Allah’tan Ayrı Kalmak Mümkün Mü?

İnsanın hikâyesi en çok “ayrılıkla” özdeşleştirilir. Hasret ve vuslatın insanın iç dünyasında apayrı bir yeri vardır. Dünyaya gelmek, ilk defa bedene bürünmek olsa da, ruhun Rabbiyle diyaloğu dünya ile başlamaz. Dünyada anneden ayrılığın dahi hüzün veren bir hikâyesi vardır. İnsan ruhu ise her şeyin farkındadır. Yaradanından ayrılığın ne anlama geldiğini gayet iyi bilir. İsterse bir ömür boyu başka şarkılar söylesin, nihayetinde vuslata ermenin yolları açıldığında, akıl, kalp, ruh hepsi aynı hizada, sözleşmişçesine “aynı gerçeğe” doğru yönelme eğilimindedir. İnsanın göbeğinden bağlı olduğu en önemli gerçeğe… İnsana merhamet anlatılırken anne yüreğiyle kıyaslanır her şey. Allah’ın (c.c.) insana merhameti de öyle. Ve anne merhametiyle kıyası mümkün olmayan bir nitelik ve niceliğe sahiptir Allah’ın (c.c.) rahmet ve merhameti. Anneden ayrılık insanı nasıl etkiliyorsa gerçek Yardan yani Yaradandan ayrılık da insanı öyle etkiler ve çok hüzünlüdür. Bir arife “Kalp secde eder mi?” dediklerinde, “Evet, eder ve bir daha da secdeden kalkmaz.” demiştir. Çünkü kalp de aynı vuslatın derdine ta ezel-i ervahta düşmüştür. Bağrı yanıkların hikâyeleri hep, hasret ve vuslat kokar. Derinlere sinmiş böyle bir duygu olmasaydı, böyle bir halet-i ruhiye de olmazdı. Mecazi aşkla yola çıkanlar da son noktayı hep, Ferhat’la Şirin misali ilahi aşkla taçlandırırlar. Sevginin hakikati, tüm samimiyetler, bir samimiyet ölçer misali ilahi aşkta gerçek sınavlarını verir. Ama gelin görün ki, gaflet mayasının çalındığı kalbin pası ancak O’nu hatırlamakla silinir ve zikirle parlar, ilahi hakikatlere ancak o demde ayna olur. Billurlaşmış hakikatler ancak o zaman okyanus misali kalpte su yüzüne çıkar… “Allah’ı çokça anınız.” ayeti de bunun delili değil mi? Abdulhakim Arvasi (k.s.): “İyi zikir yapmanın yolu çok zikir yapmaktan geçer.” derken, aslında aynı gerçeğe işaret etmektedir. İnsan ruhunun çok zikir ihtiyacı olmasaydı, zikir üzerinde bu denli durulmazdı belki. Ama ısrarla insana Allah’ı hatırlaması söyleniyor. Ubeydulah Ahrar (k.s.): “Dünyayı süslü bir mezar gibi gör, bir Allah kalsın bir de sen. Sonra sen de aradan çekil, sadece Allah kalsın, zaten sadece Allah var…” sözü de aynı gerçeğe işaret etmektedir. Ve ruh bu hasreti, Allah’a olan iştiyakı gayet iyi bilir. Bilmekten öte bilir. Çünkü ruhlar âleminde Allah’a (c.c.) verilmiş bir söz vardır. Hz. Muhammed de (s.a.v.) yağmur yağdığında başındakini çıkarır ve yağmurla temas ederdi. Sorduklarında “Taze tecelli”, yani “Yeni yaratıldı, Allah’tan geldi.” anlamında sözler söylerdi. Ondan gelene arzu, O’na arzu değildir de nedir!.. Yine yeni doğan bebeklere olan ilgimizin temelinde de böyle mucizevi bir canlının insana Yaradanını hatırlatma güdüsü olması kaçınılmaz bir duygu… Bir bebeğin tatlı tebessümü hep insanda ilginç ve tatlı duygular uyandırır. Melek gibi görürüz onları, doymamacasına koklamak ve sevmek isteriz. Aslında o da insan beyninin ve aklının, “Ben senin nereden geldiğini, kim tarafından yaratıldığını biliyorum.” cevabını içtenlik ve sevgi duygusuyla ifade ederek duygulara teslim olması, içindeki soruları cevaplamasıdır. Yeni tecellilere olan ilgi, arzu, iştiyak ve merak da yeniden hatırlama gibi değerlendirilir ve bundan da ruhun ayrı bir zevk alışı olması kaçınılmazdır. Sahabelerdeki sıkıntı, dert, bela dahi olsa, eksikliğinin “Eyvah, Allahu Teâlâ bizimle alışverişi kesti.” sözleri de yine aynı diyalog arayışının güçlü bir tezahürü değil mi? Bunun tevekküle ve rızaya yansıması, ariflerin ağzında “Bana hoştur, senden gelen…” şeklinde olmuştur.

Her şeyi Allah merkezli, O’na göre, O’ndan değerlendirme arzusu, insan ilişkilerine, düşünce ekollerine, kelama, içtihatlara, ilimlerin usûl mantığına, kısacası her şeye yansımış ve buradan da “Allah’ın muradı” düşüncesi doğmuştur. “Acaba “O” ne demek istiyor?” arayışı, hep esas olmuştur. Hatta bunun insan ilişkilerine yansıma biçimi, Resulullah (s.a.v.) ile olan ilişkilerde zirvesini bulmuştur. Ondan gelene saygı ve sevgi, O’nu anlama ve anlattırma isteği insanın ruh bantlarına çok önceleri işlenmiştir.

Hz. Peygamber (s.a.v.) Yemen heyetini uğurlarken bir süre Muâz’ın (r.a.) yanında yürüyerek ona, “Belki bir daha görüşemeyiz, sen Medine’ye döndüğünde benim mescidimi ve kabrimi ziyaret edersin.” buyurmuş, bu sözden kendisi Medine’ye döndüğünde Hz. Peygamberin (s.a.s.) vefat etmiş olacağını anlayan Muâz, ağlamaya başlamıştır. (İbn Hanbel, XXXVI, 376.) Kaynaklarda geçen bu hadise Muaz İbni Cebel için tam bir hüzün kaynağı olmuş ve Hz. Peygamber (s.a.v.), Muaz’ı (r.a.) teselli etmiştir. Bu vesileyle, “Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin.” (Âl-i İmrân, 2/31) ayeti, Hz. Peygamber’e (s.a.v.) olan sevginin de Allah’a hasret olarak değerlendirildiğini göstermektedir. Sonuç olarak, Allah’ın kendisini sevdiği bir insan, Allah’ı (c.c.) özlemez mi? Her vakit namazından sonra “Sübhanallah, Elhamdulillah, Allahuekber” tesbihatları aynı hasretin insandaki tezahürü değildir de nedir?

Hz. İbrahim’in putları kırması dahi Allah hasreti değil midir? Hz. İbrahim’in ruhu kabzedileceği zaman “Dost, Dosta bunu yapar mı?” sözüne, “Dost, Dosttan kaçar mı?” diye karşılık verildiği söylenir. Burada da bu hasrete dair bir hatırlatma vardır. 

İnkıta-ı vahiy, bir ara (vahyin kesilmesi) hadisesi Peygamberimiz (s.a.v.) üzerinde ne gibi bir etki yaptı acaba? Evet, Peygamberimiz (s.a.v.) tam 40 gün bunun üzüntüsünü yaşadı. Daha sonra, “Ey örtünüp bürünen (Peygamber!) Kalk da uyar. Rabbini yücelt. Nefsini arındır. Pisliklerden ve günahlardan uzak dur.” (Müddessir, 74/1-5) ayetiyle büyük bir mutluluğa kavuştu.

Yine Bedir’de savaşan muhteşem sahabe kadrosunun (r.anhum) amacı, derdi ne idi acaba? Onlar neyi kaybetmek istemiyorlardı? Hz. Peygamber’in önünde, canı pahasına sırayla şehid olarak, geri dönmemecesine, her şeyi terk ederek korumak istedikleri ne idi? Bilal-i Habeşi’nin (r.a.), kızgın topraklar üzerinde, çöl sıcağında, ağır bir taşın altında, acılar içindeyken “Ehad, Ehad” diye haykırarak muhafaza ettiği duygu, kavuşmak istediği güzellik ne idi acaba? Neyin hasret ve iştiyakı tüm bedenini ve ruhunu kaplamıştı da, çektiği tarifsiz acılara hiç önemsizcesine sadece ve sadece sabrediyordu. Bu duygular, bizzat Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından Yemen’e gönderilen Muaz’ın (r.a.) hissettikleriyle aynı idi. Allah’tan (c.c.) ve Resulünden (s.a.v.) ayrılığa rızaları yoktu. Çünkü onlar Zatî sevgi ile hemhal olmuştular ve ayrılığın zerresine, imtihanın en zor anlarında dahi tahammülleri yoktu. Acı, çile, sabır, tevekkül ve neş’e oradaydı onlar için… Aynen Müddesir suresinde olduğu gibi, “Rabbini yüceltmek”, “Günahlardan uzak durmak”, “İnsanları Allah’ın azabından sakındırmak” ise istenilen, ölüm ve hayat, hasret ve vuslat ancak bunun üzerine bina edilebilirdi… Tüm bu değerlerin cevabî karşılığı öyle bir yerden geliyordu ki, muhteşem üstü muhteşem:

“Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona verdiği vesveseyi de biz biliriz. Çünkü biz, ona şah damarından daha yakınız.” (Kâf, 50/16)

Bu beraberliği, yakınlığı insana derinden hissettiren, insana insanı anlatan, insanı kötülüklerden koruyup dünya imtihanında onu sahipsiz bırakmayan bir merhamet üstü merhamet vardır ve her şeyin bittiği yerde yine “merhamet” başlar.

“Allah, esenlik yurduna çağırır ve dilediğini doğru yola iletir.” (Yûnus, 10/25) ayetinde olduğu gibi yol haritası, davet ve varılacak yer çok nettir.

Mü’minun suresi 12-15. ayetler ise tam bir embriyoloji ziyafetidir: 

12. Andolsun, biz insanı, çamurdan (süzülmüş) bir özden yarattık.

13. Sonra onu az bir su (meni) hâlinde sağlam bir karargâha (ana rahmine) yerleştirdik.

14. Sonra bu az suyu “alaka” hâline getirdik. Alakayı da “mudga” yaptık. Bu “mudga”yı da kemiklere dönüştürdük ve bu kemiklere de et giydirdik. Nihayet onu bambaşka bir yaratık olarak ortaya çıkardık. Yaratanların en güzeli olan Allah’ın şânı ne yücedir! 

15. Sonra (ey insanlar) siz bunun ardından muhakkak öleceksiniz.

Nasıl dua edeceğinden ne isteyeceğine kadar insana her şeyi öğreten Allah, “Dua edin, icabet edeyim.” buyuruyor. “Rabbiniz: ‘Bana dua edin ki duanıza icabet edeyim. Bana kulluk etmeyi büyüklüklerine yediremeyenler alçalmış olarak cehenneme gireceklerdir.’ buyurmuştur.” (Mü’min, 40/60)

Bir de bu konuda yol almış insanların neyi nasıl başarmak hususundaki tavsiyelerine, görüşlerine bakalım, başvuralım… Allah sevgisi konusu, Şenel İlhan Beyefendi’nin en çok üzerinde durduğu konudur. İlim İrfan ve Hikmet Ehli Şenel İlhan Beyefendi insanın Allah (c.c.) ile ilişkilerinde nasıl bir konumda olması hususunu değişik zamanlardaki veciz sohbetlerinde şöyle ifade eder:

“Allah ile ilişkilerinde insan, kendine göre soyut ama sonsuz gücü temsil eden Allah’ı nasıl kendine yakın bulacak ve sevecek? O sebeple Allah’ı öyle düşünmemeli, O’nun da kendine has mukaddes duyguları diyebileceğimiz algıları olduğu bilinmelidir. Yani sevinmesi, üzülmesi, darılması, kırılması gibi… Allah bütün bu beşeri şeylerden münezzehtir ama Allah’ın da hisleri vardır. Sevmesi, acıması merhamet etmesi, kızması gibi…  Hâşâ, Rabbimiz zâtına mahsus yarattığı hiçbir şeye benzemeyecek bir biçimde tabiri caizse sevmesi sevmemesi, hoşlanması hoşlanmaması gibi bize benzemeyen sadece O’na ait güçleri elbette vardır.Eğer böyle düşünülmezse Allah ile duygusal bir ilişkiye girilemez, Allah’a âşık olmak gibi duygular hiç anlaşılamaz. Bu duyguları hissetmeye, anlamaya çalışan bir kul daha sonra şuna çok önem vermelidir: Allah’ı hakkıyla takdir etmek, Onun azametini, kudretini fark etmek, hakkını gözetmek. Evet, Allah’ın hakkını gözetmek çok önemlidir. İlişkilerde bencil olan, kendini düşünen, hep kendi için yaşayan insanlar, Allah hakkı, Peygamber hakkı, kul hakkı bilmezler. Allah hakkını bilmek ve bu konuda bencil olmamak çok önemlidir.” “Allah hakkı nedir? Allah, kullarını yoktan var etmiş, onlara sayısız nimetleri karşılık beklemeden vermiştir. Kul bütün bu nimetlerin farkında olarak Allah’ın hakkını Allah’a vermelidir. Allah’ın hakları nelerdir? O’na ortak koşmamak, verdiği nimetler dolayısıyla teşekkür etmek, nankör olmamaktır. Her şeyden çok sevmek, kendi bencil isteklerinde de Allah’ın hakkını ve isteklerini kendi isteklerinin önüne almaktır. Günah işlerken onu hatıra getirerek utanıp vazgeçmektir. Zikredip unutmamak, emirlerini yapıp yasaklarından kaçmaktır. ‘Sev’ dediklerini sevip ‘Sevme’ dediklerinden uzak durmaktır.”

“İnsan kendi varlığını sever. Varlığının devamını sever. Bu, ebedi var olmanın gerçeğidir. Varlığın devamını sevmek, Allah’ın ezeli ve ebedi oluşundan kaynaklanır. Rabbimiz, ‘Ben insana kendi ruhumdan üfledim.’ diyorsa o zaman kendimizi sevdiğimiz frekanstaki gibi Allah’ı sevebiliriz. O yüzden Allah’ı sevmek kendiliğinden doğabilir ve sevgi kalpte kendiliğinden oluşur demektir. Varlığı sevmek, varlığın devamını sevmek sonsuza kadar var olmaktır. Bu da kendiliğinden sevgilerdendir. İnsan kendine iyilik yapanı sever. Allah’tan çok bize kim iyilik yapmıştır? Kısaca varlığın devamını sevmek, kendini sevmek, ebediliği sevmek, sonra güzelliği sevmektir. Ahlakı güzel insanı seversen inikâsla güzel ahlaklı olursun. Kötüyü seversen de zamanla kötü birisi...”

“İnsan Allah’ı sevince kendi rızasıyla Hakk’a teslim olur, teslim olunca tevekküllü olur. Allah Resulü, ‘Beni her şeyden çok sevmeyen kâmil iman etmiş olmaz.’ demiştir. O yüzden kalbi sevgi hususunda hizaya getirmek lazımdır. Allah yolunda Peygamberi ve İslam’a hizmeti daha çok sevmezsen kâmil bir imanı elde etmemiş olursun. Müslümanlığın kalitesi malayaniye düşüp düşmemekle de belli olur. İnsan İslamî konuda ilkeli olmalı. İlkeler seni kuşatırsa düşüncelerine bile ciddiyet gelir... Ciddiyetsizlik bir Müslüman için değildir.”

“Tefekkürlerinizde Rabbimizi soyut bir güç olmaktan çıkarıp sonsuz olan isim ve sıfatlarıyla, özellikle sevgi, şefkat ve merhametiyle her zaman bizimle yaşayan bir Allah olarak tasavvur ederseniz bu sevgi duygusunu kolayca yakalarsınız. İnsanlara hatta tüm mahlûkata iyilik ederken, onları mutlu ederken Rabbinizi de mutlu ettiğinizi düşünün, tefekkür edin... Böyle düşünmek, sizi içinizde kıpır kıpır hissedebileceğiniz güçlü bir Allah sevgisine götürecektir. Bundan şüpheniz olmasın. Allah (c.c.) sevgisini elde etmek istiyorsak günahlardan kaçınmalı, zikir ve ibadetlerden taviz vermemeliyiz. Namaz ise en büyük zikirdir. Namazlarda elimizden geldiğince huşûlu olmaya çalışmak ve namaza dururken ‘Ey Rabbim, bu sevgisizliğimi al!’ diye dua ve niyazda bulunmak kalp marazlarına şifadır. Hz. Peygamber’in (s.a.v.) sünnetine uymak da ayetle sabittir ki kişiyi Allah (c.c.) sevgisine götürür.”

Şenel İlhan Beyefendi’nin “Allah Sevgisine Götüren En Kısa Yol nedir?” sorusuna verdiği cevap ise bizler için tam bir gönül reçetesidir: 

“Ben sizleri, kısa sürede yüksek derecede Allah sevgisine taşıyacak bir yol önereceğim. Allah’ın kullarını sevin... Bundan daha süratlisi Allah dostlarını sevmektir. Allah dostlarını sevmek, onlarla beraber olmak, kişiyi en kısa sürede Allah (c.c.) sevgisine taşır ve marifet ehli yapar. Allah (c.c.) hakkında marifet sahibi olan kişiler ise insanı şefkat ve merhametle sarmalayan ve üzerinde anne, baba sevgisinin kokusunu taşıyan sıcacık bir sevgiyi Rabblerine karşı duymaya başlarlar. Böylece kuru bilgiden, entelektüel çabadan değil, duygularının eşliğinde oluşan bu sıcak sevgiden, kul ile Yüce Yaratıcı arasında kolay kaybolmayacak ve bozulmayacak bir yakınlık hali başlar. ‘Eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, az kâr getireceğinden korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden evler, sizlere Allah’tan, O’nun Resûlü’nden ve O’nun yolunda cihad etmekten daha sevimli ise artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyin. Allah, fasıklar topluluğuna hidayet vermez.’ (Tevbe, 9/24) ayetinde, Allah Teâlâ anne sevgisini ayırmıştır.”

Şenel İlhan Beyefendi sıklıkla anne örneğini verir ve şöyle derdi: “Allah’ı, anne gibi şefkat ve merhametli olarak düşünün ve bu duyguları hissedin. Allah’ı severken bu duyguların eşliğinde sevin. Çünkü Allah sevgisi anne sevgisine benzer. İslam âlimleri, imamları anne ile örneklendirir ve ‘Gerçek bir imam, bir anne gibi cemaatine düşkün ve onlara karşı sevgi, şefkat, merhamet dolu olmalı.’ derler. ‘İmam’ kelimesi Arapça ‘ümm’ (anne) kökünden türemiş bir kelimedir. Dolayısıyla iyi bir imam cemaatine dua etmeli, onların sorunlarıyla anneleri gibi alakadar olmalıdır. Böyle olmayan kişi, ‘imamım’ diye ortaya çıkmaya layık değildir.”

Yine bu konunun en can alıcı noktalarından biri olarak ibadetlerde ihlas duygusunun, en kolay sevgiyle elde edilebileceğini söyler: 

“Eğer bizler bir şekilde Allah (c.c.) sevgisini bütün sevgilerimizin üzerine taşıyabilirsek, gönlümüzdeki bu Allah sevgisinin bizlere en büyük ikramlarından biri de, büyük âlimlerin bile elde etmekte zorlandığı ihlas duygusunu ‘psikolojik kendiliğindenlik’le elde etmemiz olacaktır… Çünkü Allah’ı, O’nun yarattığı kullarından daha çok seven insanlarda riya olamıyor, insan ilişkilerinde menfaat olamıyor. Öyle ki o kişi Allah’ın kullarını mutlu ettiğinde bile Allah’ı mutlu ettiğini düşünüyor.”

Şenel İlhan Beyefendi’den Allah razı olsun. Söyledikleri, öğrettikleri, uyardıkları konular tam bir gönül ziyafeti, baştan sona hassasiyet çizgimiz.