Ancak Manevi İdeali Olan İnsan Nefs-i Levvamedir / Şenel İlhan Beyefendi’nin Sohbetinden

“Sandıkları gibi değil, kıyamet gününe yemin ederim! Öyle değil, kendini kınayan nefse yemin ederim!” (Kıyâme, 75/1-2)

Kur’ân’ı Kerîm’de Allah Teâlâ nefse yemin etmektedir. Burada üzerine yemin edilen nefs, kendini kınayan nefstir ki bunun adı nefs-i levvâmedir. Nefsin en alt tabakası olan nefs-i emmâreden sonra gelir. Bu önemli bir nefs mertebesidir; zira bu gerçeği Rabbimizin bu nefs üzerine yemin etmesinden anlıyoruz.

Yaratılışı itibariyle hep kendi menfaatini düşünüp, ilk görevi kendini koruma olan nefsin kendisini kınayıp aşağılaması, yani levmetmesi öyle kolay bir iş değildir. Bu nedenle nefsin bu hali Allah (C.C.) tarafından beğenilmiş ve övülmüştür.

İnsanların çoğu nefs-i emmâredir. Ancak manevi anlamda bir ideali, bir hedefi olanlar nefs-i levvâmedir. Çoğunluğun sahip olduğu nefs-i emmâre, ilk anlamıyla, manevi bir hedefi ve ideali olmayan demektir. Sonra her türlü kötülüğü emreden, bunları yapmaktan rahatsızlık duymayıp aksine bunlardan keyif alan nefstir. Bu mertebedeki nefsin potansiyelinde her türlü kötülüğü, günahı ve çirkinliği yapma ihtimali vardır. Nasıl ateş yakar, bıçak keserse yani tabiatlarında bu görevleri yapmak varsa, nefs de yaratılışı itibariyle kötülüğe meyillidir. Dolayısıyla onu başıboş bırakır da dizginlemezsen, yaptığı kötü işler nedeniyle seni cehenneme kadar sürükler.

Evet, dünyadaki imtihanımız gereği bilmek gerekir ki, nefse bu gücü veren ve bunu böyle yaratan Allah Teâlâ’dır. 

“Andolsun nefse, takvasını ve fücurunu ilham edene.” (Şems, 91/8)

Evet, nefs takvayı bildiği gibi, her türlü fücuru da bilir. Yani iyiliğe de ahlaksızlığa da meyledebilecek bir fıtratta yaratılmıştır. Bizi bizden daha iyi tanıyan Rabbimiz, bu konuda uyarıyor ve dikkatli olmamız için bildiriyor. Bunu bilmek ve dikkatli olmak, şunun için çok önemli: Nefsinin ne denli kötülük potansiyeline sahip olduğunu bilip, ona göre sakınıp tedbir almazsan nefsin seni gafil bir anında yakalar ve sen kendini birden o hatanın ya da günahın içinde bulursun.

Bu emmâre nefsin ilacı, onda bulunan çirkinliklerin sana imtihan için verilmiş şeyler olduğunu, bunların varlığının seni günahkâr etmediğini bilmek ama buna rağmen, bunlara karşı her zaman teyakkuz içinde olmak gerektiğini unutmamaktır… Nefsin neler yaptırabileceğini bilirsen, nasıl kendini savunman gerektiğini de bilirsin. Yani, nefsim bana her türlü kötülüğü emredebilir aman ben dikkatli olayım, Allah’a sığınayım; zira ancak Allah yardım ederse muvaffak olabilirim diyebilmektir.

Demek ki nefsin yapısını, mertebelerini bileceğiz ve kendimize manevi anlamda bir idealimiz var mı, bir hedefimiz var mı diye soracağız, ona göre davranacağız...

Bazı şeylerin varlığını normal göreceğiz, yani nasıl ki köpek yaratılışı icabı havlar, kedi miyavlarsa, nefs de kötülük yapar diyeceğiz. Bunların varlığını normal göreceğiz ama varlığının devam etmesine izin vermeyeceğiz. Zira herkes bilir ki ateşi kendi haline bırakırsan yakar, nefsi de serbest bırakırsan seni cehenneme götürür. Yani, onun öyle büyük bir kötülük potansiyeli var ki onu serbest bırakırsan, uğraşmazsan, o seninle mutlaka uğraşır.

Bu nedenle bu gerçeğin farkında olan büyük âlimler, nefsle uğraşmadan edememişler ve nefsi dizginlemenin, onunla ciddi anlamda ve sistemli bir şekilde mücadele etmenin adı tasavvuf olmuştur.

Bir kişi, hiçbir şeyle uğraşmıyor, yiyor, içiyor, sadece yaşıyorsa, işte bu kişi maalesef ki yaratılış amacının farkında olmayan, nefsinden haberi olmayan zavallı bir kişidir.

Nefsin ilacı idealist olmaktır. İdealist kişi nefsinin farkında olan ve manevi geleceği için hesaba kitaba giren kişidir. Böyle hesaba kitaba girmiş bir adamın nefsi, nefs-i levvâme makamına yükselir. Bu makam büyüktür. Müminlerin makamıdır. Bu makamdakiler nefsinin kötülüğünün farkındadırlar ve bundan kurtulmak isterler. Dolayısı ile bu farkındalık ve çaba bir kişinin misyonu haline gelmeli. Arada bir değil, her zaman sürekli bu halde olmalı. Bir kişi işlediği günahlardan pişmanlık ve üzüntü duymuyor, namazları kaçırdığına üzülmüyor, manevi sohbet ortamları onu fazla ilgilendirmiyorsa, bu kişi nefs-i emmâredir ve ne yazık ki bu makamdaki kişilerin imansız gitme ihtimalleri çok yüksektir.

Manevi büyüklerin yanında bulunmaktan maksat, bilgilenmekle birlikte asıl feyzlenmek, feyz almak olmalı. Feyz almaktan maksat ise kalbin tasfiyesi nefsin tezkiyesi için olmalı. Zira ancak bu ortamlarda kâmil insan veya Allah dostu olunur, başka ortamlarda olunmaz… Dolayısıyla henüz hayatta iken, zaman ve fırsat varken böyle ortamları bulmak ve kıymetini bilmek gerekir. Bir kişi, bu ortamların kıymetini bilir, ihlaslı bir şekilde değişmek için çalışır, bir de nefs mücadelesi psikolojisiyle davranırsa inanın değişir. Bunlar çok zor şeyler değildir.

İnsan aslında nefs mertebelerinin bazen hepsini, bazen bir kısmını aynı anda taşıyabilir; ancak hangisi o anda daha baskınsa onunla anılır. İnsana düşen her zaman bir üst mertebeye çıkmak için çalışmak ve hiç vazgeçmemektir. Böyle kişiler ebrardan sayılır. Ebrar, Allah Teâlâ’nın rızasına kavuşmak için çalışan Müslümanlar, yani salihlerdir.

Bir de Mukarreb olanlar vardır, bunlar da Allah Teâlâ’nın sevgisine kavuşan büyük velilerdir. Bu anlamda her daim çalışmak ve çabalamak çok kıymetlidir, Ebrardan sayılan kişiler ölseler cennete giderler... Çünkü Allah Teâlâ kullarına neden veli olmadın diye sormaz, ancak neden çalışmadın, değişmek için niye mücadele etmedin diye soracaktır.

Allah için önemli olan sonuç değil süreçtir. Bu süreçler kimi zaman çokça zikir, çokça ibadet ve amellerle olurken, kimi zaman da nefs terbiyesi için aşırı mücadeleye girerek, uzun ve meşakkatli bir yolu tercih ederek olur. Ama bence en uygun olan ikisinin ortasıdır. Kişi hem olmazsa olmaz kararında amel ibadet ve zikirleri yapacak hem de nefs mücadelesi yapacak. Böylece hem daha kolay hem de kestirme yoldan nefsi terbiye, kalbi tasfiye olacaktır…

Bir önemli diğer konu da çokça tevbe etmektir. Bazı şeyler insanların amellerini yok ediyor. Mesela manevi büyüklere yapılan saygısızlık ve münkirlik gibi farkına bile varmadan işlenen günahlar böyledir…

Tevbe iki çeşittir... Birincisi, istikamete girmek için tevbe, ikincisi, istikamette kalmak için tevbe… Tevbe edip Allah yoluna girip ondan sonra da her gün tevbe edeceksin. Yönünü Allah’a döndükten sonra her gün tevbe etmek şu anlama gelir: “Riya, kibir, ucub gibi bilerek veya bilmeyerek yaptığın bir sürü günah var, işte bunları düşünerek Allah’ım ben dinamik bir şekilde iyi insan olmaktan, kulluğumdan vazgeçmiş değilim, kulluğumun devamı için tevbe ediyorum.”

Tevbe ve istiğfar, dünyada ve ahirette azaptan kurtuluş vesilesidir. Resulullah Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurur:

“Allah Teâlâ Hazretleri (şu ayetle) ümmetim için bana iki emân indirdi:

1. Sen aralarında olduğun müddetçe Allah onlara (umûmî bir) azap indirmeyecektir.

2. Onlar istiğfarda bulundukları müddetçe, Allah onlara azap etmeyecektir. (Enfâl, 8/33)

Ben aralarından ayrıldığımda, (Allah’ın azabını önleyecek ikinci emân olan) istiğfârı kıyamete kadar ümmetimin yanında bırakıyorum.” (Tirmizî, Tefsîr, 8/3082)

“Oysa sen onların içinde iken, Allah onlara azap edecek değildi. İstiğfar ederken (bağışlanma dilerlerken) de Allah onlara azap edecek değildir.” (Enfâl, 8/33)

Hz. Ali, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) vefat edince “Biz şimdi ne yapacağız, azaptan nasıl korunacağız?” derken, bu ayet aklına gelip rahatlıyor. Kalkan olan tevbe istiğfar imdada yetişiyordu… Çünkü tevbe eden kişi de azaptan korunmuş olur.

“Bir kimse istiğfârı dilinden düşürmezse, Allah Teâlâ ona her darlıktan bir çıkış, her üzüntüden bir kurtuluş yolu gösterir ve ona ummadığı yerden rızık verir.” (Ebû Dâvûd, Vitir, 26/1518; İbni Mâce, Edeb, 57) 

Bu anlamda günlük en az 100 tevbe istiğfar çok önemlidir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) her gün en az 70 kez tevbe istiğfar yaparmış. Bunu günahsız ve peygamber olduğu halde yapması, bizlere örnek olması içindir. Yani ben bile böyle yapıyorsam sizlerin mutlaka yapması gerekir mesajı vardır...

Peygamber Efendimiz olur da kalbimde bir pus oluşur, tevbe onu giderir diye yaparmış. Yine bunun uzun formatta olanı: “Estağfirullah el-azîm el-kerîm er-rahîm ellezî lâ ilâhe illâ hu, el-hayye’l-kayyûme ve etûbu ileyh” söylenebilirse daha iyi olur… 

Tevbe istiğfarın en az 3-7 ya da daha fazla tekrarlanması güzel olur. Her gün sabah ve akşam bu şekilde tekrarlayan kul vefat etse tertemiz şekilde vefat etmiş olur. Ameller kişinin defterine farklı renklerde yazılır, en çok parlayan ve nurlu olan tevbe istiğfar olacaktır. 

Sonra salavât-ı şerif çok önemlidir, onun da günde en az 100 kere tekrarlanması çok güzel olur. Peygamber Efendimize (s.a.v.) yakınlık ve tanınmak için çok önemlidir.

Sonra yine “Lâ ilâhe illallâhu vahdehû lâ şerîke leh, lehü’l-mülkü ve lehü’l-hamdü ve hüve alâ külli şey’in kadîr” sabah akşam 100’er kere okunursa o gün çok kazançlı geçirilmiş olunur. Sonra eklemek istediğiniz zikirleri ekleyebilirsiniz, mesela: “Sübhânallâhi ve bihamdihi sübhânallâhi’l-azîm” gibi... 

Ra’d suresi 28. ayette “Kalpler ancak Allah’ı anarak mutmain olur.” buyruluyor. Ve tabii bunların yanında çokça Kur’ân-ı Kerîm okumak da kalbi açar ve zulmetleri giderir...

Tüm bunları yaparken, nefs terbiyesi için de bir şeyler yapmak gerekir. Nefs hastalıklarıyla mücadele etmenin yolu, nefsin isteklerinin tam tersini yapmaktan geçer. Yani, eğer cimriyseniz cömert olmak için vereceksiniz, sevgisizseniz çok seviyormuş gibi davranacaksınız... Göreceksiniz zamanla taklit tahkike dönüşüyor. Fakat üç gün beş gün yapıp bırakarak değil, bunu uzun vadede sürdürülebilir şekilde yaparak bu elde ediliyor. Bu sayede üstü kapalı kalmış, körelmiş duygular açığa çıkıyor ve negatif kısımlar bastırılmış ve zamanla yok edilmiş oluyor. Zaten insanın içinde var olan bu güzel potansiyel, mücadele ile gün ışığına çıkar.

Rabbimizin bizleri tevbe ile temizlenen kullarından kılması dileğiyle Allah’a emanet olun.