Seküler dünyada herkese söyleyecek bir sözümüz olduğu iddiasında değiliz. Sözümüz dostlara… Dostluğa, bölüşmeye, dertleşmeye, birbiriyle mülaki olmak isteyenlere, birbirine değer verenlere, Allah (Celle Celalühü) rızası için birbirinden dinleyecek bir şeyleri olanlara… Kardeşlik ve yarenlik hukukuna değer verenlere… Bilindiği üzere, kalp eğilmeyince kalıp eğilmez. Secde bu nedenle sadece bir kalıp eğilmesi değil, hassaten kalp eğilmesidir. "Sizde bir et parçası var ki o iyiyse bütün beden iyidir, o kötüyse bütün beden kötüdür." hadisinin şümulüne uygundur bu yaklaşım. Kalp- beden ilişkisi böyle. Bir de kafa-kalp ilişkisi var. "Ya rabbi, güdeni de güdüleni de ıslah et." buyuruyor Peygamber Efendimiz (Sallallahü Aleyhi ve Sellem). Yani "aklı da kalbi de ıslah et" duasında bulunuyor.
Kalbin düzelmemesi aynı zamanda bir kafa karışıklığının ifadesi değil midir? Kafa karışıklığının özellikle kalbe dayalı hiç şüphesiz bir değil binlerce nedeni vardır. Ama söz konusu entelektüeller olunca insan, kafa karışıklığından ve özelikle kalp-kafa ilişkisindeki ihtimalî problemlerden de bahsetmeden edemiyor. Yoksa insanla ilgili tesbitler bu konuda daha net ve şaşmaz yanılmaz doğrulara dayanmakta. Yani insanı insan yapan değerlerden tutun da, her insanın içinde bulunduğu sosyal psikolojik ortam ve en önemlisi yetişme biçimi, değer yargıları, o insan hakkında bir kısım sonuçlara varmakta güçlü ipuçları vermekte bize. Her insan için geçerli kıstaslar burada da geçerli. Yani bu kıstaslar, entelektüeller için de geçerli.
Entelektüel neyle uğraşıyor? Bilim-felsefe ilişkisiyle, tarihle, sosyolojiyle, insanın hayat içindeki yeriyle, sanatla, hatta estetikle. Onlarda bulunan artı değerler, yine artı değerler olmakla beraber, kişisel eksikliklerine yönelik değerlendirmeleri göz ardı etmemize yol açmamalı. Aksi halde aydının yalnızlığından, aydının çıkmaz-larından, aydının açmazlarından da kimse bahsetmezdi. Herkesin muhtaç olduğu ruhi arayışlar ve derinlik, enginlik burada da geçerli ve hele düşünen, araştıran entelektüel bir insan için kaçınılmaz ihtiyaçlar sınıfında. İnsan düşünemiyor, hayatla ilgili, toplumla ilgili, insanlarla ilgili gözlem ve muhakeme gücü olan entelektüelin kendini manevi anlamda ihmal edebileceğini, ruhi açlığa kendini mahkûm edebileceğini. Yani bir bakıma pek çok konuda söyleyecek sözü olan ama kendini tanıma konusunda geri kalmış ve yetersizlikle malûl bir entelektüel tipini…
Hepimiz biliyoruz ki, Türkiye'deki aydın tipi, yapıp ettiklerinin ya da başarı öykülerinin de etkisiyle biraz da jakoben bir duruşa sahip. Halkın içinden çıkan ama bir o kadar da zaman zaman halkı küçük gören… Tabii bu tespiti genelleştirmek, kişisel tespitlere ait vurguları biraz ikinci plana itiyor -herkesin bu konudaki engeli farklı olduğu için- ama amacımız bağcıyı dövmek değil, üzüm yemek olduğu için, herkes hiç olmazsa bir kez kendine dönüp, insanlık tarihinde hiçbir peygamberin ve geçmiş ümmetlerde ve İslam tarihindeki veliler ordusunun asla ihmal etmediği, kendini muhasebe ve muhakeme etmeye dair bu yaklaşımın kişisel muhasebe değeri üzerinde dursa daha iyi olur diye düşünüyorum. Hiç olmazsa manevi anlamda yapamadığı şeyler için vicdani olarak rahatsız olan ve bunun ızdırabını duyan bir bakış açısı daha sağlıklı olmaz mıydı? Tabi, böyle bir konuyu uluorta konuşmak, insanları riya sahillerinde yüzmeye icbar ederse hiç de hoş olmayacaktır. Ama yarın Allah(Celle Celalühü) indinde yüzümüz kızaracağına belki böyle bir muhasebeyi sesli yapmak daha evlâdır diye düşünüyorum. Şahsiyetli bir mümin böyle düşünmelidir. Birbirini örnek alabilme, güzellikleri paylaşabilme yeteneği dumura uğramamış hiçbir mümin, asla bundan rahatsız olmaz.
Şenel İlhan Bey'in; "Allah'ın Nuruyla Bakmak" isimli makalesinin bu konuya ışık tutacağını düşünüyorum; "Herkesin malumudur ki, Kur'an ve Sünnet; ilmi ve bilmeyi, en anlaşılır biçimde açık açık övmüş, methetmiştir… Elbette, her akıl sahibi sıradan insan bile, ilmin öneminin farkındadır… Ama, insanın iç alemine hitabetmeyen, duygularını ve manevi cihazatlarını harekete geçiremeyen, her bilgi veya düşüncenin; müspet anlamda aksiyon ve eylem boyutuna dönüşmesi imkansızdır…Çünkü, basiret sahibi İslam alimleri, ilmi, yağmura benzeterek; şayet yağmur, zehirli meyve veren kötü bir ağaca yağarsa, kesinlikle zararını artırdığı gibi; tatlı ve güzel meyve veren faydalı bir ağaca yağdığı zaman ise, yararı ve güzelliği artar buyuruyorlar. O halde, kalbi marazlı, basireti kör ve iç algıları dumura uğramış kişiler; kesinlikle zehirli meyve veren zararlı ağaç gibidirler. Ve onlar için ilim; hem kendilerine, hem de onlardan faydalanan kişilere, zehir etkisi yapan, çok zararlı ve tehlikeli bir ateş gibi olacağı açıktır… Yani, tartışılmaz bir hakikattir ki; ister İslamî bir ilim, isterse hangi dalın veya neyin öğrenilmesi olursa olsun, insan, ilmini kalbi boyutuyla veya ruhunun tüm manevi cihazatlarıyla algılayamazsa; ilminden ve düşüncelerinden, hakkıyla faydalanması mümkün değildir. İslam'da, bu meseleye en çarpıcı örnek, ilmiyle amel etmeyen veya edemeyen alimlerin varoluşları hakikatıdır…
O halde, bir meseleyi hakkıyla bilmek ve anlamak; ya da bilinenin, bilinmesinden asıl maksat ne ise; onu, ruhda ve tüm hislerle algılamak; yalnız bilmeyle ve kuru akılla değil; ruhun veya kalbi cihaz-ların da katılımıyla mümkün olacaktır. O sebepten, İslam, duyguların ve ahlakın terbiyesine son derece önem vermiş, kamil mümin olabilmenin tek yolu olarak; güzel ahlak ve dengeli kişilik hedef gösterilmiştir…Yoksa, durmadan, gece gündüz ilimler öğrenip; duygu ve ahlaki boyut ihmal edilerek, terakki düşüncesi; hayal veya nasipsizlik delili bir oyalanmaktır…Mesela, İslami ilimlere vakıf, ama, son derece fâsık bir alimi düşünelim… Bu adamın, fıskına sebep; ilmini aklından, kalbine indirememesidir. Yani, namazı biliyor, namaz kılmanın faziletini, kılmamanın dünyada ve ahirette neler kaybettireceğini bili-yor; hatta bilmeden öte, bir de, millete en ince teferruatına kadar da anlatabiliyor…
Şimdi, bilme noktasında sorun yok. O konuda da, alim ve detaylı bilgi sahibi. Ama, ne yazık ki; halâ fasık ve namaz bile kılmıyor. Sebep? Gayet açık: İlmi ve bildikleri, duygularını ve letaiflerini harekete geçirmeye yetmiyor; çünkü, körelmiş; çünkü, paslanmış ve zulmetli… Yani, basireti kör, kalp gözleri kapalı ve yakîni dumura uğramış… Aslında, en fâsık bir Müslümanın bile, iç algılarının tamamen körelmiş olduğunu düşünebilmek, kesinlikle imkansızdır… Yani, her Müslüman, mutlaka en azından iman edebilecek kadar, yakîn ve derin algılama gücüne sahiptir. Ama, şüphesiz, her müslümanın yakîni ve derin kavrama gücü; aynı ayarda ve eşit değildir… Ve bu anlamda, insanları fasık, takva, hatta evliya ve veli gibi derecelere ayıran en önemli şey; yine yakîndir…
Mesela, ulul-âzam bir peygamberin imanıyla, sıradan bir avamın imanı, bilme noktasında belki de aynıdır. Ama, herkesin malumudur ki, "yakîn" denen o sır; peygamberlerle avamın imanını net çizgilerle belirleyen, bizim algılama dediğimiz şeyin kendisidir. İşte, tasavvuf mektebinde daha çok, insanın, en fazla bu tarafı beslenir ve mürid; en fazla bu tarafıyla Allah'a yaklaşır ve terakki eder…
O zaman, imanının itmesiyle mürşidlere ve alimlere koşan, kabiliyetli ve basiretli gençlerin; en çok bilen hocadan ziyade, en fazla anlayabilen, kuşatıcı bir zekası, neyden maksat ne ise rahatça kavrayabilecek kadar güçlü yakîni olan, alim ve mürşidler aramaları gerektiği açıktır… Çünkü, gerçek mürşidler, halâ vardır ve onlar hem feraset sahibi, hem tasarrufu kalp sahibi; hem de, ötelere bakabilen keşif ve yakîn sahibi Allah adamlarıdır…
Sözün özü; mükemmel varlık olan insan, kendine yakışır bir biçimde, her şeye vermesi gerektiği kadar değer verip, duygu, akıl, ilim ve aksiyon boyutunda, dengeli ve adaletli olmak zorundadır. Yani, her şeyi yerli yerine koymak, onun şiarı ve amacı olmalıdır… Mesela, dışa dönük hakikatlar diyebileceğimiz; fıkıh, kelam, tefsir, hadis gibi şeyler ilimdir ve bunları bilen de, elbetteki alim… Ama, bir de, içe dönmek, yani irfan vardır ki; bunları da bilene arif denir… O halde, takva; ilim ve irfanın birleşmesinden doğan yakînin, ferasetin, derin algının semeresi olan, yüce bir kapıdır…
Ne, yalnız ilim, ne de dış dünyadan habersiz irfan anlayışı; kişiyi takva değil, yapsa yapsa ancak şeytana maskara yapar… Öyleyse, ilimle ve irfanla yakîn ve derin anlayış olmadan iştigal etmek; ateş ve azap sebebidir, o kadar… Biliyorsunuz, Mevlana Celaleddin-i Rumi Hazretleri, büyük kabiliyeti, üstün ilmi ve zekasıyla, kitaplara gömülmüş ve nerdeyse boğulmak üzereyken; can yoldaşı, büyük veli, Şems-i Tebrizi Hazretleri yetişip; sonra da kitaplarının hepsini havuza atıp, Mevlana'ya marifet yolunu, irfan yolunu gösterip; dünya ve ahiret hayatını kurtarmıştır…
Çünkü, ne yapacağını bilmeyen o yüce kişi, aşırı Allah muhabbetinin itmesiyle, yolunu şaşırmış ve Allah'ı sadece zahiri ilimle, akılla arama, kısır döngüsüne düşmüştü… Ne zaman ki, içe döndü, irfan sahibi oldu; yakîni arttı… Kalp gözü, ötelere açıldı ve neti-cede Mevlana Celaleddin-i Rumi doğdu… Yoksa, Şems olmasa idi; sadece Konya'da namlı, çok bilmiş ve mat bakışlı, "Celaleddin Hoca" olarak kalacak ve kitaplar arasında boğulup, telef olup gidecekti… Ama, şimdi; halâ Mevlana Celaleddin-i Rumi Hazretleri ve halâ, tüm dünyaya ışık saçmaya devam eden, bir yüce güneş… O halde, hiç kimse, feraseti, levh-i mahfuzu okumayı, sadık rüyayı, keşfi ve derin kavrama özelliğini, kuru akılla ve ilimle asla izah edemez. Gerçi, ilim, zahiri ilim de olsa; çok şerefli ve bilen alimi de, bu anlamda çok kıymetlidir. Ama, ilimden maksat ne ise, onu anlamadan ve yeri-ne getirmeden, bilgi gerçek bilgi olmadığı gibi, kesinlikle sadece azap olur, vebal olur… O yüzden, gerçek alim, sadece bilen değil; bildiğini de bilen ve ilmiyle amel edebilecek kadar, yakîni ve feraseti olan kişidir…
Sözün özü: Sadece Allah'ı sevmek ve onu tanımak için yaratılmış olan insan, kalbini, yaratıldığı üzere görevine davet etmek; ve onu, günah ve ahlaksızlık zulmetlerinden temizleyip, yolunu açmak; her Mü'minin hem vazifesi, hem de şifası ve kurtuluşudur. Öyleyse, bu anlamda, kalbi, marazlardan ve pisliklerden temizleyip; yakîni güçlü, derin düşünce sahibi ve ferasetli bir mümin olmak; yegane hedef ve amaç seçilmelidir.
Evet, sadece bilmek yetmiyor; bildiğini biliyor olmaktan asıl maksat ne ise; onu hakkıyla kavramak ve ona göre de yaşamak; ancak gerçek alimin ve evliyanın, hatta herhangi bir avamın bile kişiliğinin derecesinin, en net ölçüsü oluyor.
Mesela, bugün, dünyada altı milyar insan, kesinlikle ölümü ve birgün öleceğini biliyor; hem de, en kesin bilgiden daha kesin bir bilmeyle… Ama, bu bilgi; hiçbir insanı kesinlikle, manevi derece sahibi yapmıyor, yapamıyor… Ancak, ölümü algılayış farkı, kişilere manevi derece sahibi; takva, fâsık, ya da gafil yapıyor… Hatta, herhangi bir ailenin fertlerinden bir kişi ölüp, defnedildikten hemen sonra, o ailede artık ölüme bakış ve ölümü algılayış, otomatikman değişiyor…
Bilgi halâ, eski, ölüm gerçektir bilgisi; ama, artık, ailede namazlara başlanıp, tevbeler edilip, ahiret düşünülüyor oluyor. İşte, kalbi hasta olmayan insan, ölüme ve ilime, her zaman, en yakını ölmüş adamın gözüyle ve basiretle bakar… Ve ferasetle olayları, kişileri, ilimleri ve her şeyi böyle yaşıyor gibi değerlendirir. Yanılmadan, yanıltmadan… İşte, bu yüzdendir ki, "Mü'minin ferasetinden sakının; çünkü, o, Allah (Celle Celalühü)'ın nuru ile bakar" hadis-i şerifi, Alemlerin Sultanı tarafından söylenmiştir. Hatta, bu feraset dediğimiz şey, öyle büyük bir nimettir ki; bu nimete sahip salih bir mü'min, ne yanılır, ne de yanıltır. Öyleyse, kesinlikle ben şeyhim, ben cemaat lideriyim diyen kişiler de, mutlaka ama mutlaka, olmazsa olmaz diyebileceğimiz bir zaruretle, var olması kesinkes lazım olan, bir değerdir… Yani, daha açığı, derin kavrama ve algılama gücü olmayan, ferasetsiz mürşid; kesinlikle gerçek mürşid değildir!… Yalancıdır!… Ferasetsiz alim; sadece, yuvarlanıp giden bir zavallıdır!…
Anlayışı dun cahil mürid ise; sahte şeyhlerin elinde çok ucuz bir oyuncak ve çok zavallı iradesiz bir kukladır, o kadar… İnanın, evliya, kerametsiz olabilir. Hatta, kimilerine göre, bu daha bile iyidir. Ama, ferasetsiz evliya; asla ama asla evliya değildir… Bugün, Hint fakirleri de ateşte yürüyor, bazı tarikat dervişleri de. Sıradan bir hipnotizma uzmanı da, şişlerle dans ediyor, Müslüman bir sofi de. Eee, peki, nasıl oluyor, hangi ölçüyle anlayacağız; birinin istidraç, diğerinin keramet olduğunu? Müslümanda görülen olağanüstü hale, keramet; kâfirde görünen olağanüstü hale ise istidraç denir. Meşhur hükmü de, artık bu anlamda pek mantıklı bir çözüm gibi görünmüyor. Çünkü, İslami kıyafetlere bürünmüş, üstelik de beş vakit namazını cemaatle kılan, ama iç dünyasında, Hristiyan ve misyoner olan bir Müslüman avcısı kâfirin, gösterebildiği olağanüstü hallere bakıp; "Hah, bunun ki keramettir" mi diyeceğiz?..
Hayır hayır, sakalına, cübbesine değil; derin ilmiyle anlattıklarına, hatta ameli anlamda yaşadıklarına bile değil; onun ferasetine, basiretine, meselelere vukûfiyetine bakacağız. İşte gerçek ve çürütülemez ölçü bu… Çünkü, ne Budist bir rahipte, ne sihirbaz bir papaz, ya da kâfirde; ne feraset, ne de basiretin zerresi bile yoktur… Mesela, İslam düşmanı gruplarca, çok özel okullarda, çok güzel İslami eğitimlerden geçirilerek, hatta büyük alimler denilecek makamlarda, İslamı bilen, anlatan ve yıllarca içinden kâfir, dışardan alim ve mürşid görünen, nice papazların olduğunu; bize, tarih açıkça söylüyor. Ama, ne tarih, ne İslami kaynaklar; henüz ferasetli bir kâfirin olabileceğini tespit etmiş değil… Peki, o halde, 'ferasetli bir Mümini nasıl anlayacağız ve hangi ölçüyle emin olacağız?' denirse; kolay, çünkü, ferasetli Müminin en net özelliği, eşref-i mahlukat olan insan denen o yüce varlığı, ekmek peynir yeme kolaylığında ve tevhid mantalitesi içinde anlaması ve anlatmasıyla, alim geçinen ferasetsiz farfara-ların, hiçbir zaman başaramadığı, cömertlikleriyle, fedakarlık, merhamet, alçak gönüllülük ve her şeyden önemlisi de yiğitlikleriyle tanıyacağız… İnanın, bu tür güzel ahlakların rolü ve sahteciliği olamaz. En büyük riyakâr tiyatrocular bile, cimri olduğu halde vermeyi ve mütemadiyen vermeyi, gerçekte ne kadar devam ettirebilir dersiniz?
Merhamet duygusu körelmiş, herhangi bir insana benzeyen yaratığın, bilgisayar disketi soğukluğundaki kafasıyla, ne kadar garibana, fakire, yolda kalmışa acıyabilecek dersiniz? Sanıyorum, örnekleri çoğaltmanın, hiç anlamı yok. Söylediklerim gayet açık ve ortada. Güzel ahlaklı, ferasetli ve ötelere bakabilen Allah adamları da belli, ilmini kalbine sindiremeyen sahtekâr ve riyakâr alim bozuntuları da ortada…
Evet, bir Allah adamının da dediği gibi; Allah bir kimseye buğz etti mi; ona üç şey nasip eder, üç şey etmez: İlim meclisleri nasip eder, anlayış vermez; değişik ameller nasip eder ama ihlas vermez; ahlaklı ve alim hoca nasip eder, ona hakkıyla itaat vermez, sözünü dinletmez, buyuruyor… Ne diyelim; Allah bizi her şeyi yerli yerine koyan, dengeli, adaletli, basiretli ve ferasetli kullarından etsin…" Makale böyle sonlanıyor, fazla söze hacet yok…
İmam-ı Rabbani Hz.'nin bir duası vardır. Anlatır, anlatır ve yazısının sonunda; "Bu duaya -amin- diyenlerden Allah razı olsun" der. Siz o duaya "amin" demekle o büyüğün asırlar öncesinden yaptığı duayı alırsınız. "Amin" deyin ve duanızı alın.