Savaşı Filistine Sorun

Savaş denilen acı gerçek kimleri yutmuyor ki. Hayatımız boyunca tekrarlanan süreçler hep bir savaşımın eseri değil mi. Zira bizzat insanın doğası savaşlar ülkesi. Tezatlar birbirleriyle devamlı yarış halinde. Kişi, kendi hayat mücadelesi içerisinde her an doğru ile yanlışın irade savaşını veriyor. Duygunun akıl ile savaşı, ruhun nefsle savaşı ve hayatta kalabilmek adına bireysel dünyamızda verdiğimiz iç ve dış mücadeleler, hep bir hesaplaşmanın ürünü. Evet, bunlar en masum olanları savaş gerçeğinin...

Bir de dünya savaşları var ki, hiç de masum olmayan türden. İnsanın en vahşi yönünü ortaya çıkaran ve insan olma özelliklerini yutan ve yok eden cinsten olanlar. Ne uğruna ve kimin için yapıldığını, savaşanlardan birçoğunun dahi bilmediği kanlı savaşlar. Taraf olunmasa bile haksızın ve zalimin karşısında durulmayan ve suskun kalınan savaşlar. Anlamsız sebepler üretilerek mazeret uydurulmaya çalışılan, fakat gerçek amacı sömürü düzeni olan sistemlerin dünyaya hediye ettiği, faturası çok acı olan savaşlar... Adresin önemi yoktur, fosforlu ahtapot bombaları en acımasız görüntüleriyle insanlığın üzerine düşerken… Ve en masum halkları yersiz, yurtsuz bırakıp sürgün ederken. Evet yoktur..! Yeter ki amaçları gerçekleşsin! İşte soykırım, işte gerçek barbarlık bu değil midir!. Ve bu barbarların himaye edilmesi, yaptırım uygulanmaması da barbar yandaşlığı değil mi? Sözde süper, düşüncede dar beyinli ve tarafgir, aslında insanlıktan nasipsiz ve bir o kadar da acziyet içindeki dünya devletlerinin ve onların yöneticilerinin canavarlarmış tipolojisi…

Onlar açısından savaşın da bir hukuku olduğu önemsenmezken, felsefesi de farklı işlemektedir hiç kuşkusuz. Aksi olsaydı şayet, başta Filistin ve Irak olmak üzere, Afganistan, Çeçenistan, Bosna-Hersek, Abhazya ve dünyanın diğer bölgeleri halâ yanmaya devam eder miydi? Ve insanlık, böyle uyku halli bir sayıklama içerisinde olup bitenleri seyre dalar mıydı? Savunmanın adının saldırı olduğu, ülkesi işgale uğrayan, namusu çiğnenen, bayrağı indirilen, kanı ve canına kastedilenler sırf kendini savunuyor diye militan ilan edilebilir miydi? Tüm bu anlatılanlar gerçek değil midir? Hunharca saldırıların tek gayesinin yok etmekten başka bir anlama gelmediği, fakat asıl saldırgan ve tecavüzcünün savaş suçlusu sayılmayarak savunmacı ilan edildiği, çelişik ve bir o kadar da çifte standartlı vahim bir manzarayı yaşamıyor mu yüzyılın insanı. Evet, tek kelimeyle bunun adı zulmü kutsamak! Başka nasıl tarif edilebilir ki. Temelini yok etme felsefesinden alan acımasızlığın bu kanlı yüzü ve gerçekleşmekte olan savaşlar, aynı zamanda insanlığın yüzüne sürülen kara bir leke değil de ya nedir sizce? Adı konmak istenmeyen ve sebebi asla meşrulaştırılamayacak bir vahşet!

Savaşa iman etmiş, kendi ırkından başkasını insandan dahi saymayan, hayatı kan ve kinle dolu bir kavmin inanç tablosu olan bu cinnetlik manzaralar; tarihin tekerrürden ibaret olduğunun ve zulümlerin kutsandığının açık bir ifşası, aymazlık ve utanmazlıkların ispatıdır da aynı zamanda…

Evet, gelin bir de Filistin'e soralım bunların ne anlama geldiğini. Filistinliye soralım zaman denilen mefhumun kıymetini. Sabah ezanı okunurken, fosfor bombalarının ateş topu olup, camilerinin üzerine düşen imama ve cemaate soralım, bunun nasıl bir dehşet olduğunu. Açlığı, susuzluğu, elektriksizliği, ambargoyu, ablukayı, Filistinliye soralım. Ne dersiniz? Filistin'de çocuk olmak lazım; bomba ve envai çeşit silahlarla öldürülmüş annesinin cesedi başında yapayalnız ağlamanın ne demek olduğunu..! Bir gece uykunun en derin yerinde iken, ansızın başına düşen top gülleleriyle, enkaz altında sıkışan bedenlere sormak lazım talihsiz ölümün ne anlama geldiğini. Yine enkaz içinden yaralı çıkanlara sormak gerek bedensiz, evsiz yurtsuz, ana ve babasız kalmanın ne demek olduğunu…

Üzerlerine bir yağmur gibi bomba yağanlara, acımasızca üzerlerine tank sürülenlere, işkence edilen taze canlara sorulmalı yaşananların nasıl bir dehşet ve vahşet olduğunu. İlaçsız ve malzemesiz yaralı tedavi etmenin, hastanesiz ve ünitesiz ameliyat yapmanın, kısacası aciz bırakılmanın tarifini Filistin'in doktorlarına sormak gerekmez mi? Kendimizi onların yerine koyarak biraz duygudaşlık, biraz empati yapmak gerekmiyor mu, olup bitenleri ve yaşanmakta olan ızdırapları anlayabilmek için…

Ateş saçan bombardımanların geride bıraktığı yangın ve yıkımlar, düştüğü yeri feryat ve figan içinde inletmiyor mu bir kez daha. Evet, nasıl bir trajedi olduğunu, ne gibi sarsıntılar yaşandığını savaşın mazlum insanlarına sormak daha anlamlı değil midir? Yani savaşın erlerine... Televizyonlardan izlemekle anlaşılamayacak acı hakikatleri, bir nebze olsun hissetmek gerekmez mi savaş gerçekleriyle yüzleşmek için! Öyle ise bir yudum suyun, bir dilim ekmeğin kıymetini onlar kadar bilmemiz mümkün müdür? Sıcak evimizde otururken özgürlük ve onun getirisi olan nimetlerin kıymetini nereden bilebiliriz ki... Çünkü siz, abluka altında kalan bir milletin evlerinin mahzenlerinde açlık, susuzluk, karanlık, hastalık ve ilaçsızlıkla imtihan olması şeklinde bir sınavla karşı karşıya geldiniz mi hiç. Sobasız, aşsız, ekmeksiz, susuz, üssüz, başsız ve hürriyetsiz bir gün, bir an yaşadınız mı? Yoksa sıcak yataklarınızda, kumanda elinizde ve karnınız tok, çocuğunuzun başını okşaya okşaya mı, ruhların derinliklerine yer eden travmaların bıraktığı izleri anlamaya çalışıyorsunuz…

Evet, savaşın mağdurları ve mağrurları ortada. Bizim de seyircilik kabiliyetimiz. Herkes rolünde başarılı değil mi sizce de..!?

Kan ve barut kokusu değil sadece; yanık, yıkık, enkaz ve korku adrenalinin salgıladığı kokular da, Filistin'de yaşanan savaştan etrafa yayılan hâkim kokulardır. Dünya ise sağır, dilsiz, kör ve rahatının peşinde. Belki de sıranın kendisine ne zaman geleceğinin korkuyla karışık endişesiyle, tutunduğu mazeretlerin arkasına gizlenmiş... Yâ da bu sırayı geciktirme çabasında! Sömürü denilen sistem, böyle bir şey demek ki. Kapitalizmin vampir zihniyeti ve çatışma tezi teorisinin tatbik edilmesi böyle sahneleri yaşanmayı zorunlu kılıyor olmalı ki, bunlar yaşanıyor! Tiyatroculuk da bu hakikatlerden doğan bir sanat dalı olmalı! Ne dersiniz?... Kan kokusundan zevk almak ise nasıl bir psikolojinin ürünüdür, onu da savaşın müsebbiplerine sormak gerek…

Evet, sevgili okurlar, bunlar hepimizin bildiği gerçekler. Şikâyet etmenin ve resim çizmenin de sonuca olumlu bir katkısı yok. Zulmü kutsamak yerine, insan olarak herkes üzerine düşeni yaptığında; dünyadaki insanın değeri de hak ettiği yeri bulur ve insanlık onuru bu suretle kurtulabilir… Ve insan suretinde insana benzer yaratıklarla, gerçek insanların farkı da böylelikle ortaya çıkar ve anlaşılabilir ancak. İnsanlık, insan olabilme sınavında tam da bu noktada ya sınıfta kalacak, yâ da insanlığını ispat edecektir. Öyle ise fert fert herkesin kendisini bu insanlık dışı savaş karşısında mesul hissetmesi ve idarecilerini de mesul hissettirebilmesi oranında, insan olma testinden yüksek puan alabileceği aşikârdır!

Fazla söze ne hacet! Bazen sükût, kırık gönüllerin en güzel dili ve insan olan için en anlamlı cevap olmuyor mu? İnsanlığın sükût ettiği yerde dilin sükûtu ne kadar tesirli bir yöntem olur o da tartışılır elbette..! Ama bunca insanlık dışı muamele ve buna seyirci kalınış karşısında; sözün ve yazının sükûtu da kaçınılmaz görünüyor… Öyle ya! Yazının dünyayı değiştirecek bir gücü olmadığına göre; duyguda birlik oluşturabilmek tek çıkış yolu olsa gerek. Zira mahzun gönüllerin sahibi gerçek hüküm sahibi olandır. O, mutlak hakimiyet sahibi olarak vesilesini de yaratacak güçtedir..!

İnsanlığın insanı değerli bilmesine vesile olacak ve zulme topyekûn bir karşı duruş cesaretini gösterecek bilinç ve duyarlılıkta olmasını ve hür olmaya sevdalı gönüllerin bir arada buluşmasını diliyorum.

Hüseyin USTAOĞLU / email: huseyin_ustaoglu37@hotmail.com