Kur’an’da ve Hz. Peygamber’in (s.a.v.) hadislerinde “üstünlük” kavramına vurgu yapıldığı biliniyor. Üstünlük konusuna yüklenen anlam nedir? Hangi konularda üstünlük söz konusu edilmiştir?
“Üstünlük konusuna yüklenen anlam nedir?” sualinizle ilgili kısaca şunları söyleyebilirim:
“Üstünlük”, iki şeyden birinin herhangi bir vasıfta diğerine ziyadeliğini ifade eden bir kavramdır. Bu kavramın Kur’an’daki karşılığı “fadl”dır. Meşhur dilci Râgıb el-İsfahânî’nin yaptığı, daha sonraki bazı kaynaklarda da tekrar edilen “fadl” tasnifine göre bir şey başka bir şey karşısında üç yönden üstün olabilir. İlki cins bakımından “fadl”dır. Buna hayvan cinsinin bitki cinsinden üstünlüğü örnek verilebilir. İkincisi ise tür bakımından “fadl”dır. Bunun örneği de insanın diğer hayat sahiplerinden üstünlüğüdür. İsfahânî, insanın diğer birçok yaratıktan üstün kılındığını bildiren ayette (el-İsrâ, 17/70) tür bakımından “fadl”a işaret edildiğini belirtmiştir. Üçüncü kısım zat bakımından “fadl”dır. Burada ise bir şahsın başka bir şahsa üstünlüğü söz konusudur. “Allah rızık hususunda kiminizi kiminizden üstün kılmıştır.” mealindeki ayet (en-Nahl, 16/71) zat bakımından fadla delâlet eder. İlk iki kısımda üstünlüğün tarafının değişmesi söz konusu olamaz. Üçüncü nevi fadl ise arızi olup yitirilmesi ya da sonradan kazanılması mümkündür.
Gelelim “Hangi konularda üstünlük söz konusu edilmiştir?” sualinize.
Kur’an’ın tüm yaratılmışlar arasında oluşturduğu hiyerarşide en üst mertebeye insanı koyduğunu, insanlığın zirvesine peygamberleri, hassaten onların sonuncusu olan Hz. Muhammed’i (s.a.s.) yerleştirdiğini görmekteyiz. Peygamberler (a.s.) dışındaki insanlar arasına da üstünlük kriteri olarak “iman”, “takvâ” ve “ilim” olgularını koyuyor Kur’an. Ayrıca o, soy, millet, renk, dil vs. olguların birer üstünlük sebebi olmadığını, bunların insanın menfaatine olan farklı amaçlara hizmet ettiğini beyan ederek bu konudaki yanlış algıyı da tashih ediyor. İnsanlar arasındaki üstünlük meselesine kavimler bağlamında da yaklaştığını görüyoruz Kur’an’ın. Hatta “üstünlük” mefhumunun en yoğun işlendiği konular arasındadır bu bağlam. Bir zümre olarak, üstün kılınmış olmalarına en fazla atıfta bulunulan kavim İsrâiloğulları’dır. Bu kavim yaptıkları çeşitli taşkınlıklardan dolayı bu hasletlerini zaman içerisinde kaybetmişlerdir.
Kur’an’ın kulların işlediği ameller hususunda da üstünlük vurgusu yaptığına şahit oluyoruz. Örneğin, gizlice verilen sadakanın açıktan verilenden daha hayırlı olduğunu ifade etmiştir Kur’ân. Bu beyan İslam dininin karakter eğitimine verdiği önemi de gözler önüne sermektedir. Kişinin iyi amelleri gizlice işlemesinin, onun karakterinin şekillenmesine yardımcı olacağı aşikârdır.
Kur’an takvayı en hayırlı azık, en hayırlı elbise olarak nitelemiştir. Allah katında en değerli olabilmenin yolunun takva sahibi bir kul olmaktan geçtiğini ifade buyurarak da söz konusu elbiseyi kuşananların üstünlüğüne işarette bulunmuştur. Ayrıca o, infak konusuna da değinmiş, zor şartlarda yapılan mali fedakârlıkların sıkıntılar bertaraf olduktan sonra yapılanlarla eşit olamayacağını bildirmiştir.
İnsanoğluna tahsis edilen nimetler dünyevî-uhrevî olarak iki gruba ayrıldığında akla bunlardan hangisinin daha üstün olduğu sorusu gelmektedir. Kur’an’ın bildirdiği ahiret nimetlerini, daha önce dünya hayatında benzeri görülmüş nimetler-ilk kez cennette görülecek nimetler olarak ikiye ayırmak mümkündür. Bu durum ahiret nimetlerinin kemiyet itibarı ile dünya nimetlerinden üstün olduğunu göstermektedir. Kur’an’da anlatılan dünya nimetlerinin çeşitliliğine ve meşruluğuna rağmen onu okuyanlar, ahireti gaye gösteren ve dünya hayatını ona nispetle süflî gören bir söylem fark ederler. Bu, Kur’an’ın insanı ahiret hayatına hazırlayıcı bir yol izlediğini göstermektedir. Çünkü eksiksiz bir huzur ve nimet ortamı yalnızca ahirettedir. Bununla beraber İslam insanın dünya nimetlerinden tamamen sarf-ı nazar etmesini ve ziynetlerini terk etmesini istemez. Onun tek istediği, ahiretin dünyaya tercih edilmesi, onun üstün tutulmasıdır. Çünkü dünya fani, ahiret ebedîdir. Ayetlerde, ahiret nimetlerinin keyfiyet itibarı ile de dünyevî nimetlerden daha üstün olduğu ifade edilmekte ve bu üstünlüğün mahiyetine dair işaretler verilmektedir. Buna uhrevî nimetlerin hesapsız oluşu, süreklilik arz etmesi örnek verilebilir. Cennette, yorgunluk adı verilen beşerî özellik de olmayacaktır. İnsana cennette sunulacak nimetlerin en üstünü ise onun kendisini yoktan var eden Yüce Yaratıcısının cemali ile müşerref olacak olmasıdır. Kur’an ayetlerine kula verilen nimetler penceresinden nazar edildiğinde, büyük üstünlükler elde etmek isteyenlerin bunların Allah’tan başkasının sınırlarını bilemediği ahirette olduğunu bilmesi ve yaşantısını buna göre tanzim etmesi gerektiği açıkça anlaşılacaktır.
Kur’an’ın mabetlere yönelik beyanları bu mukaddes mekânlar arasında da üstünlük bakımından bir hiyerarşi bulunduğunu göstermektedir. Bu mekânlar arasında ilk sıra Kabe’yi çevreleyen Mescid-i Haram’a aittir. Kabe’yi, dolayısıyla da Mescid-i Haram’ı bünyesinde barındıran Mekke şehri ise “Ümmü’l-Kurâ” olması yönüyle diğer şehirlerden öne çıkmaktadır. Kur’an’ın bazı zaman dilimlerini de üstün addettiğini görmekteyiz. Nitekim o, nüzulüne zarf olan geceye ve aya özel bir kıymet atfetmektedir. Bunun sebebi gayet açıktır. Zira varlık âleminde cereyan eden hâdiseler arasında Kur’an’ın nüzulünden daha büyüğü, daha önemlisi olmadığı gibi, kulların hayatlarında da Allah’ın (c.c.) planlamasını ve iradesini bundan daha iyi gösteren bir başka olay yoktur.
Kur’an’ın, sunduğu kıssalardan biri hakkında, “kıssaların en güzeli” manasına gelen, “Ahsenü’l-Kasas” tabirini kullandığını görmekteyiz. Sözü edilen kıssa Yusuf suresinde geçmektedir. Bu kıssa birçok itikadi, fıkhi, ahlaki, iktisadi, siyasi hakikatleri ve hikmetleri ihtiva ediyor olması hasebiyle her asırda insanların kendisinden alacağı ibret ve dersler bulunan bir kıssadır.
Kur’an’ın, söz ettiği karakterlerden bazılarının üstünlüğe dair yanlış algılarına da sıkça değindiğini görmekteyiz. Nitekim o, peygamberlerin gönderildikleri toplumlar içerisinde putlara, gök cisimlerine meleklere ve cinlere tapanlar; peygamberini ve din adamlarını rab edinenler bulunduğunu haber vermektedir. İnsanın bazen de üstünlüğe bizzat kendisinin lâyık olduğu vehmine kapılabildiğine dair örnekler sunmuştur Kur’an. Bu vehmi ise “kibir” olarak nitelemiştir. Kur’an’a göre “kibir” Allah (c.c.) hakkında övücü, insanlar hakkında yerici bir vasıftır. İnsanlara yönelik ciheti itibarı ile kibrin çeşitli merhaleleri olup başlangıç aşaması “ucub” yani kendini beğenmedir. Kur’an kibir konusunda önümüze, yanlış bir akıl yürütme neticesinde özelde Hz. Âdem’e, genelde ise insan türünün tüm fertlerine üstünlük iddia eden şeytan örneğini koymuştur. Cahiliye döneminde bazı kabilelerin mezarlıklardaki ölülerin adedi üzerinden birbirlerine üstünlük iddia etmeleri de kitlesel bir kibir örneği olup Kur’an bundan da bahsetmektedir. Kur’an’ın nehyettiği bir diğer kibir çeşidi daha vardır ki o da bu kalbî hastalığın en son mertebesidir. Kur’an’ın, “Allah’ın ayetlerine karşı büyüklenmek” olarak ifade ettiği bu zihniyet vebal olarak ilk iki merhaleden daha ağır olup neticesi daha vahimdir. Nitekim Kur’an, dünyevî güçlerine güvenerek Allah’a (c.c.) karşı üstünlük taslayan, kendilerini değerli ve önemli bilip halklarına da bunu kabul ettiren bazı kimselerin ahirette görecekleri ağır cezalardan bahsetmektedir. Onlardan biri halkını istihfaf ederek üstünlük iddiasında bulunan Firavun’dur. Kavminin, “Sizin en yüce rabbiniz benim” diyen Firavun’a itaat etmelerinin sebebini Kur’an, “Çünkü onlar fâsık bir kavim idi.” sözüyle açıklamıştır. Firavun’unkine benzer bir iddia da Nemrut tarafından ortaya atılmış olup Kur’an bu hadiseyi onun ismini belirtmeksizin kıssa etmiştir.
Kur’an’ın hedeflerinden biri de insanların amel algılarını tashih etmektir. Bu kabilden bir tashih faaliyetine, bazı insanların değerini takdir edemedikleri cihadın, ne denli üstün bir amel olduğunun beyan edildiği şu ayette şahit olmaktayız: “Hacca gelenlere su vermeyi, Mescidi Haram’ı onarmayı, Allah’a ve ahiret gününe inananla, Allah yolunda cihâd edenle bir mi tuttunuz? Allah katında bir olmazlar.” (et-Tevbe, 9/19)
Kur’an’da kadın-erkek hakkındaki hükümlerin farklı olması bazı Müslümanların dahi İslam’ın erkeğe, kadına nispetle daha fazla kıymet atfettiğini düşünmesine sebep olmuştur. Oysa bu durumun sebebi erkeğin Allah (c.c.) katında kadından daha değerli olması değil, bu iki cins arasındaki fiziksel ve ruhsal farklılıklardır. Biyolojik farklılık insaniyet bakımından artı veya eksi bir değer ifade etmemektedir. Bu farklılığın amacı insanın varlık âleminde devamlılığını sağlamaya yöneliktir. İslam’a göre Allah’tan başka her şey çift olup tek başına kâmil ve kendine yeterli olan yalnızca Allah’tır. O’nun dışında her şey kendi türünden olan bir karşı cinse muhtaçtır. Örneğin pozitif elektrik negatife, proton nötrona ihtiyaç duyar. Erkek-kadın açısından da durum böyledir. Onlar “insan” adı verilen soyutun fizikleri ve ruhları birbirinden farklı olan iki parçasıdırlar. “Kendileri ile huzur bulasınız diye sizin için türünüzden eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve merhamet var etmesi de O’nun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir.” (er-Rûm, 30/21) kavl-i ilâhîsi bu gerçeği vurgulamaktadır. İki cins arasında tam bir eşitlik değil, bir yetenek ve görev dağılımı söz konusudur. Bu dağılım aile için bir rahmettir. Zira bu onların birbirlerinin eksiğini tamamlamalarına imkân verir. Meseleye bu zaviyeden bakıldığında “Erkek mi, kadın mı üstün?” tartışmasının lüzumsuzluğu daha iyi anlaşılacaktır.
Kur’an-ı Kerim’in erkek-kadın arasındaki münasebetleri düzenlerken kullandığı ifadeler arasında en belirleyici olanı “kavvâmûn” lafzıdır. Bu kelime “Kavvâmü’l-mer’eti” şeklinde kullanıldığında “bir kadının işine bakan ve korunmasına önem veren ve işlerini idare eden kişi anlamına gelir. Medenî bir toplumda saadeti temin için âdil bir hukuk sistemi ve bu hukuku icra edecek bir otorite bulunma zorunluluğu vardır. Bu otorite ister devlette ister toplumun en küçük grubu olan ailede olsun her hâlükârda, sorumluluk altındadır. Erkeğin ailedeki sorumluluğu ona birtakım mükellefiyetler yüklemektedir. “Kavvâmü’l-mer’eti” deyimi, erkeğin kadına hâkimiyetini, fakat rastgele değil, erkeğin hizmetçilikle karışık hâkimiyetini ifade etmektedir. Bir taraftan erkeğin, diğer taraftan da kadının değer ve üstünlüğünü bildirmektedir.
Kur’an’da ayetler arası üstünlüğe dair açık bir nas bulunmamaktadır. Buna rağmen çoğu âlim böyle bir durumun mevcut olduğu kanaatindedirler. Böyle düşünenler üstünlüğün ekseriyetle mana ile alakalı olduğunu ileri sürmüşler, Allah’ı (c.c.) tanıtan, O’nun zât ve sıfatından bahseden ayetlerin anlam bakımından diğerlerinden üstün olduğunu iddia etmişlerdir.
Kur’an’da üstünlük ifade eden kavramlar, hangi üsluplarla, nasıl ifade edilmiştir?
Kur’ân, üstünlüğü ifade ederken genellikle, bu anlamı taşıyan kelimeler ve bu maksada mebnî kalıplar kullanmakla birlikte bazen de bu ikisi dışında farklı üsluplar kullanmıştır. Muhtelif ayetlerde yapılan karşılaştırmalar ve anlatılan meseller incelendiğinde, tüm bunların içerikleri bakımından çeşitli olguların üstünlüğüne delâlet ettikleri görülmektedir. Bazı ayetlerde hayırlı amellerin ilk faillerinin öne çıkarılmış olması, bu durumun da bir üstünlük sebebi olduğunu düşündürmektedir. Benzer amellere sahip zümrelerden birine, diğerine nispetle daha çok yer ve sıralamada öncelik verilmiş olması gibi durumlar da daha fazla zikredilen ve öncelik verilen grubun daha faziletli olduğu yönünde bir algı oluşturmaktadır. Genel geçer bir kural olmamakla birlikte umumiden sonra, hususinin zikredilmesiyle de üstünlüğün ifade edildiği vakidir.
Bir önceki sorunun cevabında da ifade edildiği üzere Kur’an’ın kendileriyle üstünlüğü ifade ettiği lafızların başında, “fadl” lafzı gelmektedir. “Fadl” kökünden türemiş bir fiil olan “faddale” lafzı “noksanlık ve eksikliğin zıddı” anlamına gelir. Kur’an’da, insanoğlunun diğer mahlûkata üstünlüğünden, insanların rızık bakımından birbirine üstünlüğüne varıncaya kadar birçok hususta üstünlük bu fiil ile ifade edilmiştir.
Allah’ın (c.c.) seçmeye yönelik iradesini ifade eden lafızlar içerisinde “Istafâ” fiili öne çıkmakta olup Kur’an “Bir şeyin safını, yani en saf ve en halis olan özünü almak, Allah’ın (c.c.) kullarından bazısını seçmesi” anlamına gelen bu kelimeyi genellikle peygamberlerden bahsederken kullanmıştır. Terminoloji bakımından Kur’an’da Allah’ın (c.c.) seçmeye yönelik iradesi hususunda dört ayrı lafız kullanılmakta olup bunlar “ıstafâ”, “ictebâ”, “ihtâra” ve “tafdîl” kelimeleridir. Bazı vurgu farklılıklarına rağmen bu kelimelerin hepsi de genel olarak hem peygamberler hem de Allah’ın (c.c.) sıradan insanlar arasından seçip yücelttiği kişiler için kullanılmıştır. İlgili kelimelerin kökenleri ve kullanıldıkları yerler göz önünde bulundurulduğunda, “ıstafâ” fiilinde “temiz ve halis kılma”, “ictebâ”da “yakınlaştırma”, “ihtâra”da “hayırlı olanı gözetme”, “tafdîl”de ise “nimetlendirme” özelliklerinin baskın olduğu görülür.
Üstünlük ifade eden diğer bir lafız ise Kur’an-ı Kerim’de yalnızca bir yerde kullanılan “Kavvâmûn” kelimesi olup bu lafız üstünlük açısından erkek-kadının durumunu ifade etmek için kullanılmıştır. Bir diğer lafız da insana izafe edildiğinde; “güzel ahlaklı ve güzel davranışlara sahip kişi” anlamına gelen “kerame” fiilinin tef’îl bâbından gelen şekli olan “kerrame” kelimesidir. Herhangi bir mertebe düzenindeki ileri ve yukarı doğru giden menzilelerin her biri veya yüksek olanı anlamına gelen “Derace” lafzı da Kur’an’ın üstünlüğü ifade ederken kullandığı lafızlar arasındadır. Bir şeyin üzerine başka bir şeyin eklenmesi anlamına gelen “ziyâde” mastarı ve bu mastardan türeyen fiiller, yükseltmek anlamını ifade eden “rafea” fiili ve Allah’ın isim ve sıfatlarından olup “kendisine galip gelinemeyen” anlamına gelen “azîz” kelimesi de aynı amaçla kullanılan lafızlardır.
Kur’an’ın üstünlüğü ifade için kullandığı kalıp Arap dilinde sırf bu maksatla vaz olunmuş olan “ism-i tafdil” olup “tafdil” ve “efdal” kelimeleri lugaten birini diğerine üstün tutmak, bir şeyi tercih etmek anlamlarına gelmektedirler. Bir kalıp olarak “ism-i tafdil” ise “Herhangi bir şahsın veya şeyin, müşterek sahip oldukları bir vasfa diğer bir şahıstan veya bir şeyden daha çok sahip olması veya o vasıfta en üstün olması anlamını ifade eden siga” şeklinde tanımlanmıştır. Kur’an’ın ism-i tafdil kalıbında kullandığı kelimelerden biri “ekrame” kelimesidir. “Hüsn” kökünden türemiş olan, “güzel olmak” anlamına gelmekle birlikte isim olarak “iyilik, iyi hal, iyi nesne” anlamlarını da ifade eden “hasene” kelimesi de Kur’an’da “ahsenü” ve “el-hüsnâ” olarak hem müzekker hem de müennes kalıbında ism-i tafdil formunda yer almıştır. “Tazim” anlamına gelen “ekber”, “büyüklük” manasındaki “a’zamu”, kök anlamı itibarı ile “kişinin diğer bir şahsın işini üstlenmesi” demek olan “Evlâ”, “yüce” anlamına gelen “a’lâ” ve onun çoğulu olan “a’levne” lafızları da Kur’an’da ism-i tafdil kalıbında kullanılmış olan kelimelerdir. Kur’an’da üstünlük ifade etmek maksadıyla en sık kullanılan kelimelerden olan “hayr” lafzı da kökünden türetilmiş ve formunda gelen bir ism-i tafdildir. “Faziletli” anlamına gelen ve “şerr”in zıddı olan bu kelime Kur’an’da yüz yetmiş altı yerde geçmektedir.
İmtihan boyutu, dünya hayatının ontolojik gerçeği… Bu anlamda, “ilâhî imtihan ve üstünlük” ilişkisine dair neler söylenebilir?
İmtihan âlemi olan dünyada bu imtihanın öznesi konumundaki varlıklar arasında mertebe farkı olmaması düşünülemez. Zira ilâhî imtihanı kazanma gayesiyle yapılan ibadetler insanın derecesini yükselttiği gibi yine ibadet olarak addedebileceğimiz bazı imtihanlar da sabredildiği takdirde kişinin Yaratıcısı indindeki derecesinin yükselmesini sağlar. Kur’an-ı Kerim’in ilâhî imtihanı konu edinen şu ayetleri de insanı yaşamı boyunca bir üstünlük mücadelesi vermeye teşvik etmektedir: “Hayırlı işlerde birbirinizle yarışın.” (el-Bakara, 2/148)
“O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır. O, mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır.” (el-Mülk, 67/2)
“Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (ez-Zâriyât, 51/56)
Hal böyle olunca insanın gerek fiilleri, gerek bu fiilleri işleyeceği mekân, zaman vs. unsurlar arasında üstünlük bulunması da gayet tabii bir durumdur.
Hayatın ardından ölümün ve onun peşi sıra diğer bir hayatın yaratılması, insanların Allah’ın mülkünde O’nun istediği gibi bir kul olmaları ve ileride bambaşka bir hayata ulaştırılmaları gayesine yöneliktir. Bu imtihanı diğerlerinden ayıran şey ise dünyada yapılan imtihanlar imtihana girenlerin durumunu öğrenmek için yapılıyorken bu imtihanı yapan Allah’ın neticeyi zaten biliyor olmasıdır. Dolayısı ile bu imtihan neticenin Allah tarafından değil, kullar tarafından öğrenilmesine yöneliktir.
İnsanın sınanmasının hikmetini, onun varlıklar içerisindeki değerinin ortaya konulmasında ve Allah tarafından muhatap alınmasında aramak gerekir. Kur’an penceresinden bakıldığında kâinatın yaratılmasının yegâne sebebinin “insan” olduğu, varlık âleminin onun üzerinde kurgulandığı görülmektedir. Bu sebeple Kur’an’da bütün yaratıklar arasında en büyük önem insana verilmiştir. Hemen hemen her ânı imtihanla geçen dünya hayatı iniş ve çıkışlarla doludur. Bu süreç insanın gelişmesine vesile olduğu için, insan hayatının ayrılmaz bir parçasıdır. İnsanın ilmi, irfanı, kabiliyeti, ehliyeti imtihan kavramı ile ölçülmektedir. Kendisini geliştirmek ve ispatlamak isteyen hiçbir birey imtihan gerçeğinden kopuk yaşayamaz. Hiçbir insanın Allah katındaki derecesi sabit değildir. Emirlere uyulup nehiy edilenlerden uzak durulduğu nispette mertebe yükselmekte, sırât-ı müstakîmden uzaklaşıldıkça da alçalmaktadır.
İnsan, ilâhî yaratılıştan en çok pay almış, ilâhî tekvin sıfatının kendisinde en fazla tecelli ettiği varlıktır. O, her şeyini, Allah’ın sınırsız merhametine borçludur. Tüm bu nimetler ve merhamet karşısında minnet ve şükran duyguları içerisinde kulluğu yüklenmesi onu daha da yüceltecektir. Kur’an, hayat serüveninde geçireceği imtihanla onu olgunlaşmaya aday göstermektedir. İnsan, bunu başarabildiği nispette, kendisine tevdi edilen görevi ifa etmiş olurken hayvanilikten uzaklaşıp melekiyete yaklaşmanın hazzına erecektir. İmtihan olunuyor gözüyle bakmak hayata anlam kazandırmaktadır. Böylece insan bir hiç olmaktan çıkıp özel bir konuma yükselmekte, hayat mücadelesini güçlendirmekte ve özellikle kendisine olumsuz gelen olaylar karşısında direncini artırmaktadır.
Kur’an, insanı birey olarak kendisini geliştirmesi ve sınanma sürecinde farkını ortaya koyması hususunda teşvik etmekle birlikte, ümmet bilinciyle hareket etmeye ve ümmet olarak da salih amel işlemeye teşvik etmiştir. Bu durum ilâhî imtihanın içtimai bakımdan da üstünlüğe yönelik bir ciheti olduğunu göstermektedir.
Üstünlük kavramında, teşvik edici olması öne çıkıyor aslında. İbadetlerde itibar ve seçicilik, şahıslara da fazilet vurgusu var. İmanlı bir insan, psikolojik ve duygusal boyutta bu konulara nasıl yaklaşmalı? Bu teşvik ve değerlendirmelerin insandaki tesiri nedir?
Sizin de ifade buyurduğunuz üzere Kur’an-ı Kerim bazı konularda üstünlük vurgusu yapmakla insanoğlunu daha iyiye, daha güzele teşvik etmeyi amaçlamıştır. Bu vurguyu yaparken ibadetleri, muteber ve müreccah olmaları; şahısları ise faziletleri bakımından öne çıkarmıştır. Bir müminin tüm bu konulara psikolojik ve duygusal boyutta nasıl yaklaşması gerektiğini ve bu teşvik ve değerlendirmelerin insanda ne gibi tesirleri olabileceğini birkaç örnek üzerinden anlatmaya çalışayım. İlk örneğimiz Kur’an’ın bin aydan daha hayırlı olduğunu ifade buyurmak suretiyle faziletine işarette bulunduğu “Kadir Gecesi” olsun. Kur’an’ın, kâinat için bir dönüm noktası olan bu geceyle ilgili beyanlarının mümin için bir müjde olduğu açıktır. Akl-ı selim sahibi her mümin böylesine kadri yüksek bir gecenin feyz ve bereketinden istifade etmek isteyecektir. O geceyi vesile kılarak hatalarıyla yüzleşecek, kendisiyle hesaplaşacak, manevi hayatını imar etmek için ileriye dönük planlar yapacaktır. Yaratıcısıyla ilişkilerini yeniden gözden geçirecek ve O’na bazı sözler verecektir. Bir diğer örneğimiz ise Yüce Allah’ın en güzel kıvamda yarattığını ifade buyurmak suretiyle katındaki değerine işaret buyurduğu “insan” olsun. Kâinatta ilâhî lütfa en çok mazhar olmuş, en seçkin, en değerli varlığın kendisi olduğunu bilmesi, insanın gönlünde, Hâlık’ına (c.c.) karşı muhabbet husule gelmesine vesile olacaktır. Kulluğun gereklerini yerine getirme iştiyakını ziyadeleştirecektir. Yalnızca kendisinin ve değer verdiklerinin değil, her insanın kıymetli olduğunun bilincine varmasını sağlayacaktır. Kur’an’ın, Şeytan, Firavun ve Nemrut gibi kendilerinde üstünlük vehmeden karakterlerin tutumları ve akıbetlerinden bahsetmesinin ana gayesi de mümini kibir, haset, tamahkârlık gibi kalbî hastalıklara düşmemesi hususunda uyarmaktır. Onlarla ilgili kıssaları doğru okuyan bir kulun tevazuu kuşanması, başkalarına sunulan imkânlar karşısında haset değil gıpta etmesi beklenir. Yine, Kur’an ayetleri vesilesiyle, kimi insanın rızık bakımından kimine üstün kılınmasının hikmetini kavrayan bir müminin servet ve malla olan ilişkilerinde doğru tercihler yapma erdemini göstermesi umulur.