Bir Müslüman kişilikli olmalıdır. Zira kişiliksiz Müslüman’dan bir hayır gelmez. Bu nedenle Müslüman’ı severim, ama kişiliksiz olanından hoşlanmam. Hatta kişilikli bir kâfirin Müslüman olmasını ister, onun için dua ederim, Efendimiz (s.a.v.) gibi. Hatırlarsınız O (s.a.v.) bir gün şöyle dua etmişti: “Allahım, şu iki adamdan (Ebû Cehil ve Ömer b. Hattâb) sana en sevimli olanı ile İslam’ı güçlendir.” Resulullah (s.a.v.) sözünü şöyle sürdürdü: “O iki kişiden Allah’a sevimli olanı Ömer idi.” (Tirmizî, Menâkıb, 18; bk. Müsned 2/25)
Bu iki kişi Ömer b. Hattâb ile Ebû Cehil idi ve ikisi de toplum içerisinde seçkin, saygın dolayısıyla kişilikli insanlardı. Sözleri, görüşleri dikkate alınır, dinlenirdi. Neticede Ebû Cehil, müşrik çevresinden elde ettiği menfaatleri, duyduğu saygıyı ve sevgiyi kaybetmemek adına hakka yüz çevirdi. Hz. Ömer’in ise, adalet duygusu, vicdanı ve dürüstlüğü O’nu hakka yöneltti. Yüksek şahsiyeti ve kişiliği ile Müslüman olunca da müspet anlamda yine saygın bir kişilik oldu.
Bir kişinin nefsî arzuları, istekleri ne kadar uç ve çirkin ise, yani genel anlamda ne kadar kötü ise, aslında aynı zamanda bu durum bir kabiliyet belirtisidir. Hasan-ı Basrî (rahmetullahi aleyh), “Bir kişi, nefsini ne kadar kötülüyorsa aslında o kadar da kendini övüyor.” diyerek bu inceliğe işaret etmiştir.
Bu sohbet hikmet sohbetidir, nefsi ile çarpışan, mücahede edenler, bunu anlayabilirler. Allahu Teâlâ bir kişiye ne kadar şiddetli bir iç ve dış düşman vermişse, onu yenmesi için o kadar da ona akıl vermiş, maddi ve manevi kabiliyetler, yetenekler vermiştir. Zira Rabbimiz, “Allah, hiç kimseye güç yetireceğinden (kapasitesinden) başkasını yüklemez.” (Bakara, 2/286) buyurmuştur. Yoksa bu durum, Allah’ın adaletine ters olurdu. O zaman bir kişi nefsinin çirkin işlerine, günah arzularına, ahlaki zaaflarına bakarak, kendine verilen kabiliyeti, istidadı, yeteneği de anlayabilir. Bu anlayış çok önemlidir. Bu şekilde olayın hikmetine vakıf olan bir kişi, nefsinin çirkinlikleriyle yüzleşince, mücadelesinde yılgınlık, bıkkınlık, ümitsizlik girdaplarına düşmez. Bu sohbeti hatırlayarak toparlanabilir, mücadelesine devam edebilir.
Nakşibendi tarikatının büyüklerinden, zamanın Gavsı olarak da bilinen Abdulhakim el-Hüseyni Hazretlerinden de bu konuya işaret eden şöyle bir sohbeti nakledilir, der ki: “Benim nefsim Firavun’un nefsinden 70 kere daha kâfirdir.” Gayet mütevazı ama objektif bir yaklaşımla nefsinin çirkinliğini itiraf etmiştir ki büyüklerin bu itirafları bizler için hem bir ilaç hem de çok kıymetli ölçü kabilinden bilgilerdir. Sonuca bakınca ise bu sohbet ondaki yeteneğin de habercisidir. Zira bu nefisle baş ederek zamanının manevi anlamda en büyüklerinden biri olmuştur. Aslında bu sohbeti ile manevi yolun yolcularına, “Böyle bir nefsi terbiye edebildiğim için bu makam sahibi oldum.” mesajını vermektedir.
Ayrıca böyle bir kişinin düşmanı veya mücadele ettiği şeyler sadece nefsi ve şeytanı da değildir. Eşi, annesi, babası vs. gibi yakın çevresi de onun imtihanına uygun kişilerdir. Çok zor şartlarla mücadele eder ve hem nefsi ile hem çevresi ile baş eder. Evet, netice itibariyle şu gerçek ki insanın imtihanı da eğitimi de çok zordur.
“Her nefis ölümü tadacaktır. Sizi bir imtihan olarak hayır ile de şer ile de deniyoruz. Ancak bize döndürüleceksiniz.” (Enbiya, 21/35)
“...Biz gerçekten (kullarımızı) imtihan ederiz.” (Mü’minûn, 23/30). Bu ayetler bu gerçeği haber verir.
Evet, dünya imtihanının bu zorluğundan dolayı onun eğitiminde tedricenlik de kaçınılmazdır. Yani eğitimi uzun zamana yayılır, çeşitli süreçlerden, konaklardan geçerek eğitilir. Biyolojik olarak geçirdiği evreler ki, 9 ay anne karnında geçen süreç, sonra doğumu, sonra birkaç yılı bulan yürümesi, konuşması, buluğ çağına gelene kadar sorumluluktan uzak on beş yıla yaklaşan süreç gibi bir ömür içinde yaşanan tüm süreçler, manevi gelişimi için de geçerlidir. Ve bütün bunlar insanoğlunun şerefli bir varlık oluşunun açık delilidir.
Bununla alakalı olarak yine Abdulhakim el-Hüseyni Hazretlerinin güzel bir benzetmesi vardır. Hazrete talebeleri sorarlar. “Efendim, bu seyr u sülûkta kiminin işi çabuk bitiyor, kimininki çok uzun sürüyor, bu işin hikmeti nedir?” derler. Mübarek de şöyle cevap verir: “İnsan evladı kolay yetişmez. Afedersiniz eşeğin yavrusu doğar doğmaz ayağa kalkar yürür, ama insan evladı bu süreci 1,5 - 2 senede tamamlar. Nitekim birinden büyüyünce merkep olur, birinden de insan.” Bu nedenle manevi kemâlâtın uzun yıllar alması, o kişinin sadece kabiliyetsizliğine bağlanamaz, bunun farklı anlamları olabilir. Bu nedenle bu gerçeği bilerek hareket etmeli. Bu tür gecikmeler kişilerin mücadele aşkını ve mücadele azmini kırmamalıdır. Kâmil insan olmak, Allah dostu olmak, Allah’a dost olmak hiç kolay değildir. Bir kişi, sonsuz büyüklükteki Yüce Allah’a dost olmayı hedefliyor ve arzuluyorsa bunun kolay olmayacağını da bilerek bu işe soyunmalıdır.
“Bizim uğrumuzda cihad edenler var ya, biz onları mutlaka yollarımıza ileteceğiz. Şüphesiz Allah, mutlaka iyilik yapanlarla beraberdir.” (Ankebut, 29/69) ayeti gösteriyor ki, bunu arzulayan, bu uğurda mücadele eden kulların Allah yardımcısıdır. Onların ellerinden tutar ve Rab ismi ile terbiye ederek kendine yaklaştırır, dostluğuna layık hale getirir.
O zaman bir insan nefsinin adiliklerini, çirkinliklerini fark edince iki ayrı duyguya birden girmelidir. Birinci duygu şudur: “Bu çirkin sıfatlarla nasıl baş edeceğim; yenemezsem, başarılı olamazsam halim nice olur?..” diyerek korkacak, bunun için mücadeleyi asla elden bırakmayacaktır. İkinci duygu ise ona moral ve motivasyon verecek bir duygudur ki o da: “Bu kadar zorlu bir düşmanın varsa, Rabbim beni böyle bir güçlükle sınıyorsa, demek ki o kadar da kabiliyetli, istidatlı bir ruhum var.” diyecektir. İşte bu durumda hem korkmak hem sevinmek gibi iki duyguyu bir arada taşımak gerekir. Böyle düşünmezse bir kişi kendine büyük bir haksızlık etmiş olur.
Neticede akıllı olmak ve doğru bilgi ve ölçülere sahip olmak bizim için çok önemlidir. Böyle insanlar erdemli insanlardır. Yani aklı başında olmak bizim erdemimizdir. Akılsız insanlara veya aklını kullanmayan insanlara İslam dini “sefih kişiler” demiştir.
İmam-ı Rabbani Hazretleri diyor ki: “Allah bu kadar aklı, biz insanlara bir amaç için vermiş, bu kadar akıllı insanı da hakeza elbette ki bir amaç için yaratmıştır. Yoksa öldükten sonra onları mezarda kurtlar, böcekler yiyecek. Allah bu kadar aklı ölünce kurtlar yesin diye mi insanlara verdi? Madem insanı böyle akıllı ve şerefli bir varlık olarak yaratmıştır, o halde yaratmasının bir amacı olmalı.” Bu amacı anlamak, idrak etmek ve buna göre yaşamak, mücadele etmek gerekir. İşte akıllı adamlar bu gerçeği anlayabilen kavrayabilen insanlardır. Bu kişiler aynı zamanda şahsiyetli adamlardır da. Böyle akıllı adamlar, aklı kıt, sefih kişilerle muhatap olmak zorunda kalırlarsa onlarla daha çok müdara edip, düşmanlığını da kazanmadan geçinip gitmeyi tercih ederler. Tabii ki daha çok da onlardan uzak durarak.
Duyuyoruz ki, Batı’da sadece homoseksüellerin gittiği camiler varmış. Bu art niyetli kişiler Müslümanları bu şekilde bozmak istiyorlar. İslam dini, bu kişilere karşı hoşgörülü bir dindir mantığında çocuklarımızın ahlakını bozuyorlar.
Açıkçası cep telefonları çıkınca, internetle iletişim yaygınlaşınca, sosyal ağların zararlarını da tahmin ederek Ümmet-i Muhammed’e şefkatimden gözlerimin yaşardığını biliyorum. Maalesef zor bir zamanda yaşıyoruz, cep telefonları ile internet ile çocuklarımız tehdit altında, tesettürlü kızlarımız tehdit altında. Zamanımızda İslam âleminin böyle koca koca problemleri var. Elbirliği ile bütün bu tehlikelerle mücadele etmemiz gerekiyor.
Rabbim bu zor zamanda hepimizin yar ve yardımcısı olsun.
Allah’a emanet olun.