Müslüman İçin Büyük Tuzak: “Dünyevileşme”

Dünyevileşme nedir? Bununla ilgili çok şey söylenebilir, çok tarif yapılabilir ama kısaca bir şeyler söylemek gerekirse; bir insan veya bir toplumun ilahi hedef ve amaçlar yerine dünyevi amaç ve hedeflere yönelmesi, hayatın merkezinden dinin vaad ettiklerini çıkarıp oraya dünya nimetlerini koyması diyebiliriz. 

“Hayır, hayır! Sizler, çabuk elde edeceğiniz dünya nimetlerini seversiniz. Ahireti bırakırsınız.” (Kıyame, 75/20-21)

“Doğrusu insanlar, çabuk elde edilen dünya nimetlerini severler de ağırlığı çekilmez günü arkalarında bırakırlar.” (İnsan, 76/27)

Yani bu ayetlerin şiddetli tehditlerine maruz kalacak şekilde sevgilerimizde önceliklerimizi karıştırmak demek dünyevileşmek…

Maalesef dünyevileşmek her dönem ve devirde olduğu gibi bu çağda da baş belası çok tehlikeli bir hastalık. Bundan kurtulmak çok kolay da değil. Zira çevremizde bu duyguyu besleyen etkenler o kadar çok ki hatta neredeyse tamamen bunlarla kuşatılmış vaziyetteyiz.

İslami hassasiyeti olmayan TV programları, diziler, filmler, reklamlar, eğlence kültürü, sosyal medya ve internet dünyası bu kuşatmanın baş aktörleri. Öyle ki düşünce ve yaşam özgürlüğümüz tamamen elimizden alınmış durumda...

Özgürlüğümüze ne olmuş, her şeyi yapabilme hürriyet ve imkânına sahibiz diye düşünebilirsiniz.

Maalesef hakikat sandığınız gibi değil, bizler sadece bu doğru diye öğretilen şeyleri düşünme ve yapabilme özgürlüğüne sahibiz.Aslında çağımızın en büyük hastalığı popüler kültür çılgınlığına kapılıp, selin önündeki çer çöp misali sürüklenen ve düşünmeden her şeyi tüketen garip varlıklara döndük.

İtikat, inanç olarak biliyoruz ki biz mü’minlere göre dünya hayatı ahiret hayatının bir tarlası hükmünde. Çünkü mü’min olmak gerçekte böyle bir şey, öyle ki görmediğimiz halde ahirete inanmak ve buradaki hayatımızla asıl oradaki gerçek hayata hazırlık yaptığımızın bilincinde olmak.

İmanımızı şekillendiren ve soyut halden bir bakıma somutlaştıran şeyler ise amellerimiz. Kalpteki imanımız salih amellerimizle görünür hale gelip ibadetlerimizle, davranışlarımızla somutlaşıyor. O yüzden imanın tarifinde her ne kadar öncelik kalpte olan imana olsa bile dil ile de ikrar lazım deniyor. Ve âlimlerimizin ortaklaşa görüş ve tespiti ile en azından dil ile ikrar getirerek görünür dünyada imanımızın bir tezahürü bizden isteniyor. Vicdanen meseleye bakınca doğrusu da bu olmalı diyorsunuz. Zira aslında kalpte olup da görünmeyen iman ancak ibadetlerle görünür hale geliyor, ayrıca da ancak böyle beslenip büyüyor. Diktiğiniz bir fidanın büyümesi için nasıl sulamak gübrelemek gerekiyorsa iman fidanı da amellerle hem görünüyor hem de büyüyor. İmanı salih amellerle beslemeyi ihmal edip sadece kalpte bırakmak ise dünyevileşme tuzağına çekilmek işte… 

“Onların peşinden namazı zayi eden, şehvetlerine tâbi olan bir nesil gelir ki, onlar azgınlıklarının cezasını göreceklerdir.” (Meryem, 19/59)

Görüldüğü gibi bir mümin için namazı terk etmekle başlayan bir süreç çok dikkat edilmesi gereken bir süreç. Bunun arkası diğer tüm ibadetleri terk etmek ve süflî arzulara kapı aralamak demek...

Evet, eğer müminsek inancımızda dünya hayatı, bir yolculuk esnasında geçici bir konaklama tesisi veya yorgunluk atmak ve tekrar yola koyulmak için biraz dinlendiğimiz bir ağaç gölgesi...

“İyi bilin ki dünya hayatı, bir oyundur, bir oyalanmadır, bir süstür.” (Hadid, 57/20)

“Benimle dünyanın hali ancak bir ağacın gölgesinde bir müddet dinlenip de bırakıp giden bir yolcu gibidir.” (Müsned-i Ahmed, Tirmizi, İbn-i Mace)

“Korktuğum şeylerden birisi de benden sonra size dünya nimet ve ziynetlerinin açılması (sizin de onlara gönlünüzü kaptırmanızdır.)” (Buhari, Müslim)

Evet, Müslümanların ölümü ve ölümden sonra hesaba çekileceklerini, yargılanacaklarını unutmaları, bu gerçeği düşüncelerinden çıkarmaları, dünyevileşmeye giden yolun kaldırım taşları. Hastalık böyle başlıyor ve sonra bir zihniyet olarak kişide kalıcı hale geliyor… Daha ileriki aşamalarında Allah’ı tanımama, ona karşı büyüklenme, nimetlerini ve ayetlerini görmezlikten gelme şeklinde bir nankörlük boyutu ve bu işin sonu ise her şeyi ben merkezli algılama ve bunu yaşam tarzı haline getirme. Yani Allah muhafaza buyursun böyle bir kişi artık hakikatle arasına kalın bir perde çekmiş kalbini hakikati görmeye kapatmış eliyle de mühürlemiş demek…

Dünya hayatı gözümüzün önünde capcanlı, kıpır kıpır ve zevkleri hemen hazır; ahiret ise veresiye, görmek basiret ve akıl istiyor. Bu nedenle manevi büyükler gözün görmesinden ziyade aklın görüşünü önemsemişler. Göz insanı aldatır ama akıl aldatmaz demişler. Mesela göz; güneşe bakıp top kadar der; akıl ise aldanıyorsun güneş dünyadan hem de bir milyon kere daha büyük deyip hakikati söyler. Göz ve burun tarlaya atılan hayvan gübresine bu ne kötü bir görüntü bu ne kötü bir koku der ama akıl bir yemek gibi iştah açıcı değil ama gübre çok faydalı bir nimettir diyerek görüntünün seni aldatmasına imkân vermez.

Göz, dünya nimetleri ne kadar güzel ne kadar çekici der ama akıl, orada biraz dur, bu güzelliklerden ne kadar veya ne ölçüde faydalanmalısın, bunun hesabını iyi yap, der. Zira su da güzel bir nimettir, bir bardağı hayat verir ama tsunami olarak gelirse bir şehri yıkar, bağları bahçeleri harap eder, sayısız canlar alır.

En çok tükettiğimiz ve en çok sevdiğimiz (un, tuz, şeker) üç beyaza şimdi doktorlar üç zehir demeye başladılar. Yerken çok güzel, yemeğe lezzet veren bu beyazlar, şimdi her hastalığa davetiye çıkarıyor deniliyor.

İnsanoğlu kendini ve vücudunu keşfettikçe şifa ile zehri ayırır oldu. Şimdi tıp ilmi diyor ki ey insanoğlu, göz lezzet alır, dil lezzet alır bu gıdalardan ama bunlara bir sınır koyamazsan bu lezzetler yemeklere katılmış zehirlere dönüşür.

Peki, dünyayı hepten terk mi edelim? Hayır, o da ayrı bir yanlış… Kantarın topuzunu kaçırmazsak imkân ölçülerinde bunlardan faydalanmak hayırdan hali değil, din buna bir yasak koymamış, hatta tavsiye etmiş. Sahabenin içinde nice zenginler vardı hatta peygamberlerin içinde de… Mesela Süleyman peygamber bir kraldı, Davut peygamber de öyle. Yeter ki zenginliğimiz bize kulluğumuzu unutturmasın, kazanırken de harcarken de İslam dairesinden çıkarmasın. 

Evet, kendimizi keşfetmemiz lazım…

Dünyada veya çevremizde olan bitenlerin keşfinden önce insanın kendini keşfetmesi lazım. Kendimizi tanımazsak nimeti zehir, zehri nimet sanabiliyoruz, bu gerçeğin hayatımızda müşahhas örnekleri çok fazla.

Dünya genelinde turizm için ciddi paralar harcanıyor. İnsanoğlu yaratılış olarak meraklı bir varlık, güzel yerleri farklı kültür ve medeniyetleri tanımayı, keşfetmeyi çok seviyor. Bu nedenle hem zamanından hem de bütçesinde ciddi harcamalar yapıyor ve bundan da keyif alıp çok mutlu oluyor. Elbette ki bu merak ve öğrenme isteği güzel şey. Rabbimiz’in afaktaki eserlerini keşfetmek, yeryüzünde yaşayan diğer topluluk ve medeniyetlerin eserlerini görmek, bilmek çok şey katıyor insana; ama hiç kendimizi keşfetmek için de zaman, emek ve para harcadık mı? Bu soruyu da en azından kendimize sormamız lazım.

Veya şöyle mi düşünüyorsunuz: Bizim keşfedilecek neyimiz var?

Yemek içmek, cinsellik, gezip görmek ve bütün bunlardan haz almak, keyif duymak, işte yaşam dediğin bunlardan ibaret.

Acaba maddi gıdalardan alınan haz, lezzet gibi manevi lezzetler de olabilir mi? Hiç bu taraflarda gözümüz veya merakımız oldu mu?

Maddi lezzet gibi manevi lezzetler, maddi kokular gibi manevi kokular da olur mu? Bunları hisseden, işiten var mıdır?

İşte böyle bir araştırmaya girmek kendimizi keşfetmek için gerçekten çok önemli.

Dünya nimetlerinin bize verdiği haz ve mutlulukları ibadetler de verir mi?

Yoksa ibadetler sadece ahirete dair beklentilerden ve zorluk ve yorgunluklardan ibaret mi, ibadetlerin dünya hayatında da bir karşılığı yok mu?

Bu konuda İslam âlimlerinin yaşantıları ve Efendimiz’in (s.a.v.) hayatı incelenirse manevi lezzetlerin dünya haz ve lezzetlerini ona, yüze, bine katladığını ifade eden bilgilere ulaşırsınız. Bunlar hem de tecrübe edilmiş yaşanmış gerçeklerdir. Mesela Efendimiz’in (s.a.v.) gözümün nuru namaz demesi sadece ahirete yönelik bir beklentinin ifadesi midir, yoksa namazda duyduğu aşkın, hazzın, zevkin, mutluluğun sırlı bir ifadesi mi? Bu konunun iyice araştırılmasını tavsiye ederim okuyucularım tarafından.

Kendimizi keşfetmek demek, maneviyattan haz alan, beslenen bir yapının bizde varlığını da keşfetmek demek ki bu yapı bizde imanı vicdanileştiriyor daha sağlam daha korunaklı bir hale getiriyor.

Devamlı etle beslenen insanlarda yırtıcılarda olan vahşi duygular gelişiyor, bu ilmî bir tespit. Bitkiyle, sebzeyle beslenen kişiler daha uysal daha yumuşak karakterli oluyorlarmış. Vücuda aldığı gıdalarla böyle tepkiler veriyor ve bu beslenme şekli insanlarda kalıcı yapısal değişikliklere neden oluyor. Aynen bunun gibi devamlı dünya ile beslenen ruh ve gönüller de dünyevileşiyor; bu kişilerde ahiret inancı, cennet arzu ve iştiyakı giderek zayıflıyor. Yani bu kişilerin manevi algıları tabiri caizse körelip o kişi, ibadet hayatında bir nevi kötürüm haline geliyor. 

Eğer bedenimizi beslerken ruhumuzu da imanla, ibadetle, zikirle beslersek ve gönlün lezzet damarlarını günah kirleriyle kurutmazsak hiç şüpheniz olmasın ruhunuzda manevi lezzetleri ve kokuları, tıpkı diliniz ve damağınızın dünya lezzetlerini aldığı gibi alacaktır. Deneyin isterseniz göreceksiniz derim.