Son yıllarda bir “mucize karşıtlığı” belirdi. Hiçbir inanç toplumu, -İslam dışı topluluklar dâhil- böyle bir reddiye peşinde değilken, bizlerin asla müsamaha göstermeyeceği bu konudaki karşıtlığın sebepleri nelerdir? Bu, modası geçmiş pozitivizmin bir sonucu mudur? Metafiziğe bakışta bir anlam kayması mıdır?
Son yıllarda mucize konusunun ciddi olarak yeniden tartışılmaya başlandığı doğrudur. Bir konuyu usulünce tartışmak kötü bir şey değildir. Kötü olan şey, usulcülerimizin tevil-i baîd (uzak tevil) dedikleri zorlamalı yorumlarla, Kur’ân ve Sünnetin delâlet etmediği anlamlara delâlet ediyormuş gibi sonuçlar çıkarılması ve bu yolla bazı konularda Kur’ân’ın muhkem çizgisinden kaydırılmaya çalışılmasıdır. Bu tartışmalar çerçevesinde, gerek Hz. Peygamber’e (s.a.v.) gerekse önceki peygamberlere hissî/kevnî mucizeler verilmediğini iddia eden bir grup da vardır. Bu grup hissî mucizelerin tabiat kanunlarına aykırı olmadığını, sebep-sonuç dairesinde cereyan eden olaylar olduklarını ileri sürmektedir. Buna rağmen bu grup, mucizeleri inkâr etmediklerini söyler ve mucizelerin, Allah merkezli dil dizgesi içinde, geçmiş asırlarda yaşayan insanların akıl ve idrak düzeylerine uygun bir anlatım tarzı olduğunu ifade ederler. Onların bu tasvirlerine göre mucizeler bir nevi mitolojik bir anlatım tarzı olmaktadır. Buna göre “mucize karşıtı” birisini bulmak mümkün değildir. Tabii ki ateistler hariç.
Esasen İslâm dünyasında mucize karşıtlığı pozitivizmin memlekete girmesiyle birlikte başlamıştır. Hindistanlı Seyid Ahmed Han (1817-1898), Mısır ulemasından Muhammed Heykel (1888-1956) ve Ferid Vecdi, önemli ölçüde pozitivizmin tesiri altında kalan âlimlerdendir. Günümüzde hissî mucizeleri tamamen inkâr eden grubun da bir ölçüde bu düşüncenin etkisi altında kaldığını söylemek mümkündür.
Ancak günümüzde pozitivizmin etkisi büyük ölçüde azalmıştır. Günümüzde hissî mucizeleri reddedenler, mucizenin sebep-sonuç ilişkisini ortadan kaldırmayacağı görüşüne değil, Kur’ân’da inkârcıların mucize taleplerine olumsuz cevap verilmesine dayanmaktadırlar. Müşrikler ve Yahudiler, Hz. Peygamber’den (s.a.v.) müteaddit defalar hissî mucize göstermesini istemişler, her defasında bunların talepleri reddedilerek, genellikle nazarlar Kur’ân’a çevrilmiş ve “Kendilerine okunmakta olan Kitab’ı sana indirmemiz onlara yetmemiş mi?” (el-‘Ankebût, 29/51) diye cevap verilmiştir. Hz. Peygamber’in en büyük en genel mucizesi Kur’ân-ı Kerîm olduğu için nazarlar Kur’ân’a çevrilmiştir.
Müşriklerin her mucize isteyişinde hikmet-i ilâhî gereğince mucize gösterilmeyebilir. Bildiğimiz kadarıyla Hz. Peygamber’e verilmiş birçok hissî mucize vardır ve bunlar Kur’ân’da zikredilmiştir. İnşikak-ı kamer (ayın ikiye yarılması); İsrâ, Mirac; Bedir, Uhud ve Huneyn savaşlarında meleklerin İslâm ordusuna bizzat yardım etmeleri; Bedir Savaşı’nda yağmur yağdırılması; Bedir savaşında düşmana atılan bir avuç kumun düşman askerlerinin gözlerine gitmesi; Hz. Peygamber’in (s.a.v.) göğsünün yarılması mucizeleri gibi… Ayrıca sahih hadislerde Hz. Peygamber’e (s.a.v.) verilen yüzlerce mucizeden bahsedilmektedir.
Esasen müşriklere verilen olumsuz cevaptan Hz. Peygamber’e hiçbir hissî mucize verilmediği anlamı çıkarılmamalıdır. Nitekim geçmiş kelam bilginleri müşriklere verilen olumsuz cevaptan yola çıkarak Hz. Peygamber’in hissî mucizesi olmadığı gibi bir görüş ortaya koymamıştır. Sadece İbn Rüşd gibi hem filozof hem İslam âlimi kimliğini taşıyan bazı bilginler bu durumdan yola çıkarak nübüvvetin ispatı konusunda hissî mucizelerin değil, Kur’ân örneğinde olduğu gibi aklî mucizelerin daha önemli olduğunu ifade etmişlerdir. Bu âlimler dahi Hz. Peygamber’in (s.a.v.) hissî mucizelerini inkâr etmemişlerdir. Neredeyse ilk dönemlerde yaşayan birkaç Mutezile âliminin dışında on dokuzuncu asrın sonlarına gelinceye kadar hissî mucizeleri inkâr eden bir âlim yok gibidir.
Mutezile’den Hişâm gibi bazı âlimlerin hissî mucizeleri kabul etmemesinden hareketle, Mutezile mezhebinin bu fikre meyyal olduğu şeklinde anlamamak gerekir. Mutezile geniş yelpazeli bir itikadi mezheptir. Öyle ki bazıları diğer bazılarını tekfir etmekten çekinmemiştir. Mucize konusuna gelince, bu konuda en ısrarlı mezhep Mutezile’dir. Onlar nübüvvetin ispatı için mucizenin mutlaka gerekli olduğunu kabul ederler. Hicrî 200 yılı başlarından hicri 700’ün sonlarına kadar İslâm dünyasında mucize konusunda yetmiş beş eser yazıldığı tespit edilmiştir, bunlardan ilk onu Mutezile mensuplarına aittir. Yani mucize meselesi daha çok Mutezile mezhebinin sahip çıkıp kavramlaştırdığı bir konudur. Genel olarak Ehl-i Sünnet, nübüvvetin ispatı için hissî mucizenin gerekli olmadığını, inkârcıları sorumlu tutabilmek için gerekli olduğunu ileri sürmüşlerdir. Peygamberin nübüvveti aklî mucizelerle de sabit olabilir. Netice itibariyle on dokuzuncu asrın sonlarına kadar bütün mezhepler Hz. Peygamber’in hissî mucizelerinin varlığını kabul ediyordu.
Hz. Peygamber’in hissî mucizesinin olmadığını iddia edenler bir taraftan müşriklere verilen olumsuz cevapları genelleştirirken, diğer taraftan Kur’ân’da zikri geçen hissî mucizeleri tevil ederek bunların sebep-sonuç münasebeti içinde gerçekleşen normal olaylar olduklarını, ya da inşikak-ı kamer hadisesinde olduğu gibi olayın kıyametin yaklaşması anında meydana geleceğini ileri sürmektedirler. İşte aşırı yorum burada devreye girmektedir.
Konuyla ilgili hadisleri inkâr etmek çok kolaydır. Ravilerden birinin ta’na uğramış olduğuna dair bir rivayetin tespit edilmesi hadisi red için kâfi görülmektedir. Aslolan ta’na uğramak değil, bunun ne kadar doğru olduğu ve hadis nakline ne kadar zarar getirdiği meselesidir.
Hadislerin reddi hakkında uygulanan diğer bir metot da, haber-i vahidlerin itikadi konularda kesin ve bağlayıcı bir hüküm getirmemiş olmalarıdır. İtikadi hükümler kesin delillerde sabit olur. Bunlar doğrudur. Ancak burada dikkat edilmesi gereken husus şudur: Kesin olan itikadî hükümler, kesin delillerle sabit olur. Haber-i vâhid, zann-ı gâlib ifade ettiği için, bunlarla kesin olan itikadî hükümler sabit olmaz. Ama, haber-i vâhidlerin itikadî konularda hiçbir geçerliliği yoktur, denilmez. Herkesin kabul ettiği üzere haber-i vâhidler zann-ı galebe, yani yüzde ellinin üzerinde bir kanaat hâsıl ederler. Zann-ı galebenin yüzde elliden, yüzde doksan dokuza kadar kanaat hâsıl etmesi söz konusudur. Nitekim fıkıhta iki kişinin şahitliğiyle bir adamın katil olduğu sabit olur ve haber-i vâhide dayanarak biz bu adamı kısasen öldürebiliriz. İki kişinin haberi zann-ı galib ifade eder ve biz bu haberle bir adamı öldürecek kadar kanaat sahibi oluruz. Kelamcılar ittifakla haber-i vahidle kesin olan itikadi hükümlerin sabit olmadığını ifade etmekle birlikte, diğer taraftan makul bir tevile başvurmadan haber-i vahidle gelen bilgiyi, dolayısıyla bu yolla sabit olan itikadi hükmü reddetmenin kişiyi fasık yaptığını söylemişlerdir. Fasıklık kişiyi kâfir yapmaz, ama o konularda kişiyi İslam’ın cadde-i kübrasından ayırır.
Sadece Buhari’nin Sahîh’inde mucizelerle ilgili elli yedi rivayet vardır. Eğer bir çırpıda bunlar reddedilecek olursa, diğer hadisler hakkında da büyük şüpheler meydana gelir. Öyle ki neredeyse hadisler delil olmaktan çıkarılabilir. Bu, İslâm’ın büyük bir binasını yıkmak demektir. En sahih hadisleri içine aldığı kabul edilen bir kitabın bir babındaki hadisler böyle kolayca reddediliyorsa, diğerlerinin reddi için de kolay bir yol bulunur. Buhari hadisleri reddediliyorsa, diğer hadis müelliflerinin rivayetleri çok daha kolay reddolunur. Bu büyük bir tehlikedir.
Hz. Peygamber’in hissî mucizelerini reddedenlerin başka dayanakları var mı?
Evet var! Bu düşüncede olanlar, müşriklerin mucize taleplerine olumsuz cevap verilmesini genelleştirmenin yanı sıra iki meseleye fazla vurgu yapmaktadırlar: Birincisi Hz. Peygamber’in (s.a.v.) bir beşer olması, ikincisi ise hissî mucizelerin Kur’ân’a aykırılığı meselesidir.
Evet! Hz. Peygamber (s.a.v.) bizim gibi bir beşerdir. Müşriklerin mucize talepleri reddedilirken de Hz. Peygamber’in (s.a.v.) bir beşer olduğu sık sık vurgulanmıştır. Kur’ân’da mucize bağlamında Hz. Peygamber’in bir beşer olduğundan bahsedilmesi, mucizeyi gösterme imkânının kendisine değil, Cenâb-ı Allah’a ait olduğunu ifade etmek içindir. Her ne kadar mucizeyi gösteren peygamber ise de yaratan Cenâb-ı Allah’tır. Cenab-ı Allah peygamberinin mucize göstermesini dilemezse, hiçbir peygamber tek başına istediği zaman istediği mucizeyi gösteremez. Mucize bir yaratma işidir; yaratma da sadece Cenâb-ı Allah’a mahsustur.
Hz. Peygamber’in hissî mucizelerini reddedenler ayrıca O’nun mucizevî bir şahsiyet haline getirilmesinden, bütün başarısını mucize yoluyla elde etmiş olduğu şeklindeki bir düşüncenin genelleşmesinden endişe etmektedirler. Bu endişeye hiç gerek yok. Konuyu Buhari bağlamında ele alırsak -ki Buhari orantısal olarak mucize konusunda en çok hadis rivayet eden müelliflerdendir- karşımıza şöyle bir durum ortaya çıkar: Buhari’nin Sahîh’inde 7124 hadis bulunur, bunlardan sadece 57 tanesi mucize ile ilgilidir. Orantısal olarak baktığımız zaman Buhari’nin sadece 125 hadisten bir tanesinin mucize ile ilgili olduğu görülür. Yani 125 hadisten biri mi Hz. Peygamber’i her hali mucizevî bir şahsiyet haline getirecek? İslâm tarihine de baktığımız zaman başarı için kimsenin mucize beklemediği görülür. Zira mucize peygamberlere mahsustur; ümmet işlerini sebep-sonuç ilişkisi içinde çözmek mecburiyetindedir. Hz. Peygamber (s.a.v.) dahi savaşa çıktığında zırh giyer, savaşta galip gelmek için sebep-sonuç ilişkisinin gerektirdiği her türlü tedbiri alırdı. Öncelikle istişareye çok önem verirdi. Buna rağmen Uhud Savaşı’nın sonunda -en sonunda hükmen galip sayılsa da- Huneyn Savaşı’nın başında mağlubiyet yaşamış, çevreye gönderdiği bazı seriyyeler düşman tarafından tamamen yok edilmiştir. Eğer her hali mucize olsaydı, bu mağlubiyetler yaşanmazdı.
Hz. Peygamber (s.a.v.) Cenâb-ı Allah tarafından ümmeti için üsve-i hasene (en güzel örnek) olarak gösterilmiştir. Bu özellik de O’nun her halinin mucize olmamasını gerektirmektedir. Eğer her hali mucize olursa, o zaman O’nu örnek alamazlar. Mucizeler, bazen nübüvveti ispat, bazen ümmete yardım, bazen de bizzat peygamberi manen desteklemek için verilmiştir.
İkinci olarak; Hz. Peygamber’in hissî mucizelerini inkâr edenler, bunun Kur’ân’a aykırı olduğunu iddia etmektedirler. Kur’ân’a aykırı olan tarafı da müşriklerin mucize taleplerine olumsuz cevap verilmesiyle ilgili ayetlerdir. Bu ayetler asıl gibi değerlendirilip hem hissî mucizelerle ilgili diğer ayetler bunlara göre yorumlanıyor hem de hadislerin Kur’ân’a aykırı olamayacağı ileri sürülerek Hadis Usulü ilmine göre ne kadar sahih olurlarsa olsunlar ve ravi sayısı ne kadar fazla olursa olsun bu kritere göre hadisler reddedilmektedir. Bu kolaycı ve bir hayli cesurca(!) bir yöntem. Bin dört yüz seneden beri o ayetler Kur’ân’da bulunuyordu. Kur’ân’a bu kadar aykırıysa, şimdiye kadar hiçbir âlim bunu görmemiş mi? Felsefecilerin dahi aklına böyle bir şey gelmemiş!
Günümüzde “akla aykırılık”, “Kur’ân’a aykırılık” meselesi bir hayli abartıldı ve çığırından çıkarıldı. Bu konuda en çok yapılan hatalardan birisi, önce cüz’î bir hükmü genelleştirmek, sonra da hadisleri, hatta mucize konusunda olduğu gibi buna aykırı görünen ayetleri reddetmek veya aşırı yoruma tabi tutmak. İkinci yapılan şey de, Kur’ân’da olmayan bir şeyin rivayetlerde yer alması halinde bu rivayetin “Kur’ân’a aykırılık” sebebiyle reddedilmesidir. Sünnet’te bazı konular ayetin mutlakını takyit, âmmını tahsis, mücmelini beyan sadedinde gelebilir. Bunları Kur’ân’a aykırı kabul etmek büyük hata olur.