İslam’ın inanç ve ahlâk boyutu yanında, muâmelât alanı diye tabir edilen iş ve ticaretle ilgili düzenlemeler içeren bir yönü de vardır. Hayatın bütün alanlarıyla ilgili düzenlemeler getiren İslam’ın, insan hayatının önemli bir bölümünü teşkil eden iktisadî konularda emir ve yasaklarının bulunmaması düşünülemez. İslâm bir din olarak, inanç alanında Câhiliye dönemi Arap putperestliğinin yerine tevhid inancını ikame ettiği gibi, iktisadî alanda da sömürü ve adaletsizliğin yerine, karşılıklı rızaya dayalı adalet ve hakkaniyet ölçülerini getirmiş, zorunlu ya da esaslı konular dışındaki iktisâdî ilişkileri mümkün mertebe, kendi mecrasında bırakmıştır. Helal rızık kazanmayı ise tevhidin ayrılmaz bir cüzü telakki etmiştir. Hiç şüphesiz helal rızık elde etmenin yollarından biri de ticarettir. O da çarşı pazarlarda gerçekleşir. İşte bu sebeple Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) Medine’ye hicretinin ilk yıllarında Baki’uz-Zübeyr denilen yerde bir pazar kurmuştur. Ka’b b. Eşref buraya gelerek pazar çadırının iplerini kesmiştir. Bunun üzerine Peygamberimiz bu pazarı Ka’b’ı çileden çıkartacak Medine Pazarı’nın olduğu yere taşımış ve şu emri vermiştir: “İşte bu sizin pazarınızdır… Ve buradan hiçbir vergi (haraç) de alınmayacaktır.” İşte bu durum İslam’ın, pazarı inanç dünyasının ayrılmaz bir parçası olarak önemsediğini göstermektedir. Nitekim Hz. Ömer (r.a.) halifeliği sırasında bir gün pazara gitmiş ve esnaflardan birçoğunun Nebatîlerden (Müslüman olmayan tüccarlar) olduğunu fark etmiştir. Bu duruma üzülen halife, Müslümanlara niçin ticaretle uğraşmadıklarını sormuş onlar ise kendisine şöyle cevap vermişlerdir: “Yüce Allah’ın lütfettiği zaferler pazarlarda ticaret yapmamıza gerek bırakmamıştır.” Hz. Ömer onlara hitaben “Allah’a and olsun ki eğer ticareti ve pazarı Müslüman olmayanlara bırakırsanız, muhakkak ki erkekleriniz onların erkeklerine, kadınlarınız da onların kadınlarına hizmetçi olur.” buyurmuştur. Yine İran valisine gönderdiği talimatta İslam’ın ölçülerine uymayan tüccarların pazardan men edilmesini emretmiştir. Tarih boyunca Müslüman toplumlar, bu bilinçle hareket ederek cami civarında inşaa ettikleri pazar ile ticaretin inanç değerlerine uygun olarak yapılmasına büyük önem vermişlerdir. Fıkıh kitaplarındaki “kitâbu’l-buyû” adı verilen alışveriş bahisleri de ticaretin ahlaki ve hukuki ölçülerini ortaya koymuştur. İşte ahilik bu değer sisteminin yetiştirdiği Müslüman tüccarlar örgütüdür. İslam’ın ilk asrından itibaren görülmeye başlayan fütüvvet mensuplarına bazı bölgelerde civanmerd, ayyâr (ayyârân), fetâ (fıtyan) gibi isimler verilmiştir.
“Ahi” kelimesi Arapça “kardeşim” manasına gelmektedir. Ayrıca “yiğitlik, kahramanlık ve cömertlik” gibi anlamları olan Türkçe “Akı” kelimesinden geldiği de iddia edilmektedir. Terim olarak ahilik ise Anadolu’da XIII. yüzyılda kurulup belli kurallarla işlemiş; birbirini seven, birbirine saygı duyan, yardım eden, fakiri gözeten, yoksulu barındıran, işi, çalışmayı ibadet sayan, din, ahlâk ve meslek kurallarına, toplum çıkarlarına sıkı sıkıya bağlı esnaf ve sanatkârlar birliğini ifade eder. Bu birlik Kur’ân ve sünnete dayanan ilkeleriyle, her devirde İslamî-tasavvufî düşünce ve hayat telakkisinin içinde yer almıştır.
Ahiliğe giriş şerbet içmek (şürb), şed veya peştemal kuşanmak, şalvar giymekle gerçekleşmektedir. Bu dönemde, teşkilâta ilk defa girenlere yiğit veya çırak adı verilir, ahilik daha sonra kazanılmaktadır. Ahiliğin esasları, ahlâkî ve ticarî kaideleri fütüvvetnâme adı verilen nizamnamelerde yazılıdır. Teşkilata girecek kimse ilk önce bu kitaplarda belirtilen dinî ve ahlâkî emirlere uymak zorundadır.
Fütüvvetnameler fütüvvet teşkilatının âdâb, töre ve kaidelerini didaktik bir tarzda açıklayan ve üyelerinin el kitabı hüviyetindeki eserlerdir. Fütüvvetnâmelere göre, teşkilât mensuplarında bulunması gereken vasıflar vefa, doğruluk, emniyet, cömertlik, tevazu, ihvana nasihat, onları doğru yola sevk etme, affedici olma ve tövbedir. Şarap içme, zina, yalan, gıybet ve hile gibi davranışlar ise meslekten atılmayı gerektiren sebeplerdir. Fütüvvet ehli, fütüvveti Hz. Âdem’den (a.s.) başlayıp peygamberler silsilesi yoluyla Hz. Muhammed (s.a.v)’e kadar hemen her birini hayatlarında uğraşmış oldukları işlere göre birer sanat pîri, birer “ilk usta” olarak kabul etmişlerdir. Hz. Âdem çiftçi, Hz. Şit hallac, Hz. İdris terzi, Hz. Nuh tüccar ve gemici, Hz. İbrahim marangoz, Hz. İsmail avcı, Hz. İshak ve Musa çoban, Hz. Davut zırhçı, Hz. Süleyman örücü, Hz. Lokman hekim, Hz. Yunus balıkçı, Hz. İsa seyyah, Hz. Muhammed de tüccarların pîri olarak kabul edilir. Bunlar arasında Hz. Âdem, Hz. Nuh, Hz. İbrahim ve Hz. Muhammed ulü’l-azm peygamber olup “dört pîr” olarak diğerlerinden ayrı bir yeri vardır.
Abbasî Halifesi Nâsır Lidinillah (575-622/1180-1225) siyasî ve sosyal durumu gittikçe bozulan devlet otoritesinin yeniden inşaasında fütüvvet birliklerinden yararlanmış ve bir müddet sonra başına geçerek resmî bir hüviyet kazandırmıştır. Selçuklu Devleti hükümdarları I. İzzeddin Keykâvus ve I. Alâeddin Keykubad da fütüvvet teşkilatına girmişlerdir. Gıyâseddin Keyhüsrev de halifeyle temas kurarak; Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Evhadüddîn-i Kirmanî ve Anadolu’da Ahiliğin kurucusu Ahi Evran namıyla bilinen İran’ın Hoy şehrinde doğan Şeyh Nasîrüddin Mahmûd el-Hoyî (ö.1262) gibi büyük mürşid ve mutasavvıfları Anadolu’ya davet etmiştir. Meşhur mutasavvıf Şehâbeddin Sühreverdi’nin Anadolu’ya gelmesiyle birlikte Anadolu’daki Ahi teşkilatlanması önemli bir aşama kaydetmiştir.
Ahi Evran özellikle I. Alâeddin Keykubad’ın büyük destek ve yardımıyla, bir taraftan İslâmî-tasavvufî düşünceye ve fütüvvet ilkelerine bağlı kalarak tekke ve zaviyelerde şeyh mürid ilişkilerini, diğer taraftan iş yerlerinde usta, kalfa ve çırak münasebetlerini ve buna bağlı olarak iktisadî hayatı düzenleyen Ahiliğin Anadolu’da kurulup gelişmesinde büyük rol oynamıştır. Kısa zamanda Anadolu’nun her köşesine hızla yayılan bu teşkilat siyasi, sosyal ve iktisadî açıdan büyük bir güce ulaşmıştır. Bilhassa XIII. yüzyılda devlet otoritesinin iyice zayıfladığı Moğol istilası sırasında yerel otorite merkezleri olarak ön plana çıkmış, Anadolu’da asayiş ve belediyecilik gibi birçok görevi yerine getirmiştir. Özellikle Tokat ve Sivas’ı ele geçiren Moğollar’a karşı Kayseri’yi başarıyla savunmuşlardır. Moğol egemenliği altında iktidarını devam ettiren Anadolu Selçuklu yönetimi de ahiler ile mücadele etmek zorunda kalmışlardır. Ahiler Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarında da büyük rol oynamışlardır. Hatta denebilir ki merkezi otoritenin kuruluşu sırasında oluşan devlet kadrolarının neredeyse tamamı Ahi liderlerinden meydana gelmiştir. Örneğin bir Ahi şeyhi olan Şeyh Edebali Osmanlı Devleti’nin kurucusu olan Osman Gazi’ye kızını vermiş ve onunla akrabalık bağı kurmuştur. Orhan Gazi ise Ahilikte bir unvan olan “İhtiyarüddin” lakabını almıştır. Yine Sultan I. Murad şedd kuşanmış ve Ahilikten fetihlerde askerî bir güç olarak faydalanmıştır. Ayrıca Düzmece Mustafa olayında da Bursa’yı ona karşı savunmuşlardır. Özellikle Fatih devrinden itibaren Ahilik siyasî bir güç olmaktan çıkarak esnaf birliklerinin idarî işlerini düzenleyen bir teşkilat halini almaya başlamıştır.
Kalabalık şehirlerde çeşitli gruplar halinde teşkilatlanan Ahilerin her birinin müstakil bir zaviyesi varken küçük şehirlerde ise muhtelif meslek gruplarından tek bir birlikle temsil edilmekteydiler. Bu birlikler mesleklere ait problemleri halletmekte ve devlet ile olan münasebetleri düzenlemekteydiler. Mal ve kalite kontrolü, fiyat tespiti bu birliklerin aslî göreviydi. Ancak esnafın bütün işlerine Ahilerin baktığı anlamına gelmez. Zira başta “ihtisap” müessesesi olmak üzere devletin denetimi ve kontrolü altındaydı. Bunların başında şeyh, halife veya nakibler, bütün esnafın en üst makamında ise şeyhü’l-meşâyih bulunuyordu. Ayrıca mesleğin geleceği açısından çırakların yetiştirilmesine de çok büyük önem veriliyordu. Ahilerin toplantı yeri ve konuk evi olarak kullandıkları Ahi zaviyelerine işçi ve çıraklardan başka öğretmenler, müderrisler, kadılar, hatipler, vâizler, emirler yani bölgenin faziletli, saygın ve ulu kişileri de devam ederdi. Osmanlı Devleti asırlarında Fatih Sultan Mehmet’le birlikte merkezîleşmeye yönelen Osmanlı Devleti, Ahileri sadece bir esnaf teşkilatına dönüştürmeye çalışmıştır. Daha önce Ahiler, yöneticilerini kendi içlerinden seçtikleri gibi ham madde ve imal edilen ürün fiyatlarının belirlenmesinden üretimin miktar ve kalite olarak planlamasına kadar bağımsızlarken Yavuz Sultan Selim döneminde cebeci ve topçu gibi bazı iş kolları askerileştirilmiş ve teşkilatın başına da resmî görevli atanmıştır. Ayrıca hammadde ve ma’mûl eşya fiyatlarının onayı, kadıların yetkisine bağlanmış ve uygulamadaki aksaklıkları denetim yetkisi ise “muhtesiplere” verilmiştir. Böylece bu birlikler bağımsız esnaf birliği olmaktan çıkarılmaya çalışılmış, ticaret yollarındaki değişim gibi çeşitli sebeplerle Ahilerin etkinliği azalmış ve zamanla yok olmuştur.
Günümüzde Müslümanlar etkin ve belirleyici konumda olmaktan uzaklaşmış ve adeta küresel şirketlerin pazarı haline gelmiştir. Bu şirketlerin menfaatleri doğrultusunda çıkarılan iç savaşlar, işsizlik ve yoksulluk Akdeniz’i Müslüman göçmenlerin mezarlığı haline getirmektedir. Müslümanlar yeniden modern Ka’b b. Eşref’lere rağmen dünya ticaretinde üreten ve piyasa oluşturan girişimciler konumuna ulaşmak zorundadır. Çünkü Müslümanların piyasadan çekilmesiyle İslam’ın değer yargılarından arındırılmış iktisadi faaliyetlerin dünyamızı ne hale getirdiği ortadadır. Nasıl olursa olsun çok kazanmak amacındaki küresel şirketlerin insanlığa ve dünyamıza verdiği zararların maliyeti artık tahammül edilemez boyuta ulaşmaktadır. Başta gelir dağılımındaki adaletsizlik olmak üzere küresel ısınma vb. çevreye verdiği zararlar bu sistemin sonsuza dek sürdürülemez olduğunu, gelecekle ilgili öngörü sahipleri görmekte ve gidişatın ortaya çıkaracağı devasa sorunlara acil çözüm aramaktadır. Bize göre insanlığın bekası ve dünyamızın selameti için tek kurtuluş, İslam’ın ortaya koyduğu hem ferdi hem de toplumu aynı şekilde gözeten, dünyanın ahiretin tarlası olduğu değerlerini içselleştirmiş zamanın Ahilerini yetiştirmekten geçmektedir. (Ahilikle ilgili çalışmalarımızdan yararlanılarak hazırlanmıştır)