Bir ateistin gözüyle her şeyiyle mükemmel şu koca âleme "kupkuru bakmakla", hayatı ve yaşadığımız olayları "hikmet gözüyle" seyreden bir müslümanın, dünya sevgisi itibariyle çok süslü ve cazip bir dünyayı hissetme biçimi arasındaki fark; mükemmel dizaynıyla her şeyiyle insan için yaratılmış olan dünyadan istifade etme hususunda sadece zevklerinin peşinde koşan bir ateistle bir müslümanın ahlâk anlayışları arasındaki farkın hayata yansıma biçimlerindeki fark gibidir.
Bediüzzaman Hz.'nin, önüne gelen meyveleri yemeyi değil de seyrederek tefekkür etmeyi daha çok sevmesindeki fark gibi, hayata tefekkür gözüyle bakabilmek, gerçek insanın dünyasına felsefi ve ontolojik olarak "düşünebilmeyi" sokmuş, üstelik iyi bir Müslüman için de "aşk ederek düşünebilme" farkını getirmiştir. İnsanlık adına şu koskoca evrendeki nizam ve düzeni çözebilmek için sadece kuru bir akılla düşünse bile çok güzel ilmi disiplinlerle ancak doğru sonuçlara ulaşabilen bilim adamının yakaladığı salt doğruyu, kâinattaki gaye ve nizamı sebep-müsebbib ilişkisi içinde çözümleyebilmek, insanı, evrenin "akıllı canlı"sı durumuna getirirken, varlığını "mutlak varlıkla" irtibatlandırabilmek ve acziyetini fark ederek ağlamak, duygulanmak, düşünmek ise, insanlığa "Mevlânâ" olabilmenin yollarını açmıştır. Yerlerde ve göklerde canlı ve cansız her şeyin madde kıvamının tek bir elden ve bir başlangıç eseri olduğunu bilmek ve bulmak ise, insanı cansızlardan ayıran farkı yani "ruhu" fark etmekle, insanın kendi içinde kendine ve yaratıcısına olan merakını bir anlam dahilinde ifade etmesi ve su yüzüne çıkartmasıyla sonuçlanmıştır.
"İnanç" adını verdiğimiz bu çaba, canlı ve cansız her şeyin "Allah'ı" zikrettiğinin bilindiği müminin dünyasında, insanın kutsalla olan bağını ortaya koymuş, inanan inandığıyla "aşkederken", "kuru akıllar" sadece maddeyle hemhal olma seviyesinde kalmışlardır. Bu da Agust Comte ve Karl Marks gibi eksik akıllılar sayesinde insanlığa materyalizmi hediye etmiştir. Akılla kalp arasındaki inanç bağını kuramamak, sadece, maddeyle, ona bir gaye ve ruh veren mânâ arasındaki bağı kopartmakla kalmamış, hakikatte insanın evrenle olan illiyet bağını ve hakikatle birebir örtüşen ve insanı yücelten sorumluluk bağını da kopartmıştır. Adeta şizofreni diyeceğimiz, kâinattaki o müthiş nizamı anlamlandıramamakla başlayan bu ontolojik yoksunluk ve yoksulluk, hayata bakışta insanı sadece maddenin peşinde koşan illüzyona uğramış melankoliklere çevirmiştir. Çünkü bu durum, oturduğu yerden kâinatı izleyen insanın, evrenle kendi arasındaki bağlantıyı çözememesiyle sonuçlanmış, bu yanlış tesbit, insanların, kendilerini, varlıkları kendilerinden menkul canlılar olarak hissetmeleri yanılsamasına sokmuş, insanlık tarihindeki hercümerclerin savaşların, kavgaların, katliamların oluşmasında da en büyük rolü oynamıştır. Kendisiyle barışamayan insan, zaman zaman, içindeki savaşı tüm dünyaya taşıyacak bir taşkınlık içine düşmekten kendini alamamıştır. Üstelik en saçma duyguları ve en saçma düşünceleri kendince kuru bir yücelikle yücelterek, kendi cüceliğine sahte yücelikler icad etmekten de geri kalmamıştır. Karl Marks'lar, Agust Comte'lar, Sartre'ler, Freud'ler, Darwin'ler gibi…
Buram Buram Anlam
"Allah'ın varlığı, aklı yerinde olan ve onu kullanmak isteyenler için nasıl doğalsa, birliği de doğal ve kaçınılmaz bir gerçektir. Bu gerçeği sezme konusunda insanın karşısına çıkabilecek iki engel vardır: Akıl nimetinden mahrum olmak veya akla sahip olduğu halde onu kullanmamak. Birinci gruptakiler Allah katında sorumluluktan muaftır. İkinci gruptakilerse, akılları olduğu hâlde düşünmek istemeyen, gözleri olduğu hâlde gerçeği görmezlikten gelen, kulakları olduğu halde doğru haberi dinlemeyenlerdir. Peygamberler bunları uyarmak için gönderilmiştir. Akıl nimetinden yoksun olmayan, kültür derecesi ne olursa olsun, kendi seviyesinde aklını kullanma iradesine sahip bulunan herkes, tabiattaki birlik, beraberlik, ahenk ve düzeni sezer. Milyarlarca insan, hayvan, bitki ve cansızlar âlemi, milyarlarca yıldız, gezegen, gözle görülen ve görülmeyen varlıklar… Bunca çokluk ve çeşitlilik karşısında, her bir âlemi kendi içinde tezatlara rağmen âhenk içinde devam ettiren, bütün bu âlemleri düzenleyip kâinatın birliğini sağlayan, ilmin ve sanatın en büyük harikalarını göstererek idare eden sonsuz kudret sahibi yüce Allah, zatında bir, sıfatlarında tek, fiillerinde yegânedir.
Ebu Hanife'ye göre, peygamberlerin irşadı ulaşmasa bile, insan, aklını kullanarak, kendisinin ve tabiatın bir yaratıcısı olduğunu bulmalıdır. Ebu Hanife, Engin denizin ortasında azgın dalgaların ve sert rüzgârların kuşattığı bir geminin, kaptansız yolu bulamayacağını, canlıların üreme şekillerini, tabiatta gözlenen değişerek yenilenme olayını, ispatlayıcı deliler arasında saymakta, naklî yöntemden aklî yönteme geçişin ilk örneklerini vermektedir. Ebû Mansur el Mâturîdî ise, Allah'ın varlığını, nesnelerin yaratılmışlığına dayandırır. Yaratılmışlık deliline göre; "Yaratıcı" ve "yaratılmış" ayrımı, benlik bilincine sahip ilk insandan itibaren, düşünce konularından birini teşkil etmiştir. Dünya devamlı bir "olma-ölme" değişimi içindedir. Cansızlardan başlayarak bitkilere, hayvanlara ve insana doğru gittikçe hızlanan bir değişim söz konusudur. İnsanlar ve hayvanlar, doğar, büyür, ölür; yerlerine türün başka fertleri geçer. Bitkiler hatta cansız dediğimiz varlıklar da değişmeye mahkumdur. Demekki kâinat yaratılmıştır ve devamlı yaratılmaktadır. Her yaratma fiilinin bir fâili olmalıdır. Madde, kendi kendisinin yaratıcısı ve geliştiricisi olamayacağına göre, her şeyin yaratıcısı Allah'tır. Bu delil aynı zaman da "hudûs" ve "imkân" delili olarak da bilinir. Fizik, kimya, astronomi gibi pozitif bilimlerle meşgul olan bilginler, madde üzerindeki incelemeleri sonucunda, maddenin, dolayısıyla tabiatın sonradan yaratıldığını tesbit etmiş, ayrıca bugün mevcut olan tabiat düzeninin birgün bozulacağı kanaatine varmışlardır. Her sonlunun bir başlangıcının olması doğaldır. Başlangıcı olan, kuşkusuz, bu özelliği taşımayan bir varlık tarafından meydana getirilmiştir; o da yüce Allah'tan başkası değildir.
Nizam delili ise; (inayet, hikmet, itkan, gaye delili olarak da bilinir) tabiatta fevkalâde hassas ve zarif bir nizamın hakim olduğu, bunun kendiliğinden veya bilinçsiz madde vasıtasıyla meydana gelemeyeceği, aksine yüce vasıflara sahip tabiat üstü bir varlığın yaratması ve devam ettirmesiyle mümkün olabileceği esasına dayanır. Kâinat birbirine uygun bir sebepler ve gayeler sistemi arzeder; böyle bir sistem ancak âlim ve âkil bir yaratıcının (illet-i zîşuûr) eseri olabilir; o hâlde kâinat âlim ve âkil bir yaratıcının eseridir; o da Allah Teâlâ'dan başkası değildir. Görüldüğü gibi nizam delili, tabiatın kuruluş ve işleyişi incelendiğinde tesbit edilecek olağanüstü ince ve hassas dengelerin önceden belirlenen bir gayeye yönelik olduğu, plan ve gayenin de bir planlayıcı ve hedef belirleyiciyi zaruri kıldığı düşüncesine dayanır. Bilimin her buluşu, Allah'ın varlığı için bir delil teşkil eder. Büyük İslam düşünürü İbn Rüşd, bundan sekizyüz yıl önce "hikmet ve inayet" olarak adlandırdığı gaye ve nizam delili hakkında "Gören göz karşısında güneş ne kadar belirginse, bu delil de akıl karşısında o kadar belirgindir." ifadesini kullanmıştır. Kur'an-ı Kerim'de gaye ve nizam deliliyle alâkalı bir çok ayet vardır. On dört yüzyıl önce inen bu âyetlerin bir kısmının ifade ettiği incelikler ancak pozitif bilimlerin ilerlediği çağımızda anlaşılabilmektedir.
Fıtrat deliline göre ise, Kur'an-ı Kerim'de Allah'ın varlığı insanlar tarafından doğal olarak kabul edilecek bir konudur. Aslında ezeli bir yaratıcının varlığı, yeterli aklî kapasiteye sahip bütün insanlar tarafından daima zaruri olarak kabul edilmiştir. Bu yüce yaratıcıya her zaman tapınılmış, O her dilde bilinmiş, her lisanla anılmıştır. Hem İslam bilginleri hem de Batılı düşünürler, tarih sahnesinde yer alan milletler incelendiğinde, genellikle her milletin bir tanrı inancına sahip olduğu sonucuna varılacağını, buna bağlı olarak da selim yaradılışını ve sağduyusunu koruyan insanların yüce bir tanrının varlığını doğal olarak benimseyeceğini belirtmişlerdir. "Kabûl-i âmme" veya "fıtrat-ı selime" olarak da adlandırılan bu delil, ırk, ülke, dil, din ve felsefesi ne olursa olsun, belli bir seviyeye ulaşabilmiş bütün Miletlerin, evrende hakîm bir yaratıcının eserlerini görebileceklerini ifade eder. Şu hâlde inançsızlık, insanın doğal yaratılışından uzaklaşmasından başka bir şey değildir. Sağduyu ve doğal yaratılışa aykırı olarak Allah'ın inkâr edilmesi, Kur'an'da kibir, inat, zulüm, zorbalık, nankörlük ve saptırıcı dış etkenlerle irtibatlandırılır. (En'âm 6/33; Hûd 11/59; Neml 27/14): "Ayetlerimizi, sadece o selim yaratılış ahdini bozan nankörler, hem de bir inat uğruna inkâr ederler." (Lokman 31/32)
Sûfiler, dini hayat konusunda kalbi, aklın önüne geçirmek istemiştir. Onlara göre, bedensel arzuların asgari seviyede yerine getirilmesi ve ruhî güçlerin samimiyet ve ısrarla dinî konulara yönlendirilmesi sonucunda "keşf" diye adlandırılan vasıtasız bilgi ve tanıma yoluna ulaşılır. Allah ancak bu yolla bilinir ve tanınır. Muhyidin-i Arabî'ye göre, Allah'ı tanımak başka, Allah'ın varlığını bilmek başkadır. Akıl, Allah'ı ancak var olması bakımından ve selbî sıfatlarıyla (ne olmadığı açısından) bilebilir. Hâlbuki keşf yoluyla, Allah, müşahede edilerek tanınır." (Allah inancı, Bekir Topaloğlu, sf.26-34)