, asil ve yüce insanın meleklerin secde ettiği ruhunu, şehvetin ve şeytanın önünde diz çöktürüp, zilletlere attıran, bir şeytanî ve nefsanî gaflet ve şirk silahı olmuştur... Yani, hiç farkında bile olmadan; imanı, şerefi, haysiyeti silip süpüren bir musibet ve alçaklık olmuştur…

İğrenç bir porno film seyrettiği zaman, ne kötü bir şey yaptığını her insan bilir, utanarak, haya ederek tevbe eder, çünkü yaptığının farkındadır, ilacı ise, pişmanlık ve tevbe…

Fakat, görünürde gayet masum bir aşk filmi seyredip, daha sonra da utanan, yüzü kızaran, tevbe eden, ben daha hiç duymadım, görmedim…

Oysa o masum görünen filmler, şarkılar ve romanlar, direkt imana, şerefe, onur ve haysiyete musallat olan ve en büyük tahribatı hiç fark ettirmeden yapan cehennem tuzaklarıdır…”

Allah’a emanet olun.