Bir toplumda en çok sevilen insanların, güler yüzlü, sevgi dolu, cömert, iyiliksever, merhametli insanlar olduğunu söylemeye gerek yoktur sanırım. Çünkü normal insanların tabiatı böyledir, bu tür kişileri elinde olmadan severler. Korkulan, çekinilen veya sevilmeyen insanlar ise bu özelliklerin aksini taşıyan, asık yüzlü, sevgisiz, kibirli, cimri, ilişkilerinde sevgiden ziyade daha çok güç ve şiddete başvuran, merhametsiz tiplerdir… Birinci tarifteki insanlar elde olmadan sevilirken ikincilerden ise ancak çekinilir ve korkulur.
Bu konuyu niçin açıyoruz derseniz, Rabbimiz’i daha iyi tanımak ve sevgisini tahsil etmek için diyebiliriz. Evet, Rabbimiz, insanlarda görüp de sevdiğimiz ne kadar güzel ahlak varsa hepsinin yaratıcısı ve asli kaynağıdır. Bizzat Rabbimiz’in zâtı da bu güzel isim ve sıfatlarla mündemiçtir. Kur’an ve hadislerin ifadelerinde de Yüce Rabbimiz’in bu vasıfları açıkça görülebilir nitekim… Buradan çıkarılması gereken netice, iyi ahlaklı kulların sevilmesi gibi Rabbimiz’in de çok sevilen bir Rab olması gerçeğidir. Zira yukarıda ifade ettiğimiz gibi insan fıtratı bunu gerektirir ama işin garibi şu ki kul boyutundaki tablonun Rab boyutunda aynısının olamadığını görmekteyiz. Bunun sebebi ne olabilir diye araştıracak olursak daha çok Allah’ı yeterince tanıyamama yani marifet eksikliği ile karşılaşırız. Bunun dolaylı sebebi ise Allah’ı anlatan veya İslam’ı temsil eden âlimlerin temsil konusunda Hazreti Peygamber (sav) gibi çok sevilen iyi bir Müslüman örneği teşkil edememeleridir diyebiliriz...
İnsanoğlu duygusal bir varlıktır ve çevresindeki eş ve dostlarıyla, hatta sahip olduğu eşyalarıyla bile ilişkisi duygu ağırlıklı olur. Mesela gün gelip zengin olan ve saraylarda oturan bir kimse eskiden oturduğu eski ahşap evinin her şeyini özler; insanlar işte bu derece duygusal varlıklardır. Kendi yaşantımızı örnek alarak değerlendirelim. Hayatımızın hemen her alanında bu anlattıklarımız bizzat yaşadığımız ve şahit olduğumuz gerçekler değil midir? Peki, o zaman, elhamdülillah Müslümanız, inandığımız, iman ettiğimiz bir Rabbimiz var ve kulluğumuzu izhar için her gün türlü ibadetlerle Rabbimiz ile manevi bir temasımız ve yakınlığımız oluyor. Mesela, günde beş vakit namaz kılıyor ve en az günde beş kere huzurunda duruyoruz. Şimdi bakalım ve soralım kendimize ki eşyalarımızla bile bir ölçüde duygusal bir bağ kurarken Allah ile duygusal bağımız ve yakınlığımız ne âlemde? Yoksa haşa O’nu sanki duyguları olmayan soyut büyük bir güç olarak mı düşünüyor ve hayatımızda ona öyle bir yer mi veriyoruz? Hâlbuki Rabbimiz sonsuz derecede duygu zengini bir Rab ve bunu yüce kitabında çok açık bir şekilde anlatıyor... Sevgisini, şefkatini, rahmetini, merhametini, cömertliğini, bağışlayıcılığını her surede, her ayette tekrarlayarak adeta gözlerimize sokuyor. Niçin acaba böyle isim ve sıfatlarına ısrarla vurgu yapıyor ve bunlardan her ayette bahis açıyor... Bunların özel bir anlamı yok mu? Elbette ki çok büyük anlamları var… İşte bunların anlamını en güzel şekilde ancak, kul boyutunda ahlakını Allah’ın ahlakına olabildiğince benzeterek, duygularını zenginleştirmiş insanlar takdir edip anlayabiliyorlar... Şimdi soruyorum size, duygu zengini böyle bir Allah’ı sevememek ve O’na karşı duygusal bir yakınlık hissedememek gerçekten çok yadırganacak ve çok acınacak bir durum değil midir?
Namazlarda Huşuyu Duygusal Yakınlıkla Sağlayabiliriz
Rabbimiz ile duygusal yakınlığı kuramamak maalesef namazlarımızdaki huşuya da etki ediyor. Namazda Allah deyince aklımıza gelen şeyler, Allah’ın yalnızca kudreti, kuvveti, gücü ise yani böyle azametli bir Allah telakkisi ve tefekkürü ile huşu sağlamaya çalışıyorsak bu yöntem istenilen huşuyu sağlamaya yetmiyor. Hâlbuki ahlaklı, cömert, sevgi dolu, merhametli, şefkatli bir Allah telakkisi, hatta teşbihte hata olmaz, anne gibi şefkatli bir Allah tefekkürü ve sevgisi namazlarda huşuyu kolayca elde etmemize yardımcı oluyor.
Ben Rabbim’i âcizane kul boyutumda kendime benzetirim, yardım severliğimi, merhametimi, cömertliğimi bilirim ve bu sebeple Rabbim’de bunların hepsinin sonsuz derecesi olduğu bilinciyle onu severek teslim olurum. Ben böyle merhametli, sevgi dolu olmasam Rabbim’i layıkıyla tanıyamayacaktım. O sebeple güzel ahlaklı olmak iyi bir kul olmak için ve Allah sevgisini tahsil için çok önemlidir.
Huşunuz Size Ait Olsun Kimseyi Taklit Etmeyin
Size bir sır vereyim, namazda huşuyu elde etmek için kimseyi taklit etmeyin. İnsanların çoğu İmam-ı Gazali’yi okumuş, onun namazdaki huşusunu taklit ediyor. Hâlbuki ben kendi kendime dedim ki: Neysem o olacağım, kimseyi taklit etmeyeceğim… Günahımla, sevabımla, kusurlarımla ve acizliğimle Allah’ın huzurundayım. Benim yapabileceğim şey namazda Allah’tan başka hiçbir şeyi düşünmemek dedim bunu başarmaya çalıştım. Elimde olmadan gelenlere de aldırmadım. Zira Hazreti Ömer (r.a.) “Ben bazen namazda orduyu donatıyordum.” diyor. Bunun gibi elinde olmadan gelenden mesul değilsin ve bu huşuna engel de değil. Ama mümkün mertebe dünyevi vesveseler gelince de onu orada bırak, devam ettirme. Yani kendi adıma ben, Allahu Ekber diyorum başka hiçbir şey düşünmeden namazımı kılıyorum. İşte böyle kılanlar huşu sahibi olurlar. Namazda huşunu duyguları sınırlayarak da sağlama; o anki halet-i ruhiyene göre hangi duygular içindeysen o duygularınla huşulu ol. Mesela sevinçli misin, kırık kalpli, üzgün mü, yoksa coşkulu veya Allah için öfkeli mi? Velhasıl bu duygularını yaşarken onlarla huşulu ol…
Ahlaklı Olun ki Rabbiniz’i Anlayabilesiniz
Rabbim’i ben kul boyutumda kendime benzetirim ve kendimden de Rabbim’i anlamaya çalışırım. Dolayısıyla nefs mücadelesi yapın ve ahlaklı olun ki Rabbiniz’i anlayabilesiniz ve duygusal ilişkiye girebilesiniz.
Şafii mezhebinde Allah’a bakış şöyledir: Allah kudret ve kuvvet sahibidir. O mülkünde dilediği gibi tasarruf eder. Kullarına eza-cefa etse öldürse zalim olmaz. Doğrudur ama olay yalnız böyle değildir. Bu düşünce Allah’ı sadece kuvvet ve kudreti ile değerlendirmekten kaynaklanır. İyi de Allah’ın şefkati, merhameti, sevgisi nerede? Bu yüzden doğunun insanlarında daha çok teslimiyetçi bir anlayış hâkimdir. Osmanlı bile halkına Hanefi mezhebinde olduğu halde Şafii itikadını öğretmiştir… Niye? Halkını kolayca sevk ve idare edebilmek için elbette…
Huşu sevgiden, saygıdan kaynaklanıyor. Sevgi ise kalbin hoşlandığı şeye elinde olmadan meyletmesidir. Allah’a kalbin meyletmiyorsa sevgin yok demektir ki bunun sebebi korkudur…
Allah nedir? Bir isim, bir kavram mı? Bu sorunun cevabını Allah’ın ahlakıyla ahlaklanırsan tam olarak verebilir ve Allah’ı ancak o zaman tanıyabilirsin. O zaman güzel ahlaklı olmaya, çevresiyle ilişkisinde bu duyguların etkisiyle hareket etmeyen yani insanlarla, hatta tüm mahlûkatla iyi geçinme, ünsiyetli olma, sevme modunda olmayan insanların, hem Allah katında hem toplum nezdinde ne önemi olabilir ki? Bu sebeple ben zina gibi, içki gibi büyük günahları işleyen adamlara bile sevgisiz adamlara kızdığım kadar kızamıyorum. Neticesi itibariyle sevgisizlik çok tehlikeli bir hastalıktır, bir an önce bundan kurtulmak gerekir.
Dünyaya Ederi Kadar Değer Vereceğiz
Dünyaya olduğu ne ise o kadar değer vereceğiz. Olduğundan az değer verildiği için İslam dünyası geri kaldı. Olduğundan fazla değer verilmesi de Müslümanları cimri, tutuk ve korkak yapıyor. Dolayısıyla bu ayarı iyi yapmak gerekir. Yenilmeyen içilmeyen şeyler diye din, iman bizim için ikinci planda olmasın; eğer böyle isek biz dünyaya olduğundan fazla değer veren adamlarız demektir. Namus için, iman için ve arkadaşlık, dostluk için yerinde malından, canından cömertlik yapamayanlar, bunları esirgeyen ve bu konuda cimrilik yapanlar şerefli insanlar olamazlar. Dolayısıyla maddi değerleri manevi değerlerin üstünde tutmak şerefinden taviz vermektir.
İnsanların kendisi hakkında sosyal hayatta ne düşündüklerine önem vermeyen yani bu konuda izzet-i nefsine önem vermeyen kişiler de şerefli insanlar olamazlar. Bu konu ibadetlerdeki ihlaslı olmakla aynı değildir. İbadetlerde böyle yapmak ihlastır ama sosyal hayatta insanların kendisi hakkındaki düşüncelerine önem vermemek normal değildir. İzzet-i nefsini korumamak akılsızlık ve şerefsizliktir.
Harekete Geçmeyen Nefsin Kötü Arzularından Günahkâr Olmayız
Yaratılıştan her insana imtihan için ayrı ayrı birtakım manevi iyilikler ve mücadele etmemiz gereken kötülükler verilmiştir. Kur’an bu gerçeği birçok ayetle açıklar. Adam mesela cimri olur, bunun için kimse onu suçlayamaz. Zira harekete geçmeyen şeyden insan günahkâr olmaz. Hırsızlık hastalığının bir insanda var olması, bu hastalık fiiliyata dökülmediği müddetçe günah değildir. Manen terakkisine de engel değildir. Böyle kişilerin, “Bu ve benzeri manevi hastalıklarımı yok edersem evliya olurum, yok edemez de bunları bastırırsam büyük sevaba nail olurum.” diye düşünmesi gerekir. Nitekim bu marazları bastıran kişiler Allah katında çok şerefli makamlara yükselirler. Böyle olmasaydı evliyalık farz olurdu. Hâlbuki evliyalık farz değildir. Günaha düşünce bu psikolojide tövbe edip işi baştan bağlamak gerekir. Yani işi baştan bağlamak, nefsle hesaplaşıp işi kökünden halletmek demektir ki bunun için gerçek bir tasavvufi terbiye veren müesseselerden faydalanılır... Tasavvufa, dünyevi makam gibi bir niyetle evliya olmak için girilmez ama nefsin damarını değiştirmek için girilir. Günah arzularından kurtulmak, günaha meyilli olan nefsin bu arzularını bağlamak, yani nefsi terbiye etmek için girilir.
Tövbe Etmek Pişman Olmaktır
Tövbe etmek günahlarda ısrar etmemektir, bir kelimeyle tanımı pişman olmaktır. Yetmiş defa tövbe edip pişman ol, işte bu tövbe olur; ama yetmiş defa günaha düşen yetmiş defa pişman olamaz, kendimizi bu konuda kandırmayalım. Ancak pişman olmayı başarırsa yedi yüz defa günaha düşse Allah yine affeder. Pişman olmak nedir peki? Sen bir yola çıkmışsın; ya bu hak olan, doğru bildiğin yola gideceksin ya da başka yola. Başka yollar tehlikelidir; sonları en hafif tabirle fasıklığa, Allah korusun belki kâfirliğe kadar çıkar. Daha önceki sohbetlerimizde insanları beşe ayırmıştık... Peygamberler, evliyalar, kâfirler, fasıklar bir de nefsine hâkim olup iyi Müslüman olmaya çalışanlar diye. Bu gruptan bize uygun olanı nefsine hâkim olup iyi Müslüman olmaya çalışanlardan olmaktır. Zira bu bizim kulluk görevimizdir. Kim bu yolda azmederse evliyaların makamına kadar yükselir, bunu böyle bilmek gerekir. Evet, fasık mısın, iyi Müslüman olmaya çalışan birisi misin? Kendini sorgula ve bu konuda kendin karar ver. Namazın namaza benzemiyorsa, arkadaşlığın iyi değilse, büyük günahlardan kaçamıyorsan bu Müslümanlığın adı fasıklıktır, kendini kandırma...
Ben insanları çok iyi tanıyorum; bu konuda bilgi, feraset ve tecrübelerime dayanarak söylüyorum ki bu zamandaki günahların çoğu cinsel kaynaklı günahlardır. Seni büyük günahlara düşüren zaafların varsa alkolikler gibi bu günahlara iki de bir düşmekten kurtulamıyorsan aynen bir doktora gitmek gibi mutlaka bir üstada yani manevi halden anlayan, nefsten anlayan bir maneviyat büyüğüne gitmelisin. Maalesef insanların ekserisi, alkolikler gibi tabiri caizse günahkoliktirler. Mesela, zinakolik, kibirkolik, hasetkolik, cimrikolik, riyakolik vs gibi işte… Bu günahların bağımlılarının kurtulması, manevi büyüklerin yardımı ve yol göstermesiyle kolay olur, yoksa işleri çok zor Allah yardım etsin…