Kalp huzuru üzerine bir eser yazan Dr. Joshua Loth Liebman anlatıyor:
Vaktiyle, gençliğimin taşkın hayallerle dolgun zamanlarında, hayatta lüzumu teslim edilmiş şeylerin bir listesini yaptım: Sıhhat, sevgi, güzellik, istidat, kudret, zenginlik, şöhret ve kendi zannımca bir insanın hayatta nasibi olmak icap eden ikinci derecede bir hayli unsurlar...
Bu envanteri mükemmel saydığım bir şekilde tamamladıktan sonra, onu, göğsüm kabararak, o zamanlarda benim hocam, rehberim olan akıl ve dirayet sahibi yaşlı zâta götürdüm.
Büyük dostum listeyi sabırla gözden geçirirken, göz köşelerinin hafifçe kırıştığını gördüm, liste herhalde hoşuna gitmiş olacaktı. Düşünceli bir şekilde onu tekrar gözden geçirerek:
“Mükemmel liste doğrusu. Tasnif güzel, makul de sıralanmış, şu kadar var ki genç dostum, galiba en mühim unsuru dışarıda bırakmışsın. Unutmuş olmalısın ki onsuz bütün varlıklar, mallar, mülkler, acı bir azap ve senin bütün listen çekilmez bir yük olur.” dedi.
Sesime bir kabadayılık çeşnisi vererek sordum:
“Eksik olan bu unsur ne imiş?”
Elindeki ufacık kurşun kalemle benim listemin üzerine çaprazlamasına iki çizgi çizdi. Benim ilk gençlik hayalimin mahsulünü böyle bir kalemle parçaladıktan sonra üç kelime yazdı:
“Peace of Mind” (Kalb huzuru)
“Bu mevhibeyi Allah Teâlâ, sevgili kullarına saklar. İstidat ve güzelliği çok kimselere verir. Servet sıradan bir metadır, şöhret ise nadir bulunan bir şey değil. Fakat kalp huzuru, işte bu, Cenâb-ı Hakk’ın rızasının nihâi alameti bir mükâfat, sevgisinin en büyük alâmetidir. O bunu çok ihtiyatla ihsan eder. Birçok insan bu nimeti hiç göremez; bazıları da bütün hayatları müddetince, evet, tâ iyice ihtiyar oluncaya kadar bu nimetin geleceği saati beklerler.” dedi.( Joshua Loth Lieiman, Kalb Huzuru (Peace of Mind) (Ter. Sofi Huri), sh. 5-6, Amerikan Bord Neşriyat, İstanbul 1962)
Bir dostum da başından geçen bir hadiseyi şöyle anlatır:
İş yoğunluğu ve düzensiz bir hayatın neticesi, kendimi iyi hissetmediğim günlerden biriydi. Çünkü o günlerde nabız atışlarım çok hızlanmış ve hayattan zevk alamaz olmuştum. Hatta psikolojik tedavi görüyordum. Kayseri’den İstanbul’a şoförümle birlikte bir yolculuğa çıkmıştım. Yolda bir yerde mola verdik. Ben arabanın içerisinde oturuyor ve âdeta kendimi dinliyordum. Arabaya yaklaşan üç delikanlı hem arabaya göz atıyor hem de kendi aralarında konuşuyorlardı. İçlerinden birisi diğerlerine şöyle diyordu:
“Hayatta şöyle bir arabam olsa herhalde dünyanın en mutlu insanlarından biri olurdum.” Bu sözleri işitince kendi kendime acı acı güldüm ve şöyle mırıldandım:
“Ah delikanlı! Bak şu an ben, senin arzu ettiğin arabanın içindeyim; ama huzurlu değilim. Gel sen huzuru başka yerlerde ara!”
Tarihin her döneminde mutluluk ve huzur arayışı, insanlığın ortak bir arayışı olmuştur. Kimi insan gönül huzurunu mal ve mülkte, kimileri makam ve şöhrette, bazıları bilgi ve hikmette, bir kısım kimseler de maneviyat âlemine yönelmekte bulmaya çalışmışlardır. Kimileri iş merkezli, kimileri eğlence ve zevk merkezli, bazıları ise ilişkiler merkezli bir hayat tarzıyla saadeti tatmak istemiştir.
Yusuf Hemedani -kuddise sirruh- der ki: “Hayat kişinin kendisiyle avunduğu şeydir. Kim ne ile avunuyorsa hayat kalitesi/derecesi de odur.” (Yusuf-i Hemedânî, Hayat Nedir/Rütbetü’l-hayat (Çev. Necdet Tosun), İnsan yayınları, İstanbul 998, sh. 53-54)
Çoğu zaman nefsin haz duyması ile gönlün huzur duyması karıştırıla gelmiştir. Avunmak ile itmi’nân aynı şeyler değildir. Birinde nefsin kısa süreli hazzı söz konusu iken, diğerinde gönlün huzur ve sükûneti esastır.
Hayat yolculuğunun inişli çıkışlı olması, nimet ve musibetin, güzellik ve çirkinliğin, fırsat ve tehlikenin çoğu zaman yan yana bulunması, huzur ve istikrarın sağlanmasının pek de kolay olmadığını gösterir.
Huzurun oluşmasında dış şartlar önemlidir; ancak insanın kendi iç şartları belki daha da önemlidir. Zira aynı şartlar içerisinde kimileri mutlu olabilirken kimileri de stres karanlığı içerisinde kıvranabilir. Belâ ve musibetler karşısında “Hoştur bana senden gelen/Ya gonca gül yahut diken” anlayışına sahip biri ile “Böyle bir musibet ve belâ neden benim başıma gelir?” diye sızlanan bir kimse arasındaki fark, bir gönül farkıdır. Dış şartların oluşmasında kişisel tercihlerin belirleyiciliği son derece sınırlı olduğundan, iç huzurun oluşmasında en büyük amil, kişinin hayata bakışının pozitif yönde gelişmesidir.
Bilge bir zâtın talebesi, sürekli her şeyden yakınıyor, şikâyet ediyor, karamsar davranışlar sergiliyordu. Söylediklerinin çoğu haklıydı. Bilge kişi sürekli onu izliyordu.
Bir gün bir avuç tuz aldı, bir bardak su ile karıştırdı. İçmesini istedi; öğrencisinin suyu ağzına almasıyla çıkarması bir oldu.
“Neden tükürdün?” dedi bilge hoca. Öğrencisi:
“Çok acı!” diye cevap verdi.
Hocası onu aldı, bir gölün kenarına götürdü. Bu sefer aynı miktar tuzu göle attı. Sonra da gölden bir bardak su aldı ve öğrencisine içirdi.
“Nasıl?” diye sordu.
“Çok nefis!” diye cevap aldı.
Bilge kişinin yorumu şöyleydi:
“Oğlum! Hayattaki zorluklar, bir tutam tuz gibidir; onu duygularınla geniş karşılarsan sana zarar vermez. Sarayda kederli, zindanda mutlu olmak insanın elindedir.” (Prof. Dr. Nevzat Tarhan, Mutluluk Psikolojisi, Timaş Yayınları, İst-2005, sh. 25)
Kendimizi Keşfe Çıkmak
İç huzuru istiyoruz, fakat iç tarafa bakmaya razı değiliz.
Gönül huzuruna ulaşmak için çıkacağımız bu yolculukta ilk durağımız “kendimizi doğru tanımak” olacaktır. “Kendini tanımak” tarih boyunca birçok düşünce ve terbiye metodunun vazgeçilmez adımlarından birisi olmuştur. İslam tasavvufu da insanın idrak dünyasında gelişecek irfânî boyutun ancak nefsi tanımakla gerçekleşebileceğine işaretle: “Kendini tanıyan Rabbini tanır.” düsturunu, terbiye sisteminin merkezine yerleştirmiştir.
Empedocles, “İç huzuru istiyoruz, fakat iç tarafa bakmaya razı değiliz.” der. İnsanın iç dünyasında bir ırmak gibi coşup duran duygular, hayaller, düşünceler, arzular ve hevesler, doğru bir şekilde değerlendirilmeden ya da yönlendirilmeden, iç dalgalanmaların önüne geçmek mümkün değildir. İç ve dış tesirler neticesi oluşan inanç ve paradigmalar, gönül huzurunu doğrudan etkileyen temel dinamiklerdir. Hatta denilebilir ki, huzura giden yolda bazen en büyük engel, kendi benliğimiz olabilir.
Ebû Abdullah Dasitânî anlatıyor:
Bir grup dostumuzla bir yolculuğa çıkmıştık. Yolumuz bir köye erişti. Köy halkına sorduk:
“Burada duası ve nasihati alınacak büyüklerden biri var mı?” Bize dediler ki:
“Evet, burada büyüklerden “Dar” isminde biri vardı; fakat o vefat etti.”
“Peki, onu gören kimse var mı?” dedik.
“Yaşı bir hayli ilerlemiş bir zât var, o onu görmüştür.” dediler.
Biz de kalkıp o zatın yanına gittik. Heybetli bir pîr idi. Kendisine:
“Efendim! “Dâr” hazretlerini görme şerefine nail olmuşsunuz. Kendisinden sizde kalan hatıralar vardır; anlatsanız da dinleyip istifade etsek.” diyerek ricada bulunduk. Yaşlı zât bize döndü ve:
Onu gördüğümde ben küçük bir çocuktum. Onun hikmetli kelamlarından çok fazla bir şey hatırımda kalmadı. Ancak size bir hatıramı nakledeyim:
Bir gün yamalı elbiseler giymiş bir derviş huzuruna gelmişti. Anlaşılan uzun bir yoldan geliyordu. Selam verip Dâr hazretlerinin yanına oturdu ve ona şöyle dedi:
“Ey üstad! Ayakkabılarımı çıkarayım da seninle rahat olayım... Bütün âlemi dolaştım. Ne rahatlık buldum ne de rahata eren birini gördüm.”
Bunu dinleyen Pîr Dâr dervişe döndü ve:
“Hay evladım, neden kendinden el çekmedin? Kendi nefsinden el çekebilseydin hem kendin rahata ererdin hem de herkesi rahat bulurdun.” dedi.
Bu sözleri dinleyen Ebû Abdullah, ihtiyara teşekkür ederek dedi ki:
“Efendim, bu nasihat bize kâfidir. Biz alacağımızı aldık. Artık bize müsaade ediniz.”
İnsan, kendi iç vehimlerinden, boş vesveselerinden ve korkularından emin olmadıkça iç dinginliğine erişemeyecek ve huzura ulaşamayacaktır. İşte bu sebeple başta bütün hak dinler olmak üzere birçok terbiye sisteminde saadet yolculuğu, öncelikle nefsin iç mırıltılarını susturmak ya da düzene koymakla başlamıştır.
Hayatı ve içindekileri hatta daha da ötesini izah edemeyen bir inanç manzumesi içinde huzur soluklamak, imkânsızdır. Bu itibarla bir gerçeklik üzerine bina edilmeyen bâtıl inançlar terkedilmeden huzur yolculuğu başlamaz. Kendisi hakkında nedenlerini, niçinlerini ve nasıllarını doğru bir değerlendirme zeminine oturtamayan kimsenin, sağlam temelleri olamayacaktır. Sağlam temelden yoksun olan her bir yapının da en ufak bir sarsıntıda hâk ile yeksan olacağı muhakkaktır. Öyleyse keşif yolculuğumuzun ilk işaret levhasında yazık bulunan şu cümleye kulak verelim:
“İnanç ve hayata bakış paradigmalarının doğruluğu, gözden geçirilmelidir.”
Kur’ân-ı Kerim, “insanın öz benliği” diye de ifade edebileceğimiz “nefs” hakikatinin, bizzat kendisine sürekli kötülüğü emrettiğini ifade eder (Yusuf, 12/ 53). Bundan korunmanın yolu olarak da onu kötü duygulardan arıtmak (tezkiye) gerektiğine vurgu yapar. Bir insan için gerçek kurtuluşun ancak bu şekilde gerçekleşebileceğini de en kesin ifadelerle bildirir (Şems, 91/1-10). İşte bu sebeple ikinci işaret levhamızda şu cümle yazılıdır:
“İç duyguları düzenlemek ve negatif fısıltıları bitirmek için nefsi, tezkiye sürecine tabi tutmalıdır.” İslam kültüründe tasavvuf terbiyesi, işte böyle bir sürecin mektebi olarak değerlendirilebilir.
Nefes kesen hayat yarışında dünyayı değiştirmek yerine, önce kendimizi değiştirmenin daha akıllıca olduğunu ifade edebiliriz. Kendi iç huzurunu oluşturamamış kimselerin başkalarına huzur taşıması tam bir hayaldir.
Önce olmalı, sonra da oldurmanın derdine düşmelidir. Bir mezar taşı üzerine nakşolunmuş şu itiraf, büyük bir gerçeğin en güzel ifadelerinden biridir:
“Genç ve hür iken, hayallerim sonsuz iken, dünyayı değiştirmek isterdim. Yaşlanıp akıllanınca, dünyanın kolay değişmeyeceğini anladım. Ben de düşlerimi biraz kısıtlayarak sadece memleketimi değiştirmeye karar verdim. Ama o da değişeceğe benzemiyordu. İyice yaşlandığımda, artık son bir gayretle sadece ailemi, kendime en yakın olanları değiştirmeyi denedim. Ama üzülerek ifade edeyim ki bunu da kabul ettiremedim. Ve şimdi ölüm döşeğimde yatarken birden fark ettim ki, önce yalnız kendimi değiştirseydim, onlara örnek olarak ailemi de değiştirebilirdim. Kim bilir, belki dünyayı bile değiştirebilirdim.”
Gönül huzuru yolculuğunun üçüncü levhasında da şu cümleleri okuyoruz:
“Huzur ve başarı için önce kendini dönüştürmenin derdine düşmelidir.”
İhtiyaçları doğru ve yeterli bir şekilde karşılanmayan kişi, muzdariptir. Izdırap ise çoğu zaman huzura mânidir. Görünen-görünmeyen, maddî-manevî ihtiyaçlar doğru karşılanmadan huzur iklimine yolculuk zordur. Hatta imkânsız gibidir. Hem beden korunmalı hem de ruh ihmal edilmemelidir.
Dengeli bir hayat, uzun soluklu bir huzurun teminatı gibidir. Dünya adına ahiretin ihmali ya da ahiret adına dünyanın terki huzur getirmeyecektir. Saadet asrında Selmân-ı Fârisi ile manevi kardeşi Ebu’d-Derdâ arasında şöyle bir olay yaşanır:
Bir defasında Selman, kardeşi Ebu’d-Derdâ’yı ziyarete gitmiş fakat onu evde bulamamıştı. Zevcesi Ümmü’d- Derdâ’yı eski bir elbise içinde perişan gördü ve:
“Bu ne haldir?” diye sordu. Ümmü’d-Derdâ:
“Kardeşin Ebu’d-Derdâ’nın dünyada bir işi ve ilişiği yok ki.” diye yakındı. Bu sırada Ebu’d-Derdâ da geldi. Selmân’ı selamladı ve ona yemek hazırladı ve önüne getirdi. Selmân Ebu’d-Derdâ’ya:
“Haydi, sen de ye!” dedi. Ebu’d-Derdâ:
“Ben oruçluyum.” demesi üzerine Selmân:
“Sen yemedikçe ben de yemeyeceğim.” dedi.
Ebu’d-Derdâ orucunu bozup misafiriyle yemeği yedi. Gece olunca Ebu’d-Derdâ, gecenin evvelinde namaza kalkmak istedi. Selmân “Uyu!” diye menetti. Ebu’d-Derdâ da uyudu. Sonra bir daha kalkmak istedi. Yine Selmân “Uyu!” diye engel oldu. Gecenin son vakti olunca “Artık şimdi kalk!” dedi. Kalktılar, abdest aldılar, namaz kıldılar. Namazı müteakip Selmân Ebu’d-Derdâ’ya:
“Kardeşim, üzerinde muhakkak ki Rabbin’in hakkı vardır. Kendi nefsinin de böylece hakkı vardır. Ailenin de bir hakkı vardır. Binâenaleyh her hak sahibine hakkını vermelisin.” dedi.
Sonra Ebu’d-Derdâ, Nebî sallallahu aleyhi ve sellemin huzuruna gelip başından geçenleri arzedince Rasulullah aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm:
“Selman doğru söylemiştir.” buyurdular. (Buharî, Savm, 52; Edeb, 86)
Keşif yolculuğumuzdaki dördüncü işaret levhamızdaki mesajı da okuyalım:
“Doğru ve dengeli bir şekilde karşılanmayan ihtiyaçlar, huzura mânidir.”
Muhitle İlişkilerde Denge
Gönüle huzur veren; daireler muhitindeki kin, düşmanlık ve çatışma değil, dostluk, sevgi ve barıştır.
“Aramakla bulunmaz fakat bulanlar ancak arayanlardır.”
Huzur iklimi, bir tek şeyin sonucu değil, belki birçok bileşenin ortak bir neticesidir. Bu iklimin oluşmasında, kişinin kendisiyle kurduğu sıhhatli ilişki kadar “muhit”le geliştirdiği ilişkiler de son derece ehemmiyetlidir.
Başka türlü söyleyelim. Kişinin hem kendisiyle hem de kâinat âleminde ona eşlik eden tüm varlıklarla; eşiyle dostuyla, evladıyla, ebeveyniyle, çiçeklerle, kuşlarla ve tabi ki Yaradanıyla kurduğu yakınlıklar, huzur arayışı için temel uğrak noktalarıdır. “Aile, toplum, âlem ve Allah” kavramlarında özetlenen bu geniş muhit ile geliştirilecek ilişkilerin niteliği, insanın varacağı huzur diyarını adım adım tayin eder. Zira hayat, insan penceresinden bakıldığında, benlik dediğimiz küçük bir noktadan başlayıp dışa doğru açılan, kıvrılan, gittikçe genişleyen ve ufuklara uzanan ihtişamlı bir “daireler muhiti”nin adıdır. Aranan huzur diyarı da bu muhitin başıyla sonu arasında gözetilen nizam ve uyumun, sevgi, dostluk ve adalet duygusunun ardında saklıdır.
Gönüle huzur veren; daireler muhitindeki kin, düşmanlık ve çatışma değil, dostluk, sevgi ve barıştır. Bu itibarla huzur soluklayan ruhlar, sulh ve ıslah merkezli bir hayatı düstur edinenlerdir. Hayatın daireleri arasında sulh, sevgi, adalet ve ülfet etraflı bir ilişki arayışı içinde bulunan kimseler, gönüllerinde cennet huzurunu tadabilenlerdir.
Huzur arayışındaki insana en yakın daire, ailedir. Bu daire içinde anne-baba, kardeş, eş ve çocuklarıyla sulh ve muhabbet ilişkileri oluşturamamış bir gönülde huzur penceresi açılmamış demektir.
Diğer bir daire içinde seyrelen-yoğunlaşan, yüzeyselleşen-derinleşen, karmaşıklaşan, kendine has belli mecralardan akıp gelen ilişkilerin yer aldığı toplum hayatıdır. Bu hayatta beklenen huzur iklimi, muhitte yer alan insanlarla adâlet, hakkaniyet, saygı ve anlayış eksenli bir ilişki ve nizam ortamının kurulmasını gerekli kılar. Böyle bir ortam ise insanları hor-hakir görmeden, dışlamadan, aşağılamadan, kenara itmeden, yok saymadan, yüce menfaatlere, acımasız hırslara kurban etmeden, onurunu kırmadan, aldatıp oyalamadan, onları kullanmaya çalışmadan, onlara ezâ ve işkence etmeden, onlara karşı üstünlük ve efendilik iddiasında bulunmadan, onlara dair kaba söylemler üretmeden fakat onları adam yerine koymaya, eşrefi mahlûkat olarak görmeye, varlıklarına Yaradan hatırına saygı duymaya bağlıdır. Kısacası insan onurunu eksen alan bir toplum ilişkisi, huzur arayışları için zorunlu bir esintidir. İçerisine kin, nefret, öfke, korku ve düşmanlık sağanağının boşaldığı bir toplum hayatının gönül huzuruna sağlayacağı bir faydadan söz edilemez.
Canlı-cansız tüm yaratılmışlarla sulh içinde yaşamak, gönülün huzur dairelerinin sınırlarını daha da genişletir ki böyle bir kimse için dağlar, taşlar, gökler ve yerler farklı bir huzur penceresidir. Zira böyle bir kimse için tabiat âlemi, kendisinde her an Yaradan’ın tecelli ettiği, her haliyle Yaradan’ı zikreden, hep o ilâhî kudretin işaretlerini taşıyan, bu işaretler vasıtasıyla insanlarla konuşan, insanlara varlıklarını sürdürme imkânı sunan bir nimettir; bir ibretler âlemidir. Dolayısıyla her halinde Yaradan’ın mührünü taşıyan bu âlemi, hesapsızca kullanılıp sorumsuzca tüketilecek, sınır tanımaz hırs ateşiyle tahrip edilecek, denetim altına alınacak bir düşman değil, dostça geçinilecek, imar edilecek ilâhî bir lütuf olarak görmenin gönül huzuruna ekleyeceği önemli güzellikler vardır. Başkaları için belâ ve musibet görünen birçok hadise ve olaylar, muhitiyle barışık kimse için farklı bir imtihan ve hikmet tecellisidir.
En geniş ve en derin huzur iklimine ise insanı hem içinden hem de dışından kuşatan ve en büyük muhit olan Allah Teâlâ’ya vuslat (yakınlık) neticesinde ulaşılır. Bütün âlemi kuşatan, görüp-gözeten, idare eden, insana şah damarından daha yakın olan bir Allah idrakidir ki, insanın hayata bakışını, gönül dünyasını, düşünce ufkunu genişletir ve rahatlatır. Çünkü böyle bir Yaradan tasavvuru, insanın başıboşluğuna, yalnızlık, anlamsızlık ve çaresizliğine çare sunar; sonu kestirilemeyen ama hayatımızda uzun süre kalmayacağı da bizi ikbale erdirmeyeceği de bilinen heveslere karşı uyarır. İnsanın hayat içerisindeki birçok problem ve sıkıntıya karşı yüzünü dönüp yardım isteyeceği, yönlendirmesine ihtiyaç duyacağı, yaşamak için kendisinden güç ve heyecan devşireceği, gönlünü rahat ve iradesini metin tutacağı, ona soyluluğunu hatırlatan yüce bir varlığı hep hatırda tutmayı, unutmamayı, ona yakınlık duymayı telkin eder. Dolayısıyla böyle bir varlıkla beraberlik şuurunun derinliği nispetinde huzur gönüle yerleşir ve kalıcı hale gelir. Bu yüce muhitle kurulan yakınlık ve dostluk ilişkisi, insanı, başta kendi ailesine, sonra toplumun geri kalanına ve âlemin geleceğine ilgi duymaya, bunlarla sağlıklı ve dengeli bir ilişki kurmaya sevk eder. Gel-geç sevdalar ve fâni varlıkların verdiği huzur, bu büyük huzurun yanında ancak küçük bir avunma olarak nitelenebilecektir. Allah dostluğunun verdiği manevî haz, hiçbir şeyle kıyaslanamayacak eşsiz bir huzur okyanusuna dalmaktır. İşte bu sebeple buyrulmuştur ki: “İyi bilin ki gönüller ancak Allah’ı anmakla (zikrullah ile) huzur ve itmi’nâna erer.” (Ra’d, 13/28)
İnsanı saran muhitin, iradesi en keskin, kudreti en geniş dairesi olan Allah’ı hatırda tutmanın gönül dünyasına sunacağı huzurla ilgili Elmalılı Hamdi merhumun cümlelerine bakalım ama ifadelerinde kısmi bir sadeleştirmeye gittiğimizi de belirterek:
“...Evet, başkasıyla değil, ancak Allah’ın zikri ile -Allah’ın verdiği zikir Kur’ân veya Allah’ı anmak, hatırlamakladır ki- kalpler mutmain olur. Zira her şeyin başlangıcı ve sonu ancak Allah’ta son bulur. Bütün sebepler O’na dayanır. Varlığı mümkün olan her şeyin meydana gelişindeki ihtimaller zinciri, Allah’ta kesilir. Allah, daha üstü ve daha ötesi olmayan, sınırdan ve miktardan münezzeh olan yüceler yücesi bir kebîru’l-müteâl olduğundan, gerek dış dünyadaki varlıklarda, gerek vicdanda O’ndan ilerisi yoktur ki fazla bir kalp hareketine imkân ve ihtimal bulunsun.
Allah deyince, düşünceler hareket hedefinin son noktasına erişmiş, mantıklar durmuş, bütün duygular, bütün korku ve ümitler son durağına dayanmış bulunur. Gönüller O’nun dışında mâsivâdan hangi şeye meylederse etsin, onların hepsinin daha iyisi ve daha üstünü, daha ötesi bulunduğundan, hiçbirinde karar kılamaz. Hiçbirinde itminanını bulamaz. Yine hiçbirisi, ruhun iştiyâkını dindiremez, heyecanını doyum noktasına ulaştıramaz; lezzet ve gıptada daha yükseğine ulaşmak ister. Fakat kalp, İlâhî marifetten zevk almaya başlayınca, bütün isteklerin ve bütün işlerin Allah’a bağlı olduğunu anlar ve artık O’ndan yüksek bir makam ve merciye, O’nun dışında bir maksûda geçmek mümkün olmaz.” (Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, IV, 2983-2985 (Kısmen sadeleştirilerek))
En büyük muhit olan Allah’tan habersiz yaşanan bir hayat, huzursuz ve stresli bir hayattır. Nitekim Kur’ân-ı Kerim bu gerçeğe şöyle dikkat çeker:
“Kim Allah’ın zikrinden yüz çevirirse onun hakkı dar ve sıkıntılı bir hayat olacaktır.” (Tâhâ, 20/124)
Yazımızı, yine Elmalılı Hamdi Yazır’ın insanın yaşadığı hayat kalitesinin muhitle ilişkisini ifade eden şu veciz cümleleriyle bitirelim:
“Hayat, muhite mutabakat diye mülahaza edildiğine göre, en yüksek hayat, en yüksek muhite mutabakat demek olur. En yüksek muhit ise Allah Teâlâ’dır. Binaenaleyh bu en yüksek hayat, her halükârda Allah Teâlâ’nın emrine intibak ederek O’nun likâsına yükselmekle olur...” (Hak Dini Kur’an Dili, VII, 5683)