“Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar Allah’ı tesbih ederler. Her şey O’nu hamd ile tesbih eder. Ancak, siz onların tesbihlerini anlamazsınız. O, halîm’dir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir), çok bağışlayandır.” (İsra, 17/44)
“Görmez misin ki, göklerde olanlar ve yerde olanlar, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanların birçoğu Allah’a secde ediyor…” (Hac, 22/18)
“Kendisiyle birlikte tesbih etsinler diye biz, dağları ve toplanıp gelen kuşları Dâvûd’un emrine verdik. Onların her biri Allah’a yönelmişlerdi.” (Sad, 38/18-19)
“Göklerde ve yeryüzünde bulunan kimselerle, sıra sıra (kanat çırparak uçan) kuşların Allah’ı tesbih ettiğini görmez misin? Her biri duasını ve tesbihini kesin olarak bilmektedir. Allah, onların yapmakta olduğu şeyleri hakkıyla bilendir.” (Nur, 24/41)
Bu ve benzeri ayet-i kerimelerde ifade edildiği gibi Yüce Rabbimiz, göklerde ve yeryüzünde olan canlı cansız bütün varlıkların tesbihinden söz eder. Yani onların kendi lisanlarıyla Allah’ı tesbih ettiklerinden, zikrettiklerinden haber verir. Bu ayeti nasıl anlamalıyız, cansız ve şuursuz varlıklar bir insanın “Allah, Allah” “lâ ilâhe illallah” demesi gibi mi zikrederler? İnsan gibi namaz kılar, Kur’an okurlar mı ki Allah bu ayette bize böyle bir bilgi verir?
İnsanların derdini anlatması iki türlüdür, birisi konuşarak diğeri de vücut dili ile… Birine lisan-i kal, diğerine de lisan-i hal denir. Mesela birine kızdığımızda bağırarak, azarlayarak ifade edebiliriz ki buna konuşma (kal) denir, kaşlarımızı çatarak da kızgınlığımızı ifade edebiliriz ki buna hal lisanı denir.
Yine bir insanın hangi dinden veya milletten olduğunu kılık kıyafetinden ve eylemlerinden anlayabilir, şu adam Müslim, bu Yahudi, bu Budist, bu Hintli, bu Arap diyebiliriz. Veya namaz kılan birisini görsek Müslüman, istavroz çıkaranı görsek Hristiyan deriz.
Rabbimizin, kâinatta hiçbir şey yok ki demesi canlı cansız bütün varlıkların tesbihini kasteder. Bize göre şuursuz veya cansız kabilinden saydığımız dağlar, taşlar ve bunları oluşturan zerreler hep zikir halindedir ki bunların zikri hal iledir. Cami yapan bir usta, bir işçi bunu Allah rızası için yapıyorsa bu çalışması tesbihtir, zikirdir, duadır. Allah’ın rızası için O’nun yapmasını istediği bir eylemi gerçekleştirmektedir. Burada insan için bir irade söz konusu olduğundan bu eylemin ayrıca ecri vardır. Dolayısıyla evrendeki işleyişe katkı için, bir vazife ile yaratılmış canlı-cansız her mahlûk, iradesiz olan eylemlerinde Rabbinin buyruğuna teslim olarak hareket ettikleri için onların bu yaptıkları, “cami yapan usta” örneğindeki gibi tesbih ve dua hükmündedir.
Arapçada zikretmenin çok geniş anlamları vardır. Mesela dil ile söylemek bir zikir olduğu gibi gönülden geçirmek de bir zikirdir, hatırlamak da hatırlatmak da...
“Allah’ın veli kulları kimlerdir?” diye sorulduğunda Peygamberimiz (a.s.m.) şu cevabı vermişlerdir: “Onlar öyle kimselerdir ki görüldükleri zaman Allah Celle Celaluhu Hazretleri hatıra gelir.” (Taberi, 4/2731)
Demek ki bir Allah dostunu görmek Allah’ı hatırlamaya ve aynı zamanda Allah’ı zikretmeye vesiledir.
Yani, Selimiye Camii muhteşem mimarisi ve işçiliği ile nasıl Mimar Sinan’ı hatırlamamıza ve ondan övgüyle bahsetmemize vesile ise yine Meşhur Musa heykeli Michelangelo’yu hatıra getiriyor ve şaşkınlık oluşturuyorsa evrende gördüğümüz her bir bilinçli tasarıma örnek olan canlılar da akl-ı selim insanlara, onu tasarlayan ve planlayanı ve bu muhteşem eserleri ortaya koyanı hatırlatır. O yüce Yaratıcı ve eşsiz Sanatkârı minnet ve şükran hisleriyle anmamıza vesile olur. İşte Rabbimiz bu ve benzeri birçok ayette öncelikle bu manayı kastetmiştir.
Aynı şekilde mevcudatın içindeki bitki ve hayvan gibi canlıların şuursuzca yaptıkları ama bilgi, plan, akıl, teknoloji, marifet, beceri gerektiren şuurlu işleri, akıllı ve şuurlu yaratıklar olan insanoğluna bir mesaj niteliği taşır. Bu mesajlar Kur’an’ın ayetleri gibi birer ayet hükmündedir ki buna “kevni ayetler” denir. Kur’an okumak ise “kavli ayettir”. O halde Kur’an okumak nasıl zikir ise kevni ayetleri okumak, anlamak ve bunlar için Yaratan’a şükretmek de zikirdir, tesbihtir.
Mesela hayvanlar âleminden hepimizin çok yakından tanıdığı, sofralarımızdan yumurtası ve eti eksik olmayan tavukların marifetinden bahsedelim:
Bir tavuğa, “Ey tavuk! Protein deposu olan bu muhteşem yumurtayı nasıl imal ediyorsun, içerisine bu proteinleri nasıl koyuyorsun? Sen bir canlının ihtiyacı olan bu şeyleri hangi okulda öğrendin? 21. yüzyılın baş döndürücü teknolojik gelişmelerine rağmen laboratuvarlarda üretilmeyen bir yumurtayı fizik, kimya, biyoloji bilgin olmadan nasıl yaparsın? Sen ki etini ve yumurtanı insanoğlunun şerrinden koruyamayan, tuzak kursak en basit tuzaktan bile korunmayan, akıl ve fikirden yoksun bir hayvancağızsın, insanların yapamadığı bu şeyi sen nasıl yaparsın?”
Tavuk demez mi, “Ben ne anlarım yumurtanın nasıl yapıldığından, içinde neler olduğundan. Aslında yumurtlamak benim için hiç de sevmediğim sancılı bir iştir. Bana kalsa ne yumurtlarım ne de size bir tane veririm, ama buna mecburum, zira beni Yaratan buna mecbur etmiş. Öyle ki içimde oluşmasına engel olamadığım gibi yumurtlamadan da duramam. Dolayısıyla beni ve yaptıklarımı görenler bana değil, yumurta ve etim için beni size hizmetkâr kılana teşekkür etsinler.”
Yine horoza sorsak, “Ey horoz! Sen tavukları döllerken amaç ve niyetin nedir, dünyaya yeni horoz ve tavuklar meydana getirmek mi? Bu hizmetinle hayvanlar âlemine ve ekolojik dengeye ne büyük bir hizmet yaptığının farkında, bilincinde misin?”
O da diyecektir ki: “Beni ne yeni tavuklar ne horozlar ilgilendirir ne de sizin ekolojik dengeniz. Civcivlerin sayılarını sayamam, erkeğinin dişisinin istatistiğini tutamam. Aklım olsa insanlar kesip yesin diye böyle bir üretime sebep dahi olmak istemem, ama içimdeki enerji beni bu işe teşvik ediyor, siz içime bu aşkı, bu enerjiyi koyana dua edin.”
Anlıyoruz ki bilgiden ve şuurdan mahrum olan bu tavuk ve horozlar, yaptıkları şuurlu işle kendi benzerlerini imal ederken sadece bu mucizeyi yapanı hatırlatarak zikir yapıyorlar.
Dolayısıyla hiç kendimizi kandırmaya gerek yok, açıkçası yaptıkları işlerle insanlık âlemine veya ekolojik dengeye nasıl büyük bir hizmet yaptığının hiçbir hayvan farkında değildir. Bu varlıklar bir yönüyle Rabbimizin yaratma sanatının büyüklüğüne delalet ederken bir yönüyle de canlı, kanlı etten imal edilmiş, tren, uçak, otomobil gibi araçlar ve gereçler olarak insanlığa hizmet ederler.
Mesela ben bir şoförüm. Arabanın içindeki ne teknolojiyi bilirim ne de herhangi bir parçayı. Benim bildiğim şeyler direksiyon, gaz ve frendir. Benzin bitince lamba yanar, depoyu doldururum, arıza olunca ışık yanar, nerede arıza veya eksiklik olduğunu haber verir, bundan haberim olur. Nitekim arabada böyle bir teknoloji olmasa bunların hiçbirinden haberim olmazdı. Ayrıca bunları tamirden de anlamam, ustasına koşarım. İşte bunun gibi bir insanın bedenini bilmesi ve kullanması da bir otomobili bilmek ve kullanmaktan farklı değildir. Bizler bir ömür bedenimizi süren şoförleriz. Bir şoförün kullandığı arabayı hiç bilmediği gibi biz de bedenimizin organlarını ve faaliyetlerini hiç bilmeyiz. Bir otomobil gibi onu kullanırız, o halde elbette ki trafik kurallarına uyup uymamaktan ve yaptığımız kazalardan sorumlu olacağız.
Bir de şu somon balıklarının hikâyesini düşünelim ki çok hayret vericidir. Dünyanın dört bir yanındaki derelerden, ırmaklardan denize gelen somonlar, orada yumurtlar ve sonra ölürler. Yavrular doğar, ırmakları tersten yüzerek, daha önce hiç görmedikleri, bilmedikleri yerlerden sanki ellerinde navigasyon cihazı varmış gibi geçerler. Çağlayanlardan çıkarak, ters akan sulara göğüs gererek annelerinin geldiği yere giderler. “Ey somonlar, bu kadar zahmeti niçin çekersiniz, daha yakın bir yerde yaşamaya gidin, sizin için yer mi yok?” desen, bu soruya cevap veremezler. Peki, o halde bizlere şaşkınlık veren bu mucizeyi gözler önüne sererken ne demek isterler? “Ey insanoğlu, bunu bizim yaptığımızı sanacak kadar akılsız mısın? Bizler bu zorluğa, güçlüğe sizin için katlanıyoruz. Buradaki mucizeyi görerek bizleri Yaratan’ı hatırlayın, akledin, iman ve itaat edin diye biz böyle bir zorluğu, meşakkati yaşıyoruz. Daha açığı buna mecbur edilmişiz.”
Açıkçası bütün hayvanlar âlemindeki canlılar lisan-ı hal ile bu işleri Allah’ın yardımı olmadan yapamayacaklarını beyan ederek o sonsuz güç ve kudret sahibi Hâlık-ı Zülcelâli anmaya vesile olurlar.
Mesela yırtıcı hayvanlardan olan aslanın zikri nasıl olabilir dersek, yaratılışındaki güzellikler ile Allah’ın Cemal sıfatını bizlere hatırlatırken öfkesi, yırtıcılığı ile Celal sıfatını zikretmemize vesile olur.
Yine bir sebze ve meyve bahçesindeki çeşitli renk, lezzet, tat ve kokudaki sebze ve meyveler, Rabbimizin Rezzak ismi ile birlikte el-Musavvir, el-Cemil isimlerini bizlere hatırlatıp zikrettirir.
Bütün insanların gözlerinin, kulaklarının, burunlarının, ağızlarının aynı yerde olması, ellerinin ayaklarının aynı olması bu insanlığın tek bir Yaratıcı’nın eseri olduğunu bize hatırlatarak Allah’ın Vahid ismini zikrettirirken, birbirlerine hiç benzememesi ise Allah’ın “Ahad” ismini zikrettirmektedir. İşte bu şekilde evrene ibret nazarı ile bakmak, Rabbimizin isim ve sıfatlarını tek tek görmemize, hatırlamamıza, hayret ve haşyetle elhamdülillah, subhanallah dememize vesile olur.
Ayrıca bu cansız varlıkların, şuursuz bitki ve hayvanların, insanların tesbihi gibi tesbihlerinin olmadığını söylemek de mümkün değildir. Çünkü bütün canlı-cansız diyerek ikiye ayırdığımız varlıkların yapı taşları olan atomlar ve onun içindeki daha küçük parçalar, cansız değildir. Devamlı hareket halindeki varlıklardır. Allah zikrinin sadece Arapçadaki kelimelerle olması gerektiğini sanmak aklı kıt, düşüncesiz insanların işidir. Dünya üzerinde en az yedi bin çeşit lisan olduğu tespit edilmiştir. Her toplum ve kavim, Âdem’den beri Yaratıcılarını bir isimle zikrederler. Araplar “Allah” derler, eski Türkler “Tanrı”, Almanlar “Gott”, İngilizler “God”, İtalyanlar “Dio”, Fransızlar “Dieu”. Yani kendi lisanları ile farklı ses ve kelimelerle aynı Yaratıcı’yı kast ederler. Demek ki aynı Yaratıcı’yı kastederek yedi bin lisandan, yedi bin çeşit Allah zikri çıkar. O halde kuşların ötüşü, kedinin miyav demesi, kuzunun melemesi, her bir hayvanın kendi çıkardığı sesleri niye zikir olmasın? Bunu tespit etmek mümkün olmasa da tahmin etmek hiç de zor değildir. Nitekim Hazreti Süleyman’a bu marifet verilmişti. Rasulullah’ın da (s.a.v.) böyle mucizeleri çoktur.
Mesela, Resul-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz; “Mekke’de bir taş biliyorum ki peygamber olmadan önce bana selam verirdi… Şimdi de o taşı biliyorum.” buyurmuşlardır. (Müslim, Fedâil, 2)
Hz. Ali (r.a.) şahit olduğu şu olayı aktarmaktadır:
“Biz Mekke’de Resulullah (s.a.v.) ile birlikte bazı nâhiyelere doğru yola çıkmıştık. Önüne gelen hiçbir dağ ve ağaç yoktu ki ona ‘Esselamu aleyke ya Resulallah’ demesin.” (Tirmizi)
İbn Mesud’un; “Nebî (s.a.v.) Efendimizle beraber yemek yerken yemeğin tesbihini işitirdik.” (Buhari) şehadeti önemlidir.
Rasulullah (s.a.v.) Efendimiz’e inanmayan amcası Ebu Cehil’in elinde tuttuğu taşlar dile gelerek şahadet getirmiş olmasına rağmen Ebu Cehil iman etmemiştir.
Rasulullah (s.a.v.) Efendimiz’in üzerine çıktığı hurma kütüğünün artık kullanılmayacak olmasından dolayı ağlayıp inlemesine yüzlerce sahabe şahit olmuştur. (Buhârî, Menâkıb 25)
Sahipleri tarafından zulüm ve işkence altında çalıştırılan binek hayvanları dile gelerek sahiplerini Nebî Efendimiz’e şikâyet etmişlerdir. (Dârîmî, Mukaddime: 4; Müsned, 4:173)
Efendimiz’in hürmetine Allah dostlarından keşif ehline de bu zikirler işittirilir. Dolayısıyla bu meseleyi bizzat müşahede etmek imkânını Rabbimiz kullarından hiç kimseden de esirgememiştir. Yani açıkçası buna istekli olanlara bu bilgileri bahşetmektedir, yeter ki bu ilme talip olalım.
Allah’a emanet olun.