El-Melik (Celle Celalühü)

Melik, mana itibarı ile hükümdar anlamına gelir. Padişah hükümdardır, kral hükümdardır; ya da şimdi onların yerini tutanlar. Hükümdar kanun koyucu olduğu gibi, kanunların yürütülmesinden de mesuldür.

Dünya sahnesine, var olduğundan beri birçok hükümdar geldi geçti. Kimisi firavun gibi zulmetti, kimisi Ömer bin Abdülaziz gibi adaleti şiar edindi. Ancak, ister zalim ister adil olsun hepsinin ortak bir noktası vardı; ÖLDÜLER! Belki kıtalara hükmettiler ama kendi nefeslerine hükümleri geçmedi. 

O halde hakiki hükümdar hiçbiri değildi. Öyle ya, hükümdar hükmedendir; yani herhangi bir mevzuda aciz olması düşünülemez. Tebaasının en gizli hâlinden bile haberdardır. Her şeyi bilir, her şeyi duyar, hükmü mikrodan makroya tüm âlemin üzerindedir. Hakiki hükümdar odur ki cümle âlemlerin tüm varlıkların melikidir. Ki ona hükmeden bir başkasının da olmaması gerekir, bu eksikliktir çünkü. Hükümde tektir. Sözün kısası hakiki melik Rabbü’l Âlemîn’dir.

Aslında iman sahipleri için hakiki hükümdarın Allah olduğu noktasında itikatta bir sorun yoktur. Güneş’e, Ay’a, rüzgara, böceğe... hükmüm geçer diyene hepimiz, aklından zoru olan adam muamelesi yaparız. Haklı olarak da yaptığımız bu muameleden hiç gocunmayız. 

Öyle ise bizim problemimiz nerededir? Bizim problemimiz, elimizin altındakilere muamelemizde asıl hükümdarı unutmamızdadır. Bu noktada tavrımız itikadımızla örtüşmez çoğu zaman. Herkesin hükmünün geçtiği birileri, bir şeyleri vardır; az ya da çok. Ailemiz, çocuklarımız, çalışanımız, malımız... Buradaki hüküm, asıl hükümdarın hükmü gibi değildir. Lakin çoğumuz fiilde tam da asıl hükümdar havasına gireriz. 

Mesela evlatlarımız. Onlar bizim elimizin altındaki en değerli varlıklarımız. Allah’ın, tekâmüllerinde yardımcı olmamız, büyütmemiz için bize emanet ettiği varlıklar. Biz onlara Hakk’a kul, halka faydalı olmayı öğretmekle yükümlüyüz; ve ahsen-i takvîm olma yolunda onları eğitmeye mecburuz. Bu olması gereken, içinde bulunulması gereken hâl. Bir de bizim içinde bulunduğumuz hâl var. Anne akşama kadar temizlik, çamaşır, bulaşık ya da gün’lerde vaktini geçirirken çocuk, televizyon ya da bilgisayarla oyalanıyor; yani annenin eğitme işi çoğunlukla sanal dünyaya devrediliyor. Baba da tüketimin ana kaynağı olan para ihtiyacını karşılamak adına 25 saat çalışınca, çocuk akşamları “bir an önce uyusa da biz de rahat etsek, dinlensek” gözüyle bakılan bir varlık. Nasıl olsa o bizim ya! Onun üzerinde nasıl istersek öyle tasarruf ederiz. Zaten onların karbonhidrat, protein, yağ ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra başka neye ihtiyaçları olabilir ki? Aynen evimizdeki herhangi bir eşya gibi. Nasıl ki evdeki eşya bizim içinse, evlat da bizim için. Yani daha açık bir ifade ile, çocuklarımıza mülkümüz gibi davranırız. Onların hükümdarı gibiyizdir. Hatta onlara hükmetme arzusu o kadar kuvvetlidir ki onlar büyüyüp evlendiklerinde bile bu arzunun peşinde koşulduğu için birçok aile ya boşanmakta ya da cennet bahçesinden numune olması gereken yuvalar huzursuzluklarla sürdürülmeye çalışılmaktadır. 

Halbuki tüm âlemlerin asıl sahibi olan Allah, bize evlatlarımızı kendi egomuzu tatmin etmek için değil, halefi olarak terbiyesi ile meşgul olmamız için sadece emanet etmiştir. 

Evet, inançlı her anne baba çocuklarına bakarken SAHİP mantığından kendini kurtarıp emanetçi olma duygusunu kazanmalı. İmam-ı Gazali diyor ki: “Çocuk, temiz bir cevher olarak doğar. Hayır ve şer kazanma kabiliyetine sahiptir. Anne babasına emanettir. Bunlar hayır işlerse çocuk da onları taklit eder ve saîd olur. Fena ahlaklı olurlarsa çocuğun kalbinde şer arzular nakışlanır. Büyüdükten sonra onu işler ve şaki olur. Her ikisinde de anne ve baba çocuğuna ortaktır. Onun için anne ve babanın hayır işlemeye gayret göstermeleri gerekir. Çünkü ebeveyn, evladının ilk muallimleridir.”

Yukarıda görüldüğü üzere İmam-ı Gazali, çocuklarımızın hükümdarı olmadığımızı, muallimi olduğumuzu, emanetçi olduğumuzu vurguluyor. Ve bizatihi İslam ahlakı ile ahlaklanarak onlara örnek teşkil etmemiz gerektiğini söylüyor. 

Ve İslam ahlakının mükemmel temsilcisi Rasûl-i Ekrem Efendimiz ne demişti? El fakrı fahri (yokluğumla iftihar ederim).  Miraçta huzuru ilahide Cenab-ı Hak, Efendimiz’e:

-Habibim! Bana kulluk sırrından ne getirdin? Buyurunca Efendimiz:

-Ya Rabbi! Sana, sende olmayan bir şey getirdim, diye niyaz etti. Allah:

-Bende olmayan nedir Habibim? Buyurunca, Efendimiz:

-Ya Rabbi! Sende olmayan tek şey yokluktur, sana onu getirdim, buyurdu. 

Eee kulluk sırrı, yaradan karşısında yokluğu gerektiriyorsa, Mâlikü’l mülkü unutup bize verilenleri sahiplenmek nedir? Yokluğun tam aksi biz kendimizi öyle var görüyoruz ki sadece kendimizle ilgilenip sadece kendimizi yaşamın odağına alıyoruz. Buna bencillik diyorlar. Bencil insan çoğulcu düşünemez, sorumluluk kavramı ona yabancıdır. Onun lügatinde başkalarını anlamak, başkalarının kaygıları ile kaygılanmak diye bir tabir yoktur. Her şeye sahip olmalı, etraftaki tüm dengeler ona göre ayarlanmalıdır. Önemli olan tek onun şahsi çıkarlarıdır. Nevzat Tarhan, bencil bir devlet adamının, şahsi yararı için ülkenin menfaatlerini dahi göz ardı edeceğini, bencil bir askerin savaşta zor durumda kaldığında cepheyi terk etmekten çekinmeyeceğini söyler. Bir millet için baştaki devlet adamı ve asker ne kadar önemlidir. Askerin de devlet adamının da çıkarları, milletin çıkarları ile örtüşmek zorundadır vatanın selameti için.          

Neyse konumuza dönelim. Mâlikü’l mülkü unutmak bizi bencilleştirir. Bencil insan; iyi anne, iyi baba, iyi arkadaş, iyi patron... olamaz. İnsan, Malikü’l mülkü unutmasa mesela çalabilir mi, kalp kırabilir mi, gözü harama bakabilir mi, merhametsizlik, cimrilik edebilir mi? Bu ve benzerlerinin hiçbirini yapamaz. Çünkü kendine dönüp “Ben kimin mülkünü çalıyorum, kimin nazargahını kırıyorum, kimin verdiği ile O’nun istemediğine bakıyorum, kimin malını paylaş mıyorum?” diye sorar.

Hz. Ömer (ra), bir sabah yolda iken tepelerden birinin yamacında otlayan bir koyun sürüsü gördü. Bir zenci çocuk da sürüye çobanlık ediyordu. Ona, sürüdeki kuzulardan birini kendisine satıp satamayacağını sordu. Çocuğun cevabı kesin bir ‘Hayır’ oldu. Halifenin ‘Niçin?’ sorusuna:

“Çünkü bu sürü bana ait değildir. Bu sürü benim efendimindir, bende onun hizmetçisi ve çobanıyım.”

Hz. Ömer (ra) çobana: “Bundan ne çıkar? Al şu parayı ve kuzuyu bana ver. Sahibi sorarsa kurt kaptı dersin.” dedi. Zenci çocuk halifeye gözlerini açarak hiddet ve şiddet dolu bir eda ile baktı. Karşısındakinin kim olduğunu bilmiyordu.

“Şu tepenin ardındaki efendimi aldatmam mümkündür. Fakat benim için, şimdi her ikimizi de gören ve işiten, her şeyin sahibini aldatmaya imkan yok.” dedi. 

İşte mevzu bu. Allah öyle bir hükümdar ki dünyayı bir imtihan yeri kıldı. Bize verdikleri ile kendisini bilmemizi istedi. Hükümlerini, kurallarını madde madde bize bildirmekle kalmadı, O’nun hukukuna uyan kullarıyla yolumuzu aydınlattı. Aynı zamanda hiçbir şeyin kendisinden gizli kalamayacağını her şeyden haberdar olduğunu da bildirdi. 

O halde kul, dünyaya serseri bir mayın gibi oradan oraya savrulmak için gelmedi. Her an Allah’ın hüküm ve tasarrufu altındayız. Allah nasıl ki bizim ve sahip olduklarımızın, bildiklerimizin, bilmediklerimizin sahibi ise ahiret gününün de sahibi. Yani mahkeme-i kübra’da her şey önümüze dökülecek. Öyleyse gelir ve giderimizi iyi hesaplamalı, dünyanın geçici nimetlerine ram olup bize o nimetleri vereni unutmamalıyız. Asıl görmemiz gereken bize verilenler değil, verilenlerin sahibi.