Kelâm tanımından hareketle başlıyor kitabınız. İmanın tezahürlerinin davranışlara yansıması olarak "iman ve amel" konusu üzerinde duruluyor. Tabiî, ehl-i sünnetin bir görüşü var; "ameller imandan bir parça değildir" şeklinde. Bu, imanımıza yansıyan davranışlarla iman arasındaki ilişkiyi ilk bakışta tam karşılamıyor. Siz de konuya "kalbin ameli" şeklinde izah getiriyorsunuz. Bu da günümüz insanının ihtiyaçlarını karşılama konusunda çok anlamlı. Bu aynı zamanda amel işlemeden hayatına devam eden, tabir caizse "düşünce Müslümanlığına" da müsait bir konu. Tabiî ki doğrusu bu değil. Bu konuda neler söyleyecek siniz?
Ben de şu anda, İmâm-ı A'zam'ın Beş Risâlesi'nden bir tanesi üzerinde çalışıyordum. Adı "Er-Risâle." Konusu da "iman-amel münasebeti." Kalbin ameli dediğimiz şey "kuru bir inanç" değildir. Zaten inanç, kuru olmaz. Yani herhangi bir yansıması, bir ürünü olur. İmanın mutlakaa ürünü olur. Ürünü olmayan birşey sadece fikir olur, düşünce olur. Filozoflarda var, bir çok düşünceler var, yanlış-doğru olabilir. Malûmunuz, düşünmekle iman oluşmaz. Düşünme, zihnî bir fonksiyondur, harekettir. Şu şu ise, bu da budur şeklinde, muhakeme yapılarak bu konuda bir karar verilir. İmanın oluşması için mutlakaa duyguların kalbin, gönlün bu düşünceye iştirak etmesi gerekir. Hatta kelâm ilminde "mukallidin imanı" diye bir bahis var. Mukallid demek, bilgisi olmayan birisi, iyi bir insanla karşılaşmış, kendisine "İslam dini diye bir din var, haktır, şöyle iyidir, böyle iyidir" denmiş ve bunu kabul etmiş kişi demektir.
Peygamber Efendimiz (s.a.s.) döneminde Müslüman olanları, bilhassa Mekke'de Resûlullah hiçbir zaman imtihana tâbi tutmadı. Yani kelime-i tevhidi getiren müslümandır dedi, bitti. "Sen ne biliyorsun Müslümanlık hakkında?" denmedi. Biz buna "taklidi iman" diyoruz. Burada zihin fazla aydınlanmamış ama gönül bağlanmış. Gönlün bağlanması için bir insanın filozof ya da düşünür olması gerekmiyor. Gönül bağlandı mı bağlandı. Elbette ashâb-ı kirâm da zaman içinde bilgi sahibi olmuştur. Asr-ı saadet döneminde birçok olayların yaşanması sonucu, onlar da bilgi sahibi olmuşlardır. O dönemi sonraki dönemlerle mukayese edemeyiz. Ama ben onu bir örnek olarak söyledim. İmanın oluşması için mutlakaa gönlün katılması gerekiyor. Yani sevilmesi gerekenleri sevecek, sevilmemesi, kabul edilmemesi gerekenleri de sevmeyecek. Şimdi, bir insanın imanı var.
Diyelim ki bir zihni anlayışı var. Özgür aile içinde doğmuş, büyümüş, "Ben müslümanım" diyor. İslam dininin de gerçekleri belli. En azından İslam ülkesinde yaşayan insanlar için, "Müslümanlar kimlerdir, nelerdir, ne yaparlar" her zaman görülüyor, günde beş defa ezan okunuyor, yaşayan bir kurum, bir müessese din. Böyle bir ülkede yaşayan, dinî imkânların eğitim öğretimin olduğu bir ülkede, bir insanın imanı varsa onun hayat boyu mutlakaa yansımaları olur. Eğer yoksa nifak hastalığı vardır. Amel dediğimiz şey ikiye ayrılır: Bir; yapılması gerekenleri yapmak. İşte, her zaman aklımıza gelen şeyler; namaz, oruç, zekat, hac vs. tamam, bunlar yapılacak şeylerdir. Bir de takvâ var. Takvâyı, bizim insanlarımız, bazen belki hocalarımız da ileri derecede fazla namaz kılmak, teheccüd namazı kılmak, nafile oruç tutmak, hacca tekrar tekrar gitmek, umre yapmak şeklinde anlatmışlardır. Evet, bunlar da elbette güzel şeylerdir. Ama takvânın etimolojisi "vikaye" kökünden gelir. Vikaye, "korumak" demektir. "İttika" dediğimizde dönüşümlü fiil olur. Takvâ, insanın kendini kötülüklerden koruması demektir. Takvânın aslı budur. Zahidler de takvâyı böyle tavsif ediyor. O açıdan, ben hep söylerim ki, İslam dininde yapılması gereken şeyler çok değil, yapılmaması gereken şeyler çoktur. Yani kötülüklerden sakınmak daha zordur. Hayatı boyunca imanı olan biri, yani İslam hakikatine zihniyle, kalbiyle bağlanmış biri ise, onun hayatı, namaz kılmasa bile, takvâ açısından, hayatı müslümanca olmalı. Yani yapılmaması gereken şeylerden uzak durmak, olgun olmak… Müttaki adam bana göre, İslamî mânâda medenî olan insan demektir. Olgun insan, başkasına zarar vermeyen, her şeyi iyilikle yorumlayan. Şimdi kalbin amelini, fonksiyonunu, takvâ açısından değerlendirmek gerekir. Bu sorunun kısaca cevabı budur.
Duygu, ilim, amel bir bütünlük içinde olmalı diyorsunuz…
Farklı davranışlar sergileyen insanlar olabilir. Gerçekten inanıyorsa, yani inanma nedir, tekrar ediyorum; dinin güzel dediği şeyleri güzel bulması, sevmesi, dinin kötü dediği şeyleri kötü bulması, sevmemesi. Bunları icra etmek kolay değil... Biz buna "amel" diyoruz. Hiç kimse amelde doruk noktasına çıktığını iddia edemez. Yapar ya da ya-pamazsınız, insansınız, nefis var, tembellik vs. var. Ama içte iman varsa bu hiçbir zaman sönmeyen bir ateştir. O mutlaka hayat boyu yan-sımalarını gösterir. Benim bir arkadaşım vardı askerde... Çok iyi bir gençti, fakat namaz kılmazdı. İlahiyatçı bir arka-daşım onun için derdi ki; "Bu arkadaş genç olduğu halde, içkisi yok, dedikodusu yok, fakat oruç tutmuyor, namaz kılmıyor, yani İslam dininin zor olan şeylerini yapıyor; kolay olan şeyleri ise yapmıyor. Ne tuhaf bir durum!" dedi. Buna rağmen içinde hiçbir kıpırdama yoksa, Allah'ı, Resulünü ve Müslüman cemaati sev-miyorsa, -"seviyorum efendim", sadece seviyorum demekle de olmaz- bazen insan kendi kendini de aldatır, asıl problem budur…
Mensubiyet hissetmek gerekmez mi? Bazı durumlarda insanlar mensubiyet ifade eden şeylerden de kaçınıyorlar…
Olabilir. O icbâr, ikrâh dediğimiz noktada, Resûlullah (s.a.s.) döneminde, Ashâb-ı kirâmdan bazıları mümin ama söyle-yemiyor. Birinin hizmetçisidir, kölesidir. Mümin olduğunu söylediği zaman belki problemler çıkacak. Günümüzde de bulunduğu yer, çevre nedenleriyle, kendi öz kimliğini söyleyemeyen insanlar olabilir. Mümin olduğunu söylediği zaman belki problemler çıkacak. Kor hâlinde de olsa içinde imanı olan insanın hayatı boyunca bu imanı kendisini herhangi bir fonksiyona, imanî bir şeye sevk etmiyorsa, herhangi bir şeyi başka bir şeye tercih etmeye sevk etmiyorsa kendini de aldatmasın. Bu konuda bu konunun doktoruna gitmesi gerekiyor.
Kelâm ilminin esas konularının mesail (Allah'a, peygambere, ahrete iman), ayrıca yan kültür dediğimiz vesail konularından oluştuğu ifade ediliyor. Vesail konuları değişebilir. Burada şunu sormak istiyorum. Vesail konularında insanlar ne kadar sorumludur. İyi bir Müslüman imajı ve sağlıklı tebliğ açısından vesailin tahkikle alakası var mıdır? İnsanlar pozitivizmden, materyalizmden vs. etkilendi ve bilinçaltları da dolu. Bunu ifade de ediyorlar. Bu etkileşim içinde, yeni öğrenilen bilgilerin insanı Allah'a götüren taraflarını tesbit etmek, vesail konularına girer mi? Müslümanın bu konuda donanımı ne düzeyde olmalı? Vesailin tahkikî imanla alâkası var mı?
Tabiî, şimdi şöyle söyleyelim. Bakınız, insanlar genelde iki gruba ayrılır. Münevver, aydın insanlar ve avam tabakası. Gazalî, İhyâ'sında diyor ki; "Akaid, iman esaslarını insanlara anlatırken muha-tapların seviyesine göre konuşmak gerekir. Halktan olan, avamdan olan, bugünkü mânâda felsefeden, pozitif bilimlerden, dünyada sesleri bilinen düşünürlerin teo-rilerinden etkilenen avam tabakasına bir şey söylemek zararlıdır" Yani nasıl su içireceğiniz yerde bir çocuğa ilaç içirmek zararlıysa, onun gibi. Ama bir insan gerçekten inanç açısından bir hastalığa müptela olmuşsa, diyelim ki evrim teorisinin, pozitivizmin tesirinde kalmışsa; o ise bu mânâda bir hastadır, ona da sadece su içirmekle yetine-mezsiniz, o hastalık neyse onu teşhis edip, tedavisini yapmak, ona göre ilaç içirmek gerekiyor. Hastalık dediğimiz şey, karşımızdaki insanların, kitlelerin etkisi altında kalabilecekleri dine aykırı akımlardır, felsefelerdir, ileri sürülen teorilerdir. İşte vesail hususları burada devreye girer.
Eskiden ben bir kaç defa, üniversitede okuyan yurttaki öğrencilere konuşmalar yaptım. Sorular sordular, cevaplar verdim. Zaten onların seviyeleri farklı, soruları da farklı. Ama zaman zaman halka açık olan yerlerde de konuştum, onların konuları yine farklı. Bir defasında Fatih'te itfaiye mensuplarına konuşma yaptım. Bir fabrikada işçilere konuştum. Benim onlara söyleyeceğim sözlerle üniversitelilere söyleyeceğim sözler aynı konuda bile olsa, diyelim ki Allah'a iman, peygambere iman, ahirete iman konusunda söyleyeceğim, onların etkilenecekleri konular farklı, kültürleri farklı, etki-lenebilecekleri hususlar farklı. Mesail konuları farklı, mesail değişmez, iman esasları onlar.. Vesail ise; elbette, bir insan araştırıcı ise ve hatta araştırma ürünü eserler okumuşsa, orada Allah'ın varlığı, birliğini isbat etmek için, tabiatın kuruluşu ve işleyişinden bir çok örnekler verilmiş ise, elbetteki eskiden anneden babadan hocadan bir telkin ile aldığı bilgilerini bu sefer tahkik derecesine çıkartıyor. Benim tercüme ettiğim bir kitap var. "İnsan, Kainat ve Ötesi" Amerikalı bir bilim adamı yazmış, bundan yarım asır önce yazmış. Bir bilim adamı yazmış, hristiyan ama ilahî dine mensup. Ateizme, pozitivizme, evrim teorisine karşı yazdığı bir kitaptır. Tabiatın kuruluşu ve işleyişinden deliller içerir. Güzel bir çalışmadır. Onu okuyan bir insanın elbette bazı şüpheleri ortadan kalkar, yeni bilgilere ulaşır.
Günümüzde Resûlullah'ın hayatına dayanmak suretiyle Müslümanlarda kendine özgü bir gönül ve duygu yöntemi, kendimize ait bir mistisizm oluşması gerektiğinden bah-sediyorsunuz. Bizim kadim bir kültürümüz, bir tasavvuf geleneğimiz var. Gönlü dışarıya yansıtmak kolay değil. Acaba günümüzde tasavvuf insanındaki güncel boyut eksiklikleri nelerdir? Tasavvufa giren insanlar çoğu zaman bugün niçin 16. yüzyıl insanı gibi düşünmekte ve yaşa-maktalar, böyle davranmalarının nedeni nedir? Tasavvufun içinden gelen gönül vermiş insanlar olarak, bir özeleştiri yaparak soruyoruz. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Benim kanaatime göre son asırlarda Müslümanlar, bu biraz eskilere de dayanıyor. Kur'ân-ı Kerîm'in mistisizmini ihmal ettiler. Kur'ân-ı Kerîm'in kendisinde mistisizm var. Kur'ân-ı Kerîm sadece insanın zihnine hitap etmiyor, gönlüne de hitap ediyor. Elbette iman esaslarında biraz önce söylediğim zihin ve gönül birleşmesi olmalı. Ama daha da derin tarafları vardır. Kur'ân-ı Kerîm'de peygamberlerin kıssaları var. Ümmetleriyle olan mücadeleleri, kendi duaları, Resûlullah'ın (s.a.s.) niyazları var. Bilhassa Mekke döneminde nazil olan sureler var. Bunlar kısa surelerdir. Tebareke, Amme gibi. Bu tür eserler, âyet-i kerîmeler, sureler, derin bir mistisizme sahiptir. Başta Kur'ân'a, Resûlullah'ın sözlerine, bilhassa dualarına, -rikkat-i kalp doğuran sözleri var, kalp inceliği doğuran sözler- ve bir de siretine, hayatına başvurmamız gerekiyor. Onlardan süzüp, çıkarıp, günümüz insanının ihtiyacına göre, kadınına erkeğine örnek olacak tablolar ortaya koymamız gerekiyor. Benim arzum bu… Yani bu, şu mânâya geliyor. Zühd hareketinin Hasan-ı Basri ile başladığı kabul edilir, Peygamber Efendimizin (s.a.s.) hicretinden bir dönem sonra. Bu ilk dönem zühd hareketleri, zahid insanlar çok güzeldir. Sonraki asırlarda zühdün yanında tasavvufta, tasavvuf felsefesi yapılmaya başlandı. Bu tasavvuf felsefesinde yeni Eflatunculuğun vs. tesirleri olmuş, değişik tesirler olmuş. Oralar bana ancak o alanların uzmanlarının meşgul olacağı hususlar olarak geliyor.
Şu an pragmatik bir şekilde düşününce, ciddi bir alan omistik dünya ve Eflatunlar bir yana, kendi ihtiyaçlarımızın peşinden koşuyoruz...
Gönlümüz aç, bir şeylerle doyurmak istiyoruz. Basit bir çorbayla bile doyuruyoruz. Ama belki çok daha lezzetli, sağlık için de çok daha iyi, daha besleyici şeyler de var. O sonra gelenler, felsefeyle karışmış olanlar içinde, İslam'ın temel ilkeleriyle bağdaşmayan unsurlar bulunuyor ve günümüzü de etkiliyor. Günümüzde tasavvuf az bir şey var, tarikatler var. Tarikatlere bağlı olmayarak, sırf ilmi mânâda tasavvuf hareketi yok gibidir günümüzde. Ben tarikatlere şahsen karşı değilim. Hatta kanaatime göre tarikatlerin legal hâle getirilmesi gerekiyor. Serbest hâle getirilmesi gerekiyor; kurulmuş vakıflar, dernekler gibi. Çünkü realiteyle kimse mücadele edemez. Yasaklayın siz ama, olduğu gibi hareket ediyor, istediği gibi gelişiyor tarikatler, ama bu sefer istismarlar da oluyor. Ancak bu tarikatler içinde bazı hurafelere kadar giden bidatler var ki, İslam'ın temel ilkeleriyle bağdaşmaz. Sonuçta yanlış şeyler, yanlış telkinlerde bulunuyor. Halk daima samimidir . Yöneticilerinin çoğu dürüst insanlardır, mübarek insanlardır. Bilhassa vefat edenlerden bahsedelim. İskenderpaşa'dan Mehmed Efendi, ondan sonra Sami Efendi vb.. Şahsen onları tanıdım, ziyaret ettim. Ne diyebilirsiniz, güzel insanlar, güzel şeyler yaptılar. Ancak zamanımızda, tarihte de istismarlar olmuştur. O da önemli değil. İşte bu istismarların kaldırılması için legal hâle gelmesi gerekiyor. Eski yasaklı döviz gibidir. Yakalanacak diye korkardı insanlar. Kaçak bir şey, ortaya çıkınca önemi kalmadı. Ancak, legal olmayınca, kontrol altına alınamayınca, kimin ne yaptığı belli olmayınca, ayrıca asırlardan beri çeşitli görüşler ilâve edilmiş görülüyor, o tarikat silsilesinin adabına vs. O bakımdan, iman hayatımıza onlar yer yer zararlı olabilir. Bu bakımdan bizim, orijinal olan Kur'ân hayatına dönüş yapmamız gerekiyor.
Dikkat ettiyseniz, ben Kelâm ilmi için de aynı şeyi ısrarla söylüyorum. Kelâm ilmi Kur'ân'a dönüş yapmalı. Ne demek istiyor-sunuz asırlardan beri gelen kelâm ilmi Kur'ân'dan uzak mı? Hayır uzak değil ama Kur'ân'ın içine girip de meselesini Kur'ân'a göre örmedi. Başka şeyler, mantıkî, felsefî görüşler, vesail dediğimiz başka kültürler. Felsefe girdikten sonra, İslam dünyasına… Şu anda o tarihteki felsefenin büyük bir önemi de kalmadı. Yani ben aynı şeyi kendi sahamla ilgili olarak da söylüyorum. Tasavvuf için de söylüyorum. Onun da mutlaka Kur'an'a dönüş yapması gerekiyor. Siyere, sağlam olan siyere… Resûlullah Efendimiz hakkında da eskiden beri sahih olmayan rivayetler vardır. Bunların da ayıklanması gerekiyor, siyer kitaplarının da ortaya konması gerekiyor. Böyle yeni bir hareket, hem günümüz şartlarına uyum sağlaması açısından, hem de gerçekten doğru olanı benimseme açısından önemli…
Günümüz insanında da ciddi kafa karışıklıkları var. Bu karışıklık yabana atılacak bir şey değil. Kitabınızda insanlar ruhlarda olan manevî yıkımı fark etmiyordu diyorsunuz. Günümüzde ise hakikat ortada. Ama günümüz insanında da ciddi kafa karışıklıkları var. Bir tarafta feminizm, bir tarafta cinsellik, bir tarafta terör hareketleri var. Kadın adeta mitleştirilmiş, insanların beklentileri artmış, dünyaya ciddi bir meyil var.. Yine de malzemeyi almak isteyen için malzeme hazır, adamın da ruhu aç ama ihtiyaçlarının farkında değil. Burada bir kelâmcı açısından günümüzü tahlilde -coğrafyalar, kültürler farklı ama- genel anlamda 21.yüzyıl insanı için İslam insan ilişkisi nasıl doğru aktarılabilir. Çünkü İslam fıtrat dini… Kitaplar okuyanlar için var. İnsanlar ise ekseriyetle eksik bilgilerle donanmış durumda. İslam'la insanı buluşturmakta bir sıkıntımız var. Ama İslam insan için, bunu biliyoruz. Bir kelâmcı olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bizim ülkemiz Türkiye, yüzde doksan dokuzu Müslüman olduğu söylenen bir ülke…Biz tüm dünyaya, Batı'ya çok açık olan bir İslam ülkesiyiz. Bizim gibi açık olan başka bir ülke yok. Kuzey Afrika'daki ülkeler ise Fransa'nın vs. sömürgesi altında girdiler ve onlar bize göre biraz daha mahrum kaldılar. Büyük bir Pazar bizimki şu anda bilhassa. Bu bakımdan Türkiye dinî hayat açısından gerek teoride gerek pratikte karışık bir ülkedir. Pratikte de öyledir. Batıda ortaya çıkan modalar, gününde ya da ertesi gün Türkiye'de oluyor. Onun için Türkiye herşeyiyle Batı'ya açılmış bulunuyor. Bunun ticarî yönü de var, ideolojik yönü olduğu da söyleniyor. Bunlar kendilerini böylece sunuyorlar. Teorik ise her türlü yazılıyor çiziliyor, her türlü serbestlik var. Bu nedenle benim kanaatime göre, büyük kitlelere hitap edecek ve İslamı doğru cazip kabul edilebilir uygulanabilir ilkelerini insanlara sunacak programlarımız yok Türkiye'de. Diyanet İşleri Başkanlığı'nın herhangi bir kanalı, bir radyosu, bir televizyonu yok. Ortada çok çeşitli kanallar var.
Çoğu Ramazan ayında kendilerine has programlar yapıyorlar. Benim kanaatime göre, bazı kanallar, çok çeşitli FM'ler var. Söylediklerinin yarısından çoğu doğrudur. Belki hepsi doğrudur da, metod açısından bir kısmı yanlış. Böyle söylenmemeli, böyle sunulmamalı. Böyle gidiyor, kendi başına gidiyor. Ama en büyük etkili araç bugün televizyondur. Tv'lerde bir heyet tarafından tetkik edilen, programlanan, araştırmaların ürünü olarak stratejisi de önceden belirlenen herhangi bir dinî yayın yoktur. Dinî yayın yapanlar, kendilerine has, kendi tandanslarına uygun birilerini bulup konuşturuyorlar. Bazen sorular soruluyor vs. Eğitim böyle değildir. İlk öğretim, orta öğretim, üniversite öğretimi ayrı ayrıdır, yani meselâ hüdâyi nabit, o gün hocanın aklına ne gerekiyorsa anlatsın, bu böyle midir? Eğitim önceden planlanıyor, amaçları var, yöntemleri var.
Çocuklar için ayrı, büyükler için ayrı olmalı eğitim. Okul öğrencileri ne kadar seyrediyorlar bu yayınları. Onlara yapılan yayınların da bir okul gibi planlanmış, düzenlenmiş olması lazım. Bunun bir muhatabı da yok. Evvelki yıllarda, o zaman sadece TRT vardı. TRT'nin yayınlarına müdahale edilmesi istendi. Bu yayınlar müdahale yapılmasını çok talep ettiler. O zaman sayın Tayyar Altıkulaç, samimi arkadaştık, bana naklederdi. Kabul ettiremedi hiçbir zaman. TRT istediği gibi yapar giderdi. TRT camilerde mevlüt okutuyor, kendine göre adam seçiyor, hafız seçiyor. Onlara bile müdahale ettirmediler. Günümüzde en ortada kalan, plansız programsız devam eden, ihmal edilen şey; kitleye, herkese hitap eden dinî yayınlardır, görsel yayınlardır. Onların derlenmesi toparlanması gerekiyor. Bu konuda da herhalde mevzuat değişikliği ve bazı şeyler icap eder, henüz bir şey yok…
Bu güzel söyleşi için çok teşekkür ederiz..
Ben size teşekkür ediyorum.