İslam İktisadı Ve Güncel Boyut / Prof. Dr. Ahmet Tabakoğlu

İslam, insanı inşa ederken hukuk-ahlak dengesini nasıl kurar? 

Hz. Peygamber (s.a.v.) “Ben, güzel ahlâkı (mekârimü’l-ahlâk) tamamlamak için gönderildim.”(1) ve “İslam güzel ahlâktır.”(2) buyurmuştu.

İslam, sadece medenî bir nizam kurmakla kalmamış; aynı zamanda, insan inşa etmiştir. İslam’ın asıl kalıcı yönü de burası olmalıdır. Siyasî ve iktisâdî dağılma dönemlerinde bile İslam eğer varlığını devam ettirebilmişse, bu, eğitilmiş insan unsurundan dolayıdır. İslam ahlâkını derinliğine işlemeyi ve yaşamayı konu edinen tasavvuf, bu eğitimi sağlamıştır.

Hukukî kurallar, genellikle, bu ahlâkî kuralların gerisinde emniyet supabı vazifesini görürler. Mesela, zarara uğrayan kimse, zarar verenden hakkını almalıdır. Bu bir hukuk kuralıdır. Fakat affetmesi daha hayırlıdır. Bu ise bir ahlâk kuralıdır. Kişinin kazandığının sahibi ve maliki olmasını İslam hukuku kabul etmiştir. Fakat bu mülkten diğer insanları da faydalandırması ahlâkî bir kuraldır. Hz. Peygamber, “Her ne kadar sana müftüler fetva verse de sen bir de kalbine danış.”(3) buyurmuştur. 

Hukuk gibi iktisat da ahlâkın tamamlayıcı bir unsurudur. Millî gelirin artmasına veya üretim artışına katkıda bulunmak önemlidir. Ancak nihaî hedef, iktisâdî faaliyetleri, temiz bir kalbe (kalb-i selîm) sahip olmaya engel olmaktan çıkarmaktır: “O gün, ne mal fayda verir ne de evlat, ancak Allah’a temiz bir kalple gelenler fayda bulur.” (Şuarâ, 26/88-89).

Bu denli kapitalist bir ortamda insan merkezli bir dünya nasıl tesis edilebilir?

Kul hakkı kavramını önemseyen ve adalete dayanan sistemin dayanağı ahlâktır. Bu ahlâkın esası maddî varlığımızla birlikte ruhumuzu da kurtarmaktır. Bunun ilk şartı da günümüzün teknik merkezli dünyasını insan merkezli hale getirmektir.

Kapitalist dünya sisteminin edilgen bir üyesi olan ve hala “gelişmekte olan” ve Güney ülkeleri arasında yer alan İslam ülkelerinin etken ve hâkim olmalarının sırrı, iktisâdın da temelinde yer alan ahlâkın tekrar önemsenmesinde bulunmaktadır.

İslam, insanı, üretim ve tüketim olayları arasına sıkışan ve sadece maddî tatminini azamiye ulaştırmaya çalışan bir yaratık olarak ele almaz. İktisâdî faaliyetler gaye değil, ibadet denilen iyi davranış, düşünce, çalışma ve faaliyetleri kolaylaştıran araçlardır. İktisâdın gayesi maddî tatmini azamiye ulaştırmadan çok, insanın maddî eğilimlere esir olmamasını temindir.

Bu yüzden kapitalizmin her şeyi kendi maddî menfaatleri açısından ele alan insan modeli “homo-economicus” görüşü İslam’a yabancıdır. İslam’la kapitalizmin temel farklarından biri buradan kaynaklanmaktadır.

Bir Müslüman’ın hareketlerine Allah’a kulluk şuuru yön vermelidir. Onun iktisâdi davranışları bazı kayıtlara tâbidir: Yalan söylememek, başkasının hakkını kendi üzerine geçirmemek; tekelcilik, ihtikâr, karaborsacılık yapmamak; sözleşmelere uymak ve namuslu olmak gibi ahlâkî, hukukî ve iktisâdi kayıtlara tâbidir. Müslüman ticaretlerini ibadet haline getirmeyi amaçlar, ibadetlerini ticaret haline değil. Yine Müslüman, toplum menfaatlerini kendi menfaatinin üzerinde tutmalıdır. Yani diğergamlık ve hizmet şuuru esastır. O, Müslümanlığını bir kazanç vesilesi yapmaz.

Kapitalist yaklaşımların tarihsel arka planı ve felsefesinde neler var sizce?

Kapitalizm öncesi Batı ahlâk ve iktisat düşüncesiyle İslam ahlâk ve iktisat düşüncesinde bazen ayniyete varan benzerlikler görülmektedir.

Aslında kapitalizm tarihi bir noktada Hristiyanlıktan sapma tarihidir. Kapitalist dönemde Hristiyanlığın yerini alan ideolojiler kültür dokusunda önemli bir yere sahip olmuşlardır.

Feodal dönemde Hıristiyanlık rasyonaliteye sahip değildi. Reform hareketleri ona bu vasfı kazandırmaya çalıştı. Sonuçta Hıristiyanlığın kapitalizme engel teşkil eden özellikleri ayıklandı ve din geleneğinden uzaklaştı. Max Weber’in (1864-1920) vurguladığı gibi Protestanlık-kapitalizm arasında güçlü bir iletişim vardı. Sombart (1863-1941) buna Yahudilik-kapitalizm ilişkisini ekledi.(4) Guenon’cu yaklaşımla konuşursak; kapitalizmin Hz. Âdem’den beri varolan gelenekten en büyük sapma olduğunu belirtmek yanlış olmayacaktır.(5)

Modern kapitalizm veya modernite burjuvazinin eseridir. Yahudiliğin etkisi altında oluşan protestan veya laik burjuva ahlâkı püriten ahlâktır.(6) Bu ahlâkın temeli “Bu dünyada başarılı olan öbür dünyada da başarılı olur.” fikridir. Burjuvazi homo-economicus ile modelleştirilir. Toplum modelini ise tam rekabet oluşturur.

İnsanın içine sinmeyen bu kısır döngüden nasıl çıkılabilir?

Kapitalizm temerküze dayanır. İslam’ın öngördüğü temerküz değil infâktır. İnfâk; tüketim, transfer (aktarma) ve yatırım harcamalarını kapsar. Harcamanın gelirin kaynağı olduğunu biliyoruz. İnfâk genellikle alt gelir gruplarına yapılan harcamaları kapsar. Bunların ise tüketim eğilimleri yüksektir. Dolayısıyla toplam gelir tüketim harcamalarıyla birlikte artar. Bir başka yönden de alt gelir gruplarına yapılan aktarmaların âdil dağılımı sağlayıcı ve temerküzü önleyici özelliği açıkça ortaya çıkar.

Bu durum Batı açısından da bir açmaz değil mi?

İslam dünyası kendi ilkeleri çerçevesinde hâkim sistem olmuş, sonra enerjisini kaybederek duraklamış ve bu özelliğini kaybetmiştir. Batı ise İslam ile etkileşim içerisinde, fakat kendi ilkeleri doğrultusunda geleneksel düşünceden ayrılarak kapitalizmi oluşturmuştur. Hristiyanlığın kapitalizme engel teşkil eden ilkeleri, laiklik ve Kalvinizmle adım adım ortadan kaldırılmıştır. Bu süreç, aynı zamanda, Batı’nın İslam’la ortak olduğu değerleri kesinlikle terk etmesi sürecidir.

Genellikle hakkaniyet eşitlik üzerinden sınanıyor. Sosyal Adalet sizce nasıl olmalı? 

Adalet, herkese insanca yaşamasını sağlayan hakkının tanınmasıdır. Bunun ötesi emeğiyle orantılıdır. Yani kişinin emeği oranında istediklerini elde edebilmesi de adaletin gereğidir.

İslam iktisâdının topluma ilişkin hükümleri sosyal adalet olarak ifade edilebilir. Bu ilkeler ‘kul hakkı’nı temel alır. Yine İslam’da zarar vermek ve zarara uğramak yoktur.(7) Sosyal adaletin sağlanmasının temel şartı, zenginin daha zengin fakirin daha fakir olmamasıdır.

Sosyal adaletin iki yönü vardır: Birincisi kazanç hırsıyla ruhları çürüyen insanları kurtarmak. İkincisi yoksul halka haklarını vermek. Zenginlik sosyal bir olay olduğu için gerçekte zengin fakire yardımda bulunmamakta, onun hakkını vermektedir. Fakir halkın zenginlere kin duymalarının önlenmesi, yeni bir haksızlık için fırsat aramalarının ve intikam peşinde koşmalarının engellenmesi ancak onlara haklarının verilmesiyle mümkün olabilir.

Sosyal adaletin gerçekleştirilmesinin esasları şunlardır: İsraftan uzaklaşma, adil gelir bölüşümü ile servet ve mülkiyetin yaygınlaştırılması, iktisâdî istikrar. Bu esaslar aynı zamanda ahlâkî ilkelerdir. Çünkü israf, üretimin en önemli faktörü olan emeğe ve insana saygısızlık anlamına gelir. Aynı zamanda tabiata ve çevreye de saygısızlık demektir.

Adil Gelir Dağılımı nasıl anlaşılmalı?

Özel mülkiyetin yaygınlaştırılması, belli ellerde toplanmasının önlenmesi ile adil gelir dağılımı “İslam iktisâdı”nın en önemli hedeflerinden biridir: “(Servet) içinizden sadece zenginler arasında dolaşan bir iktidar vesilesi olmasın.” (Haşr, 59/7). 

Bu hedefe doğru ilkin büyük mülkiyetlerin oluşma süreci ortadan kaldırılır. Kapitalist devletin büyükleri ve büyümeyi teşvik politikası söz konusu olmadığı gibi küçük üreticiliğin ve girişimciliğin hâkim kılındığını tarihî tecrübe ispatlamaktadır. Bu ilke aynı zamanda iktisâdî güçlenmenin belli bir zümrenin değil; bütün toplumun görevi olduğunu gösterir. Bu, ekonomik gücün siyâsî güce dönüşmemesi anlamına da gelir. 

Yine zenginlik bireysel bir olay değil toplumsal bir olaydır. Bireysel yetenekler ancak toplumsal talep varsa zenginlikler oluşturabilir. Yine bu ilke iktisâdî güçlenmenin belli bir zümrenin değil; bütün toplumun görevi olduğunu gösterir. Bu yüzden zenginliğin toplumla paylaşılması esas olmalıdır. Yine bu ilke sosyal adaletin adeta bir finansman faktörü olduğunu gösterir.

Âdil gelir dağılımını sağlamak, fakirliği ortadan kaldırmaktır. Hayatın idamesi için insanların ihtiyaçlarını giderebilmeleri gerekir; o da bunu sağlamak ister. İslam’ın; üst gelir gruplarını değil, alt gelir gruplarını teşvik eden ve iktisâdi faaliyete sokan bir iktisâdi sistem getirdiğini biliyoruz. Böylece daha üretim safhasının başlangıcında bölüşüm meselesi de büyük ölçüde halledilir. 

Gelir ve servet dağılımının âdil olmadığı bir toplumda ve dünyada kardeşlikten bahsedilemez. Bu sömürü aslında yerel olmaktan çok global bir sömürüdür. 

Şüphesiz ki, kardeşini(8) kendine tercihte ileri gitmek, Müslümanlıkta ileri gitmektir: “(Müslümanlar) kendileri fakirlik ve ihtiyaç içerisinde olsalar bile (diğer kardeşlerini) kendilerine tercih ederler.” (Haşr, 59/9). 

Sosyal barışın sağlanması ve korunması, gelir bölüşümünün adaletsiz olduğu bir ülkede mümkün değildir. Böyle bir ülkede toplumsal huzursuzluğun olması kaçınılmazdır. 

Günümüzde dünya sistemi içerisinde Müslümanların etken değil edilgen olmaları, İslam ülkelerinin dünyanın gelir dağılımı en bozuk ülkeleri olmaları öncelikle ahlâkî bir problem gibi görünmektedir.

Gelir dağılımının son derece bozuk olduğu toplumlarda iş ahlâkının ve iş barışının hatta toplum barışının sağlanması imkânsızdır. 

İktisadî istikrar, sosyal adaletin ve adil gelir dağılımının sağlanmasının temel şartlarındandır. Bunun da üç önemli esası üretim ve arzın yüksek seviyede tutulması, istikrarlı para sistemi ile fiyat ve kalite denetimidir. 

İslam’ın, iktisâdı ahlâka bağlama yönündeki temel tavrı fiyat konusunda da geçerlidir. Burada alıcı ve satıcılara müsamahalı olmaları yönünde bir davranış öğütlenir: “Satarken cömert ve müsamahakâr hareket eden, alacağını isterken cömert ve müsamahakâr olan kula Allah merhamet eder.”(9) Buna göre pazarlık vetiresinin sertlikten uzaklaşması amaçlanır. Talep cephesinin düşük fiyat verme, arz cephesinin yüksek fiyat isteme eğilimi yumuşayarak arz ve talebin esneklik kazanması ve fiyat istikrarının kolaylaşması düşünülür.

İnsanlar, hayırlı işlerde rekabet etmeli, yarışmalıdırlar. İktisâdi anlamda rekabetin bir süre sonra rekabeti öldürdüğü ve şu veya bu şekilde anlaşmalarla sonuçlandığı bilinmektedir. Bu yüzden daha işin başında yardımlaşma ve dayanışmanın bir esas olarak kabul edilmesi, tekelcilik gibi arzu edilmeyen şeylerin doğmasına yol açacak ortamın belirmesini büyük ölçüde önler.

Sahih bir Ticaret Ahlâkı nasıl tesis edilebilir?

İslam’ın insandan istediği temel özellik, güvenilir olmaktır. Bunun için, Hz. Peygamber risalet ve nübüvvetten önce de Araplarca “el-emîn” (güvenilir) olarak biliniyordu. Yine Hz. Peygamber bu özelliğini tâcir olarak da göstermişti. 

İnsan, davranışlarına ibadet özelliklerini kazandırmalıdır. “İslam iktisâdı”nın uygulama ortamı ibadetlerin bile ticaret haline gelmesi değil, aksine ticaretin ibadet vasfı kazanabildiği bir ortamdır. 

Hz. Peygamber doğru tüccarın, peygamberler ve sıddıklarla birlikte haşr olacaklarını buyururken ticaretin ne kadar sorumluluk isteyen bir meslek olduğunu vurguluyordu. Tüccarın Müslüman olması zordur ama Hz. Ebu Bekir ve Ebu Hanife gibi gerçek anlamda dindar olan tüccarın mertebesi de yüksek olmalıdır. 

Ticaret, üretimi de arttırmaktadır. Üretim, geçimlik olmaktan çıkıp pazar genişledikçe büyümektedir. Hz. Peygamber’in “Rızkın onda dokuzu ticarettedir.”(10) hadisi ticarî faaliyetlerin üretimi de kat kat arttırdığına işaret etmektedir.

Esnaf ve sanayicilik ahlâkî esaslara bağlanmalıdır. Esnaf ve sanayi odaları sadece teşkilatın çıkarlarını gütmemeli, ahlâkî bir denetim özelliğini de taşımalıdır. İnsanları bütün ömürlerini sadece kazanç peşinde koşmaktan kurtarmak, onların insanlıklarını ön plana çıkarmak gerekir. Yani ahlâk konusunu, tüketicinin korunması ile sınırlı tutmamak gerekiyor.

Kanaat ve şükür, sabır ve tevekkül, ihtiyaç ve rızk kavramları birbiriyle çok ilişkili ve İslam’ın hassaten tavsiye ettiği ana ahlaki unsurlar… Düşüncelerinizi alabilir miyiz? 

Kanaat, hayatı sürdürürken aşırılıktan kaçınmaktır. Kanaat ihtirastan kaçınmak, başkalarına kıskançlık duymamak ve hakkına razı olmak, gönül huzuruyla yaşamaktır. 

İslam iktisat düşüncesinde kanaat büyük yer tutar. İhtirasın tam tersi olan kanaat, girişimin verimliliğini ve kişinin iç huzurunu sağlar. Üstelik üreticinin tüketicilerle, ferdin toplumla barış içinde olmasının da sebebidir. Hz. Peygamber gerçek zenginliğin gönül zenginliği olduğunu bildirmiştir.(11) “Müslüman olup da ancak yetebilecek kadar rızıklandırılan kimse kurtulmuştur. Allah verdiği şeyle onu tatmin etmiş, kanaat sahibi kılmıştır.”(12)

Yine “Kanaat tükenmez bir hazinedir.”(13) buyurulmuştur. Herhangi bir şeyi lüzumundan fazla kullanmak, yani israf etmek, bir şeyi beyhude yere dağıtmak, layıkı olmayan yerlere sarf etmek, bir şeyin olmasını hırsla istemek kötü huylardır. Fakat güzel şeylere erişmek için hırs göstermek iyidir.

Şükür, yapılan iyiliğin kıymetini bilmek ve bunu iyiliği yapana göstermektir. Bunun mukabili küfran-ı nimet yani nankörlüktür. Şükür Allah’a teşekkür etmek ve nimetin kaynağının Allah olduğunu bilmektir. Şükür, nimeti fazlalaştırır. Zira Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmuştur: “Eğer şükrederseniz nimetimi arttırırım.” (İbrahim, 14/7).

Müslümanlar her an nimetlerine nail oldukları ve en önemlisi kendilerinin Müslüman olmasını takdir eden Allah Teâlâ’ya karşı şükretmelidirler. Bunun gibi kendilerinden iyilik görülen kişilere de teşekkür etmek bir Müslümanlık borcudur. Zira Peygamber Efendimiz “İnsanlara şükretmeyen Allah’a da şükretmez.”(14) buyurmuştur: İnsanlar az bir şeye de şükretmesini bilmelidirler: “Aza şükretmeyen çoğa da şükretmez.”(15)

Müslümanlara sabretmeleri emredilmiştir. Sabır, imanın, ibadetin, ilim ve hikmetin ve bütün faziletlerin başıdır. Kötü huyların da kaynağı sabırsızlıktır.

Tahammülü zor olan ve nefse ağır gelen şeylere katlanmak ancak sabır ile olur. Bir hakkı müdafaa ve muhafaza hususunda gösterilen sebat da sabrın bir neticesidir. Allah’ın emirlerini tamamen yerine getirmek ve nefse hoş gelen fena arzularla tahammülü güç musibetlere direnebilmek için ruhun böyle bir kuvvete sahip olması lazımdır. Her başarının her faziletin anası sabırdır.

Bunun yanında Allah’ın emirlerini yerine getirmek ve nehiylerinden kaçınmak konusunda da sabretmek gerekir. Çünkü namaz, oruç, zekât gibi şeyler yine de nefse bir yük olarak görünebilir. Bu gibi şeylerden nefis hoşlanmaz. Namazı vaktinde kılmak, cimriliği bırakıp malının zekâtını, sadakasını vermek, nefsin arzularına karşı gelerek oruç tutmak için sabır gereklidir. Yine nefsin meşru olmayan birtakım arzularına karşı gelmek onları yapmaktan alıkoymak da sabır işidir. Dostların veya yakınların ölümü, müzmin bir hastalık, mal kayıpları, sakatlık gibi insanın irâdesi dışındaki musibetler karşısında sabretmek de Kur’an’ın övdüğü yüksek bir fazilettir.

İslamî davranış rasyonalitesinden sebeplere başvurduktan yani her türlü tedbiri aldıktan sonra Allah’a tevekkül etmeyi ve ona güvenmeyi anlıyoruz. Bizzat Hz. Peygamber’in (s.a.v.) yaşayışı bu konuda da birçok örnekle doludur. Kendisi bizzat çalışıp çabalayan ve insanlara çalışmayı emreden Peygamber Efendimiz’den asırlar sonra onun getirdiğinin dışında bir zihniyet oluşmuş ve bu zihniyet İslam dünyasının geri kalmasında en önemli rolü oynamıştır. Sebeplere başvurmadan tevekkül, rızık peşinde koşmadan kanaat anlayışları yerleşmiştir. Böylece kapitalizm gelişirken, İslam dünyası teknolojik gelişmeyi besleyecek bir bilgi ve zihniyet altyapısından mahrum kalmıştır. 

İslam, insanların ihtiyaçlarını giderebildiği bir ekonomi oluştururken, bir yandan da onların meslek sahibi olmalarına önem verir. Ahilik’in temel fonksiyonu budur. Her insanın meslek sahibi olması, emeğiyle geçinmesi şarttır. 

Kâinat ve her türlü dünya nimeti, insanlar için yaratılmış ve onların emrine verilmiştir. Bunlar meşru yollardan faydalanılmak şartıyla insana helaldir. Bitkiler, hayvanlar, cansız varlıklar, su, yeryüzü ve uzay hep insanın maddî ihtiyaçlarına cevap vermek için yaratılmıştır (Bakara, 2/22, 29, 35, 36, 58; Mâide, 5/120; A’raf, 7/10, 24; Tevbe, 9/24, 115; İbrahim, 14/32; Hicr, 15/19-21; Nahl, 16/5, 11-14; Taha, 20/53-54; Hacc, 22/65; Lokman, 31/20; Mümin, 40/79-80; Casiye, 45/13; Kaf, 50/11; Mülk, 67/15). 

Ancak, insanın bunları helâl yollardan elde etmesi, kendisini maddenin cazibesine kaptırarak gayesini unutmaması ve dolayısıyla cemiyetin çözülmesine sebep olabilecek ihtiras, güvensizlik ve bencilliğin doğurduğu çatışmalara yol açarak haddi aşmaması, elde ettiği nimetlerin gerçek sahibini hatırdan çıkarmaması ve onun kullarına her vesileyle uzanmak suretiyle şükrü eda etmesi gerekir (Bakara, 2/60, 68, 177; Mâide, 5/88; A’raf, 7/128, 160; Nahl, 16/114). 

İnsan, ihtiraslarına boyun eğip maddî eğilimlerine teslim olmamalı ve gayesini unutmamalıdır. İktisâdî faaliyetler insanları “Allah’ı anmaktan, namazlarını kılmaktan, zekâtlarını vermekten alıkoymamalıdır.” (Nûr, 24/38). Zira bütün kâinat ve dünya nimetleri sadece insanın imtihan edilmesi için yaratılmıştır. (Sad, 38/27; Enfâl, 8/28). 

Rızık, yenilen, içilen ve sarf edilen şeydir. Canlılar rızıkla hayatlarını sürdürürler. Her canlının yaşayabilmesi için gerekli rızkını takdir edip veren Allah Teâlâ’dır. Kur’an’da bu hususta şöyle buyrulur: “Hiçbir canlı hariç olmamak üzere hepsinin rızıklarını Allah verir.” (Hûd, 11/6). Rızıklarımız Allah’ın ilmi, takdiri ve iradesiyledir. Dolayısıyla insanların çabası takdir edilen rızkın miktarını ne azaltabilir ne de çoğaltabilir. Fakat insan neyin ne kadar takdir edildiğini bilemez. Bunun için rızkını arayıp bulmaya çalışmalıdır.

Rızık helal ve haram olarak ikiye ayrılır. İnsan helal ile beslendiği gibi haram ile de beslenebilir. Bunun için insan, rızkından da sorumludur. O hangi türden bir rızık peşinde koşarsa, iradesini hangi yolda kullanırsa Allah o yolda bir rızık yaratır, verir. Fakat Allah haram rızka razı değildir. Bundan dolayı Allah Teâlâ haram yiyenleri cezalandıracaktır. Müslüman helal rızık peşinde olmalıdır. Rızık konusunda da tevekkül sahibi olmak gerekir. 

Eğer kaynaklar sınırsız yaratılsaydı insanların içerisindeki “kötü” onlara hâkim olurdu: “Allah rızkı kullarına sınırsız olarak verseydi yeryüzünde azgınlık çıkarırlardı. Fakat Allah dilediği kadar indiriyor. Şüphesiz o kulların her şeyinden haberdar olan ve onları bilendir.” (Şûrâ, 42/27). 

Hz.Peygamber muhtaçları gözeteni, Allah yolunda cihad edenle veya gecelerini namazla, gündüzlerini oruçla geçirenlerle bir tutmuştur.(16) İnfak, Allah’ın verdiği rızkı toplumla paylaşmaktan başka bir şey değildir: “Ey iman edenler, hiçbir alışveriş, dostluk ve şefaatin olmayacağı gün gelmeden, size rızık olarak verdiğimiz şeylerden infâk edin.” (Bakara, 2/254). İnfâkın sosyal adaleti sağlama yanında en önemli rolü ruhî eğitime yaptığı katkıdır. Kişi infâk ederken emanetine verilen şeyi sarfettiğini bilmelidir. (Vakıa, 57/7).

Üretim ihtiyaca göre olduğundan tabiî kaynakların israf edilmesi söz konusu değildir. Bu temel üzerinde oluşan üretim tarzı halkın beslenme, barınma, giyinme ve ulaşım konularındaki ihtiyaçlarını karşılar. Devlet bu konuda denetimle yükümlüdür. Böylece israf kültürü aşılayan reklamcılık, sürüm ve iktisâdî kalkınma faktörü olarak sömürgecilik ve savaş, nihayet talebin daralmasıyla ortaya çıkan işsizlik belirmez. Ancak bugün İslam ülkelerinde israf yasağının umumi bir kültür yozlaşmasının da etkisiyle tahrip edilmesi önemli bir ilkenin devre dışı kalmasına yol açmıştır.

İş ahlâkı deyince ne anlamalıyız?

İş (veya çalışma) ahlâkı, ahlâk kurallarının hayata geçirildiği en önemli alandır ve iş hayatında ortaya çıkan meselelerde kendini gösterir. İş ahlâkı işverenlerle işgörenlerin ahlâkı demektir. Yani hem çalışanların hem de çalıştıranların uymak durumunda oldukları ahlâka işaret etmektedir.

İslam’ın öngördüğü çalışma hayatı belli ahlâkî davranışlara dayanır. Bu ahlâkî davranışların zihnî kökleri, İslam’ın getirdiği işbölümü anlayışı içerisinde başka bir anlam kazanan, emeğiyle çalışan grupların ve fütüvvet-ahi-esnaf birliklerinin yönetmelikleri mahiyetinde olan fütüvvetnâmelerde dile getirilmiştir. Bunun yanında devletin hisbe (ihtisâb) kurumu vasıtasıyla daha çok tüketicinin korunmasına yönelik bir denetimi vardır.(17)

İslam ekonomisine dair güncel bir değerlendirme yapmak gerekirse neler söylemek istersiniz? 

Konu temelde ahlâkîdir. İktisat sistemi ahlâktan güç almalıdır. Zira hukuk gibi iktisat da ahlâkın tamamlayıcı bir unsurudur. “Modern iktisat” modern kapitalizmin ideolojisidir. “İslam iktisâdı” ise büyük ölçüde tepki olma özelliğine sahiptir. Ancak barındıracağı bir özellik onu özgün kılabilir. O da içeriğinin hem bu dünyada hem de sonsuzluk âleminde insanı mutlu kılabilmesidir. Yani iktisâdî faaliyetlerin kâr ve fayda maksimizasyonu hedefinden önce insanı iktisâdî faaliyetlerin esiri olmaktan kurtarmaktır. Millî gelirin artmasına veya üretim artışına katkıda bulunmak önemlidir. Ancak nihaî hedef, iktisâdî faaliyetleri, temiz bir kalbe sahip olmaya engel olmaktan çıkarmaktır: “O gün, ne mal fayda verir ne de evlat, ancak Allah’a temiz bir kalple gelenler fayda bulur.” (Şuarâ, 26/88-89)

Hedeflerden bir başka önemli olanı da âdil gelir dağılımını sağlamak ve fakirliği ortadan kaldırmaktır. Gelir dağılımının son derece bozuk olduğu dolayısıyla fakirliğin yaygın olduğu İslam toplumlarında iş ahlâkının ve iş barışının hatta toplum barışının sağlanması imkânsızdır. Bu yüzden ortaya çıkan toplumsal gerginliklerin büyümemesinin temel sebebi aile, akrabalık ve komşuluk geleneklerinin hala varlığını sürdürmesidir. Modern kapitalizmin hor gördüğü bu tür gelenekler toplumlarımızdaki gerginlikleri azaltan en önemli faktördür. 

İslam’ın sömürüye, sömürgeciliğe imkan tanımayan; adaletsizliğe, ferdiyetçiliğe, riba, kumar ve spekülatif işlemlere karşı olan sistemi kapitalizme geçiş imkanı vermemiştir. Bununla birlikte, iç dinamizmini kaybederek kurumlarını yenileyememiş ve durağanlaşmıştır. 

Az gelişmiş veya kalkınmakta olan ülkeler Batı türü bir kalkınmayı bir hayat yolu olarak benimsemiş görünüyorlar. Bu ülkeler “kalkındıkça” kalkınmış ülkelerle aralarındaki açık kapanacağına daha da artıyor. Dünya nimetlerinin dörtte üçü dünya nüfusunun ileri kapitalist üçte birinin tekeli altındadır. 

Günümüzde ihtişam ile sefalet, aşırı beslenmeden ölüm ile açlıktan ölüm yan yana barınıyor. Silahlanma ve başkalarını tahribe yönelen kaynakların çok az bir kısmı, açlık sorununu ortadan kaldırabilir. Gerçekten kapitalist sistem kendisini “tehlikeye” atmıştır. Bütün bunlar insanca bir hayat tarzı özlemini ve yeni bir uygarlığı gündeme getiriyor. 

İslam, iktisâdî kutuplaşma ve rekabetin rekabeti öldürmesi gibi iki önemli iktisâdî eğilimi giderme yolunda köklü tedbirler getirmiştir. İktisâdî mekanizmayı kendi haline bırakırsanız “para parayı çeker” ve “zengin daha zengin, fakir daha fakir” olur. Oysa İslam servetin belli bir zenginler zümresi elinde dolaşan bir güç olmaması ilkesinin rehberliğinde gelirin hem oluşum hem de bölüşüm safhalarında sisteme müdahale etmiştir. 

İsraf yasağı, ihtikâr yasağı, ribâ yasağı, zekât, infâkın teşviki gibi politikalarla sosyal adaletin ve âdil gelir dağılımın adeta bir finansman faktörü olarak kullanıldığı bir sistem oluşturmuştur.

İslam her şeyden önce bir hak davasıdır, bir kul hakkı davasıdır. Günümüzde kul hakkı kavramını esas alan geleneksel ekonominin varolduğunu söylemek zordur. Bu yüzden gelir dağılımını olumlu yönde etkilemeyen kurumların teorisini yapmaktan çok, insanca bir hayat tarzı ve yeni bir medeniyet ile ilgili sorunlar ele alınmalıdır. 

Günümüzde dünya sistemi içerisinde Müslümanların etken değil edilgen olmaları, İslam ülkelerinin dünyanın gelir dağılımı en bozuk ülkeleri olmaları öncelikle ahlâkî bir problem gibi görünmektedir.

Kul hakkına dayanan bir sistem kurmayı amaçlayan bu ilkeler iktisâdî ve siyâsî bağımsızlığın sağlanması, servet ve mülkiyetin yaygınlaştırılması ile âdil gelir dağılımı, sosyal adalet, refah ve güvenliğin sağlanması şeklinde özetlenebilecek İslam iktisâdının ilkeleridir. 

Adaletin hedefi sosyal refahı sağlamaktır. Osmanlı belgelerinde devletin aldığı iktisâdî kararlara gerekçe olarak belirtilen “ibadullahın terfîh-i ahvalleri”nin (Allah’ın kullarının refahı) yani sosyal refahın sağlanması ilkesi bunun bir yansımasıdır. 

Servet ve mülkiyetin yaygınlaşması ilkesi belli bir işveren (sanayi ve ticaret burjuvazisi) sınıfının öncülüğünde gerçekleşecek kalkınma kavramına zıttır. Aslında bu kalkınma olgusu Batılılaşma, çağdaşlaşma veya kapitalistleşme süreçlerine büyük ölçüde tekabül eder. 

Oysa İslam’da, özellikle Osmanlılarda gördüğümüz gibi, sosyal refah kavramı ön plandadır. Ekonomik faaliyetler teşvik edilen işverenler gibi belli bir sınıfın öncülüğüne değil bütün topluma bırakılmıştır. Bu hem küçük sanayiin hâkimiyeti demektir hem de işçi sınıfı diye ayrı bir sosyal tabaka oluşmamasını öngörür. 

Tarihî tatbikattan çıkardığımız netice devletin siyâsî nüfûza yol açan büyük toprak mülkiyetlerine mani olması gereğidir. 

Çalışan ve çalıştıran münasebetleri eski ve evrensel olmasına rağmen işçi meselesi Batı’da, Sanayi Devrimi’nin bir boyutu olarak ortaya çıkmıştır. Ancak bu meselenin ele alınışı kültür ve toplumlara göre değişmektedir. Günümüzde emeğin toplam gelir içindeki payı azalmakta olduğu gibi gelir dağılımı daha da bozulmaktadır.

Geçmişte iktisâdî hayatımız ahlâka bağlıydı. Sistemin temelini oluşturan küçük üretici yani küçük esnaf, tüccar ve köylü iktisâdî faaliyeti ahlâktan ayırmamıştı. Bugün de esnaf dernekleri sadece teşkilatın çıkarlarını gütmemeli ahlâkî bir denetim özelliğini de taşımalıdır. İnsanları bütün ömürlerini sadece kazanç peşinde koşmaktan kurtarmak, onların insanlıklarını ön plana çıkarmak gerekir. 

“İslam iktisâdı”nın nihaî hedefi insanın maddî eğilimlerine teslim olmamasını sağlamaktı. İktisat çerçevesinde kalan hedefler olarak israfın bertaraf edilmesi, âdil gelir bölüşümü (servet ve mülkiyetin yaygınlaştırılması), iktisâdî ve teknolojik bağımsızlığın sağlanması zikredilebilir. 

Günümüz ekonomilerinin temel sorunu olan ve emek israfından başka birşey olmayan işsizlik problemi nasıl halledilecektir? Bu soruyu daha genel bir çerçeve içersinde şu hale getirebiliriz: Emek ve çalışma meselesi nasıl halledilecektir? Kapitalizmin bu soruya verdikleri cevabı, oluşturdukları dengeyi belirtmeye çalıştık. Çoğunluğunu İslam ülkelerinin oluşturduğu az gelişmiş (daha doğru bir deyişle az kapitalistleşmiş) ülkeler belli bir çözüm veya dengeye ulaşamamışlardır. İşte bu noktada İslam sistemi içerisindeki çözümlerden bahsetme imkânı vardır. 

İktisadın temelinde kültür vardır. İslam kültüründen kaynaklanmayan iktisâdî yaklaşımlar İslam ülkelerine çözüm değil, mesele üretmişlerdir. Özellikle iktisâdî kalkınma konusu bu istikamette yeniden değerlendirilmeli ve İslam ülkeleri kendilerine mahsus iktisâdî sistemler geliştirmelidirler. Sonuç olarak “kalkınma”larını Batı’ya bağımlı olmadan çıkarmaları ve kendi ihtiyaçlarına uygun teknolojiler üretmeleri gerekmektedir.

Dönemimiz, insanın kendisiyle olduğu kadar beşerî ve tabiî çevresiyle barışması özlemlerinin gündemde olduğu bir dönemdir. Fütüvvet-ahi geleneği günümüzde de hem fikrî hem de müessesevî olarak ülkemize ve dünyamıza yeni ufuklar açabilir.

İslam’ın insandan istediği temel özellik, güvenilir olmaktır. Bunun ilk adımı, “el-emîn” (güvenilir) olmaktı. Müslümanlar hiçbir şeyde aşırılığa kaçmayan, insanları ürkütüp korkutmayan, iffetli, kul hakkı yemeyen, erdemli insanlar olmalı, bunları kimseye öğretmeye yeltenmeden önce kendileri tatbik etmelidir. Müslümanlar ahlâk öğretmeden önce ahlâklı olmayı denemeliler. İlimle âmil olmak şarttır.

Modern kapitalizmin başarılarını inkâr mümkün değildir. Ancak koşuşturmadan uzaklaşıp lüks ve rahata yönelme ile büyüme ve bunun getirdiği hantallaşma ve bürokrasi modern kapitalizmin de sonunu getirecektir. Kapitalizm bir maratonsa bunun sonu bîtâb düşmekten başka bir şey değildir.

Doğruyu en iyi Allah bilir. 

DİPNOTLAR

1) Muvatta, Hüsnü’l-Hulk, 8; Ahmed b. Hanbel, II, 381.

2) Suyutî, Kenzü’l-Ummâl, 3/17, No: 5225. 

3) Ahmed b. Hanbel, I, 194. Yine “Kalbine danış. İyilik, kalbin uygun gördüğü ve yapılmasını tasdik ettiği şeydir. Günâh ise içini tırmalayan ve başkaları sana yap diye fetvâlar verseler bile, içinde şüphe ve tereddüt uyandıran şeydir.”: İbn Hanbel, IV, 227-228; Dârimî, Büyû, 2.

4) Kılıçbay, 2006, I. 91.

5) Hıristiyanlığın kapitalizme engel teşkil eden ilkelerinin etkisizleştirme sürecinde laisizm, yahudilik ve kalvinizmin payını belirtmek gerekir. Bu etkisizleştirme süreci, aynı zamanda, Batı’nın İslam’la ortak olduğu değerleri kesinlikle terk etmesi sürecidir. Modern kapitalizmin tarihini yazan Sombart kapitalizmin Batı’ya sağladığı imkânları, sömürgeciliğe bağlar: Sée, 1970, 43. İslam’ın sömürüye, sömürgeciliğe imkân tanımayan; adaletsizliğe, ferdîyetçiliğe, riba, kumar ve spekülatif işlemlere karşı olan sistemi kapitalizme geçit vermemiştir.

6) İngiltere’de 1600’lü yılların başında radikal bir kalvinist mezhep olarak yayılan püritenlik İngiltere’de 1649’da Cromwel’in iktidara gelmesinde, ABD’nin kuruluşunda ve kızılderili soykırımında etkili olmuştur. Afganistan ve Irak’ın işgallerinde püriten geleneğinin önemli yeri vardır.

7) “Başkalarına zarar vermek ve zarara zararla karşılık vermek yoktur”: İbn Mâce, Ahkâm, 17; Malik, Akdiye, 31; İbn Hanbel, V, 327 hadis-i şerifi ve bundan çıkarılan diğer hukuk kaidelerinden birkaçı: “Zarar kadim olmaz” Mecelle: 7, “Zarar izale olunur” Mec. 20, “Zarâr-ı âmmı def’ içün zarâr-ı hâs ihtiyar olunur” Mec. 26, “Zarâr-ı eşedd, zarâr-ı ehaff ile izale olunur” Mec. 27 vs. Nitekim Hz. Peygamber iktâ’ ettiği tuz madeninin bulunduğu bir toprağı ferdî mülkiyet altında olması kamuya zarar vereceği gerekçesiyle geri almıştı: Ebû Dâvûd, Harâc, 3064.

8) “Müslüman Müslüman’ın kardeşidir.Kim kardeşinin bir ihtiyacını giderirse, Allah da onun bir ihtiyacını giderir...” (Buhârî, Mezâlim, 3; Müslim, Birr, 58.)

9) Buhârî, Büyû’, 16; Ayrıca bkz. İbn Mâce, Ticârât 28.

10) Suyûtî, el-Câmi’u’s-Sağîr, 3, 244; Gazzâlî, İhya, II, 64.

11) “Zenginlik mal mülk çokluğundan değildir. Zenginlik gönül zenginliğidir”: Buhârî, Rikak, 15; Müslim, Zekât, 120; Tirmizi, Zühd, 40; İbn Mâce, Zühd 9.

12) Müslim, Zekât, 125; Tirmizi, Zühd, 35; İbn Hanbel, II, 8.

13) Keşfu’1-hafa, II, 102.

14) Ebu Davud, Edeb, 11.

15) İbn Hanbel, IV, 278.

16) Buhârî, Nefekât, l; Müslim, Zühd, 41; Tirmizî, Birr, 44; Nesâî, Zekât, 78.

17) Fütüvvet ve fütüvvetnâmeler hakkında geniş bilgi için bk. Abdülbaki Gölpınarlı, “İslam-Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilatı ve Kaynakları”, İÜİFM, XI, İst. 1952, s. 354; Aynı yazar “Şeyh Seyyid Gaybi oğlu Şeyh Seyyid Hüseyin’in Fütüvvetnâmesi, İÜİFM, XVII, İst. 1960, s. 27-155; Franz Taeschner, “İslam Ortaçağında Fütüvva Teşkilâtı”, İÜİFM, XV, İst. 1955; Aynı yazar, “İslam’da Fütüvvet Teşkilâtının Doğuşu Meselesi”, Belleten, 142, Ankara 1972, s. 209-210; “Fütüvvetnâme”, Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, III, 262.