“Kaderim böyle yazılmış, suçum ne?” Türünden ifadelerle çok sık karşılaşırız. Sitem ve serzenişten başlayan, maazallah isyan, suçlama, hatta sövgüye kadar varan geniş bir yelpazede kadere yönelik bu nevi yakınma ve ithamların herhangi bir haklılık payı var mıdır?
Kader konusu, İslam amentüsünün altı esasından biridir. Tarihsel süreç içerisinde yalnızca İslam’ın değil, hemen bütün dinlerin iman umdeleri kapsamında değerlendirme mevzu olmuştur. Bırakınız dinleri, ontolojide felsefenin, hatta bilimin dahi temel tartışma konularından birini teşkil etmiştir.
Determinizm olgusu, kaderin bilim tarafından tanınma ve keşfinden başka bir şey değildir aslında. Atomik anlamda mikro kozmozdan alın da galaksi boyutlarında makro kozmoza varıncaya değin tüm evrende cari olan kurallar, formüller, sistemler bütünü; kaderin bilimsel kanıt ve tespitinden öte bir anlam taşımamaktadır.
Genel anlamda “kader”; olmuş ve olacak tüm olayların önceden programlanması, “kaza” ise olayların söz konusu bu program doğrultusunda zaman ve mekanla buluşması ya da bir başka ifadeyle vakti, saati gelince tahakkuk etmesidir. Teşbihte hata olmasın “kader”; bir eserin bir mühendis tarafından çizilmiş planı olarak kabul edilirse, “kaza” da söz konusu bu eserin bu plan doğrultusunda aplike edilmesi, gerçekleştirilmesine benzetilebilir.
Burada izah ettiğimiz husus kaderin icmali anlamdaki açılımıdır. Tafsilata, detaylara girdiğinizde, olay komplike bir hüviyet kazanır. Cansız varlıklar anlamında evrensel kaderi okumak nispeten daha kolaydır. Çünkü bu saha, cebri tasarrufların hüküm sürdüğü determinist, mekanik bir karakter arzeder. Bilim denilen olay, bu anlamda kaderin fotoğrafını çekmekten başka bir şey değildir. Kurallar bellidir, formüller bellidir, neden ve sonuçlar ortadadır. Her ne kadar bu alanda da okunması ve gözlemlenmesi klasik bilim paradigması ile çok zor olan “kuantum” bir nitelik bulunsa da, kuantumun da kendine özgü bir mekaniği söz konusu olabilmektedir.
Konuyu adeta içinden çıkılmaz hâle sokan esas faktör ise “insan” olgusunun bu denklemde devreye giriyor olmasıdır. Çünkü olayın içerisine “irade” denilen, künhüne tam olarak vakıf olmanın neredeyse imkansız olduğu bir kavram girmektedir.
Zaten kaza ve kader denilince daha çok maddenin kaderi değil, insanın kaderi kastedilir. Oysa kader bir bütündür. Entegre bir yapıdır. Bir sistemin çarkları gibidir. Siz, sistemden bir çarkı devre dışı bırakırsanız yapıyı çözemez ve anlayamazsınız.
“Hiç şüphesiz, biz her şeyi kader ile yarattık.”(Kamer, 54/49)
“Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da) yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır.”(Hadid, 57/22)
Bu ilahi beyanlar, cereyan eden her olayın “Levh-i Mahfuz” denilen kader disketinin tecellisinden başka bir şey olmadığının açık kanıtıdır.
Peki her şey adeta ilahi bir kompitür programının bir yansıması ise “cüz’i irade” adı verilen “kişi ihtiyarı” nın kaderde rolü ve fonksiyonu nedir?
Cüz’i irade; külli irade’nin çizdiği sınır ve çerçeve içerisinde insanoğluna bırakılmış bilhassa eyleme matuf niyet, dilek ve istek özgürlüğüdür. Burada da fiilleri yaratan yine Allah’tır. Bu keyfiyet Ehl-i Sünnet alimlerince “Kul kâsib, Allah hâlıktır.” şeklinde formüle edilmiştir. Yani kul ister, kazanır, Allah da yaratır.
Eylemlerimizin yaratılma keyfiyetinin Allah’a ait olması bizleri sorumluluktan kurtarmaz. Bu hususu iyi algılamak ve kavramak gerekir. Çünkü yazımızın ilk paragrafında dile getirdiğimiz ithamların temelinde de buradaki kader sırrını anlayamamış olmak hususu yatmaktadır. Bu nokta o kadar önemlidir ki insanın sonsuz mutluluğunu karartan, ayakların kaymasına neden olan akaid bozuklukları bu konularla ilgili ortaya çıkmaktadır. Nitekim Cebriye, Kaderiye, Mutezile… gibi sapkın bir takım ekollerin ortaya çıkma nedenlerinden birini de bu “irade” mevzu oluşturmaktadır.
Ehl-i Sünnet akaidi, insanı rahatlatacak düzeyde konuyu vüzuha kavuşturmuştur. Şu örnek, kaderi anlama noktasında sanıyorum ciddi boyutta ufuk açıcı olacaktır:
Astronomi bilimi, Güneş ve Ay tutulması olaylarını yıllar öncesinden bizlere tarih, saat hatta dakika olarak bildirmekte, zamanı gelince de tutulma olayları hiç şaşmaksızın vuku bulmaktadır. Diyelim ki 10 Ağustos 2063 yılında Güneş tutulacağı kayıtlara yazılmış, vakti gelince de Güneş tutulmuş olsun. Şimdi böyle bir durumda tutulma olayı, kayıtlarda yazılı olduğu için mi vuku bulmuştur? Yoksa belli bir ilimle o tarihte tutulacağı bilindiği için mi yazılmıştır? Bu sorulara verilecek cevap, kaderi anlama noktasında büyük bir rahatlama sağlayacaktır.
Kader konusu da büyük ölçüde bu örneğe benzemektedir. Çünkü Allahu Teala, geçmiş, gelecek tüm olayları kendine mahsus özel bir ilimle bildiği için yazmıştır ve zamanı geldikçe de yaratmaktadır. Yoksa her şey O cebrettiği için yazılmış değildir. Öyle olacağını bildiği için yazmıştır.
Özellikle insan iradesine yönelik hususlarda bu keyfiyet daha bariz bir nitelik taşır. Cebrettiği hususlar vardır. Ancak insan iradesine müteallik konularda yaratma fiili, kişi iradesi doğrultusunda tecelli etmektedir. İnsan tercihini hayır ya da şer yönde kullanabilir, bu önemli değildir. Neyi seçerseniz Allah onu yaratır. Şer’de rızası olmaması yaratmasına engel değildir. Burada önemli olan sizin özgür iradenizle o işi dilemiş olmanızdır. Siz istediğiniz için Allah da o fiilinizi yaratmıştır. Olay bu kadar sarihtir.
Dolayısıyla yaratılma olayı bizim irademizin bir sonucu olunca, otomatikman “sorumluluk” olgusu da ortaya çıkmış olmaktadır. Diyelim ki yapmış olduğumuz şey “günah” bir eylem ise, fiilimizi Allah’ın yaratmış olması bizi sorumluluktan kurtarmaz. Çünkü o fiilimiz, kaderin cebri zorlaması ile yazılıp vuku bulmuş değil, bizim o fiili tercih edeceğimiz bilindiği için yazılmış ve vuku bulmuştur. Aksi taktirde ceza, mükafat, cennet, cehennem, hesap, mizan… gibi şeylerin hiçbir mantık ve açıklaması da olmazdı. Kaderi yahut iradeyi inkar eden dalalet fırkalarının ortaya çıkma nedenleri işte bu incelikleri yakalayamamış olmalarından kaynaklanmaktadır.
O halde içki içen, zina eden birinin, “Ne yapayım, kaderimde varmış.” türünden savunmaları haşa Allah’a iftira atmaktan başka hiçbir anlam taşımayan şeytani ve nefsani aldanışlardan başka bir şey değildir.
Kader ve kaza ile alakalı olarak önemli bir konu da “kaza”nın değişip değişemeyeceği hususuyla ilgilidir. Bu konu, İmam-ı Rabbani Hazretleri tarafından ‘Mektubat’ adlı şaheserinin 217. mektubunda, kendilerine tevcih edilen bir soru ile alakalı olarak verdikleri cevapta enteresan bir biçimde hal ve izah edilmiştir. Çok dikkat çekici bulduğum için aynen aktarıyorum:
Sual: Evliyanın mahluklara ait bilgileri çok vakit yanlış oluyor ve kalbine doğan bilginin tersi hâsıl oluyor. Mesela, bir kimsenin bir ay sonra öleceğini veya yolcunun geleceğini haber veriyorlar. Bunlar olmuyor. Bunun sebebi nedir?
Cevap: Velinin kalbine gelen bilgi, haber verilen iş, çok defa şartlara bağlı olur. O Veli, o anda o şartları anlayamaz. O şeyin, şartsız olarak her halde meydana geleceğini sanır. Bundan başka (Levh-i Mahfuz)da yazılı, ileride olacak bir işi ârife gösterirler. Fakat o iş, değiştirilebilen, silinip yeniden yazılabilen şeylerdendir. (Kazâ-i muallak) gibidir. Ârif, o işin bir şarta bağlı olduğunu, silinebilecek şeylerden olduğunu anlayamayıp elbette hâsıl olacağını sanır ve gördüğünü haber verir. Böylece o iş de hâsıl olmayabilir. İşittiğimize göre, Cebrâil (as) bir gün Peygamberimiz’e (sav) gelip bir gencin yarın sabah erkenden öleceğini haber verir. Peygamber Efendimiz (sav) bu gence acıyıp huzûr-u saadetlerine çağırır. Ne isteği olduğunu sorar.
Genç, “Bir kız ile evlenmek ve bir de tatlı isterim.” der.
Emir buyurup ikisini de hemen hazırlarlar. Genç, o gece odasında ailesi ile oturmuş, tatlı yanlarında iken kapıya bir fakir gelir. Talepte bulunarak “Açım, Allah rızası için bir şey verin!” der.
Genç, tatlının hepsini fakire sadaka verir. Sabah olunca Peygamberimiz (sav) gencin ölüm haberini bekler. Uzun zaman haber gelmeyince birini gönderip sorar. Gencin sağ ve keyf yapmakta olduğunu söylerler. Hayret eder. O sırada Cebrâil (as) gelir. O’na sorar. Cebrâil (as) da;
“Gencin tatlıyı sadaka vermesi, gelmekte olan belayı geri çevirdi.” der. Ve gencin yastığı altında büyük bir yılanı ölü olarak bulurlar.
Bu haber, bu fakire hoş gelmiyor. Cebrâil aleyhisselamın yanılmasını câiz görmüyorum. Yahut, Cebrâil aleyhisselamın masum olması, emin olması ve hiç yanılmaması, vahiy şeklinde getirdiği şeylerdedir. Yani, Allahu Teala tarafından indirdiği şeylerde yanlışlık ihtimali yoktur. Bu genç için getirdiği haber ise vahiy değildir. Levh-i Mahfuz’da görüp öğrendiği birşeyi haber vermiştir. Levh-i Mahfuz’da yazılı şeyler silinip değiştirilebildiğinden, buradan öğrenilen haberler yanlış olabilir. Allahu Teala tarafından getirilen şeylerin ise yanlış olmak ihtimali yoktur. Şehadet ile ihbar arasında fark vardır. İslamiyette, şahit olmak kabul olunur. Haber vermeğe ise güvenilmez.
Kazâ, yani Allahu Teala’nın yaratacağı şeyler iki kısımdır: (Kazâ-i muallak), (Kazâ-i mübrem). Birincisi, şarta bağlı olarak yaratılacak şeyler demektir ki bunların yaratılma şekli değişebilir veya hiç yaratılmaz. İkincisi, şartsız muhakkak yaratılacak demek olup hiçbir sûretle değişmez, muhakkak yaratılır. Kaf sûresi 29. ayette mealen, “Benim huzurumda söz değiştirilmez...” buyruldu. Bu ayet-i kerime, kazâ-i mübremi bildirmektedir. Kazâ-i muallak için de Ra’d sûresi 39. ayette şöyle buyrulur: “Allah dilediğini siler, (dilediğini de) sabit bırakır. Bütün kitapların aslı O’nun yanındadır.”
Hocam Muhammed Bâki Billah, Seyyid Abdulkadir Geylânî’nin (kuddise sirruh) bazı kitaplarında zikrettiği “Kazâ-i mübremi kimse değiştiremez. Fakat ben, istersem onu da değiştirebilirim.” sözüne şaşar ve olacak şey değildir, derdi. Hocamın bu sözü, uzun zamandan beri zihnimi kurcalamıştı. Nihayet Allahu Teala, bu fakiri de bu nimeti ihsan etmekle şereflendirdi.
Bir gün, sevdiklerimden birine bir bela geleceği ilham olundu. Bu belanın geri döndürülmesi için Cenâb-ı Hakk’a çok yalvardım. Bütün varlığım ile O’na sığındım. Korkarak, sızlıyarak, çok uğraştım. Bu belanın, Levh-i Mahfuz’da kazâ-i muallak olmadığını, bir şarta bağlı olmadığını gösterdiler. Çok üzüldüm, ümidim kırıldı. Abdulkadir Geylânî’nin (ks) sözü hatırıma geldi. İkinci defa olarak tekrar sığındım, çok yalvardım. Aczimi, zavallılığımı göstererek niyaz ettim. Lutf ve ihsan ederek kazâ-i muallakın iki türlü olduğunu bildirdiler: Birincisi, şarta bağlı olup Levh-i Mahfuz’da gösterilmiş, meleklere bildirilmiştir. İkincisi de şarta bağlıdır ama yalnız Allahu Teala bilir. Levh-i Mahfuz’da, kazâ-i mübrem gibi görülmektedir ki bu kazâ-i muallak da birincisi gibi değiştirilebilir. Bunu anlayınca Abdulkadir Geylânî’nin (ks) sözündeki kazâ-i mübremin, bu ikinci kısım kazâ-i muallak olduğunu ve kazâ-i mübrem şeklinde görüldüğünü; yoksa hakiki kazâ-i mübremi değiştiririm demediğini anladım. Böyle kazâ-i muallakı pek az kimseye tanıtmışlardır. Ya bunu değiştirebilecek kim bulunabilir? O sevdiğim kimseye gelmekte olan belanın, bu son kısım kazâdan olduğunu anladım ve Hak (sübhanehu ve teala)nın bu belayı geri çevirdiği malum oldu. Allahu Teala’ya bunun için çok şükrettim!”
Demek oluyor ki kaza ve kader konusu çok gizemli sırlarla dolu bir alandır. Nitekim; “Ata(iyilik), kazadan hızlıdır.” kelam-ı kibarı da bu esrarı teyit eden güzel bir sözdür. Ayrıca birçok hadis-i şerifte varid olan; sadaka ve duanın, sıla-i rahim (akraba ziyareti) yapma… gibi keyfiyetlerin kaza ve belayı kaldırması, ömrü uzatması nev’inden incelikleri de bu sırra mebni hususlar olarak görmek yanlış olmasa gerektir.
Başka bir bakış açısıyla kaderi ikiye ayırabiliriz: “ızdırari kader” ve “ihtiyari kader”. Izdırari kader, külli iradenin bir tezahürü olup burada herhangi bir sorumluluk söz konusu değildir. Anamız, babamız, etnik yapımız, cinsiyetimiz, vücut özelliklerimiz… gibi özellikler bu kader kapsamındaki hususiyetlerdir. Asıl bizleri sorumlu kılan kader, irademizin devrede olduğu ihtiyari kaderdir. Hayır ve şer bellidir, tercihte bulunan da kişinin kendisidir. O halde yaptığımız ve yapacağımız seçim ve tercihlerde çok dikkatli olmak zorundayız.
Ezelden ebede, olmuş olacak her şey Allah indinde mevcuttur. İstikbal ya da mazi, ancak bizler için söz konusudur. Biz insanlar zaman, mekan kaydına mahkum yaratıklarız. Allah (cc), böyle bir kayıttan azadedir. Tüm mükevvenat zaman ve mekan kaydına tabi olmaksızın Allah’ın ilm-i ezelisinde mevcutturlar. Yine teşbihte hata olmasın şöyle bir örnek, konunun anlaşılmasına yardımcı olacaktır:
Bir film senaristi düşünün ki yazdığı senaryo, bir şahsın doğumundan ölümüne kadar geçen tüm aşamaları kapsasın. Daha sonra bu senaryonun kaleme alınarak yazıldığını, sonra da filmleştirildiğini kabul edelim. Böyle bir durumda baştan sona tüm senaryo öncelikle senaristin zihninde adeta bir “an-ı daim” olarak mevcut bulunacaktır. Senaryo konusunu teşkil eden şahsın doğum anı da ölüm anı da aynı anda bir kurgu, bir program olarak senaristin hafızasında var demektir. Ne zaman ki senaryo kitaplaştırılacak ve de yazılacaktır, işte o durumda zaman ve mekan kaydıyla, dolayısıyla geçmiş ve gelecek kavramlarıyla karşılaşılmış olunacaktır.
Aynen bu örnekte olduğu gibi tabiri yerindeyse kader senaryosu da zaman, mekan, geçmiş, gelecek… kaydı olmaksızın Allah’ın ilminde mevcuttur. Ne zaman ki kader senaryosu filmleştirilir yani kazâ hâlini alır, işte o durumda zaman, mekan, geçmiş, gelecek…yaratılmış olur ve bu kayıtlar da Allah için değil, biz kullar için söz konusu olmuş olur.
Aynı şekilde; muhtevasında kayıt bulunan bir CD, film kaseti ya da disketi yalın, salt olarak düşündüğünüzde o hâliyle içerisinde zaman ve mekan göremezsiniz. Ne zaman ki bilgisayarınıza yerleştirip izlemeye başlarsınız o taktirde ‘geçmiş ya da gelecek’ olgularıyla karşılaşırsınız. Paralel bir biçimde, kaza ve kader konusuna da böyle bir yaklaşım geliştirilebilir.
Kaderin künhünü tüm boyutlarıyla tam olarak idrak ve ihata etmek insanoğlu için mümkün değildir. Böyle bir iddia her şeyi bilmek, tüm sırlara muttali olmak demektir ki böylesi bir yaklaşım, hâşâ Tanrılık iddiası anlamı taşır. Bu gerçekliği ifade eden çok güzel bir söz vardır ki şöyledir; “Kaderin kavranamayacağını kavramak, kaderi anlamaktır.”
Hakikat böyle olmakla birlikte, yukarıda izah edildiği üzere, insan aklı ve kalbini teskin ve tatmin edecek boyutlarda kaza ve kaderi anlamak da mümkündür. Nitekim bu konuda Ehl-i Sünnet yaklaşımının en isabetli, en doğru akide olduğu keyfiyeti; dini, akli ve bilimsel kanıt ve usullerle tespit ve teyit olunmuş bir husustur.
İradeyi inkar, insanı uzaktan kumanda edilen bir kuklaya dönüştüreceği gibi, iradeyi bütün bütün insana vermek de her insanı ayrı ayrı ilahlaştırmak, bu da hâşâ Allah’ı yok saymak anlamı taşıyacaktır.
Sonuç olarak; insan denen muazzez varlık, sapık bazı felsefi ekol ve dini fırkaların iddia ettiği gibi, ne iradesiz zavallı bir robot, ne de her tür iradeye sahip bir Tanrı’dır. O, cüz’i iradesini, gönüllü olarak külli iradeye tâbi kıldığı taktirde; çok affedici, çok seven, çok merhametli olan Allah’ın en şerefli bir varlığı ve en nazlı bir kuludur.