Vicdan Aydınlığında Yol Almak / Doç. Dr. Adem Ergül

Hayat serüveninin, yapayalnız yürünebilecek derecede emniyetli ve rahat bir yolculuk olduğu söylenebilir mi? Elbette böyle bir iddia hayat gerçekleriyle bağdaşmayacaktır. Yanlış yollara sapmadan, tökezleyip uçurumlara yuvarlanmadan, istikâmet üzere hedefe doğru istikrarlı bir şekilde ilerleyebilmek, herkesin kolayca başarabileceği bir mesele değildir. Hele bu yolculuk, Cennet’i ve Cemâlullah’ı hedefliyorsa, zorluklar, daha da sarp bir yokuş haline dönüşür. Zira böyle bir seyr ü seferin tuzakları çok daha farklıdır. Yol üzerinde pusu kurmuş, görünen ve görünmeyen insan ve cin şeytanlarının, şaşırtıcı ve saptırıcı vesveselerine, bir de öz nefsimizin düşmanca hileleri eklenirse, yolculuğun ne kadar zorlaşacağı tahmin bile edilemez. “Cehennem yolunun, insan nefsinin hoşlanacağı şeylerle, Cennet istikametinin ise hoşlanmayacağı şeylerle çevrili” (Buhârî, Rikâk, 28; Müslim, Cennet, 1) olduğunu ifade eden Peygamber beyanı, bu hakikate işaret eder.

Yarattığı tüm varlıkların, hayat yolculuklarında ihtiyaç hissedecekleri yol haritalarını, kendi özlerine bizzat lütfeden Rabbimiz, insanı da bu nimetten mahrum bırakmamıştır. Onu bir taraftan sözlü ve sözsüz (kevnî ve kelâmî) ilahi mesajlarıyla desteklerken, diğer taraftan da her zaman müracaat edip yolunu düzeltebileceği hassas bir pusulayı, onun özüne yerleştirmiştir. Bu pusula, paslanıp körelmemiş ve kilitlenmemiş hassas gönül cevheridir.

Kişinin kendini buluşu, sezişi ve bu sezişle eşya ve olayların içine nüfuz edişinin ünvanı olan bu cevher, idrak ve ötelere kapı aralayan ruhânî boyutumuzun en önemli mekanizmasıdır. Hak ve hakikat arayışında, insanın en önemli refiki olan bu şerefli suflörünün sesini duyabilecek bir kulağa sahip olanlar, en önemli yardımcılarından birinin kendi içlerinde olduğunu hissedeceklerdir. Şu nebevî beyanlar yüce Mevlâmızın bu mevhibesini hatırlatır:

“Gönlüne şüphe veren şeyi bırak, şüphe vermeyene bak!” (Buharî, Büyu, 3; Tirmizî, Kıyâmet, 60; Darimî, Büyu, 2.)

“İyilik (bir) güzel ahlâktan ibarettir. Günah ise göğsünü tırmalayıp içini rahatsız eden (âdeta içine oturan) ve insanların muttali olmasını istemediğin şeylerdir.” (Müslim, Birr, 14.)

“Müftüler sana fetva verseler de sen yine de bir kalbine danış.” (Darimi, Büyu’, 2; Müsned, IV, 228.)

Müftülerin fetvaları önemlidir. Belki ilk yapılacak iş, bilmediğimiz konuları bilenlerden öğrenip ona göre amel etmektir. Belki bir değil, birden çok bilenin kapısını çalmak, hakikat adına olması gereken bir arayıştır. Fakat bütün bu arayışlarla birlikte gönlün itmi’nanını, onun onayını almadan hemen karar verilmemesi gerektiğini bu kudsî beyandan anlıyoruz. Gönülden fetvâ almakla, nefisten fetvâ almak farklıdır. Müftülere sorma arayışı, nefisten değil kalpten fetvâ almanın başlangıcıdır. Müftülerin de fetvâlarında hevâlarına uymaları ya da yeterli araştırma yapmadan cevap verme ihtimaline karşı, gönül pusulasının yardımına başvurulması gereğinin tavsiye edilmesi mânidardır.

Yukarıdaki hadis-i şeriflerden anlaşılan bir diğer mana da şudur ki, insanın özünde rahatsızlık oluşturan ve âdeta içini kemiren söz ve davranışlar, günahın işaretleridir. Kalbinin sesine kulak vererek yol ve yönünü bulan kimseler, şüphe huzursuzluğundan kurtulup, iç huzuru içinde yollarına devam edebilirler. Ancak burada önemli bir soru şudur: Acaba her kalp bir hakikat pusulası mıdır?

Tüm insanların Rahman ve Rahim olan Rabbi, hiçbir kulunu bu aziz nimetten mahrum yaratmamıştır. Bu bakımdan fıtraten her bir insan bu pusulaya sahiptir. Bu pusula görmezden gelinerek ihmal edilmedikçe ve itina ile korunup yerinde kullanıldıkça, sahibine doğru düşünceyi ilham etmeye, sıhhatli davranışı göstermeye devam edecektir. Ancak cebindeki pusulayı unutup da sağa sola kıbleyi soran yönünü şaşırmış bir gâfil edasıyla, içindeki cevherden habersiz olana ya da ona gerekli bakımı yapmayıp paslanıp kilitlenmesine sebep olan kıymet bilmez sahibine, gönül pusulasının vereceği bir fayda söz konusu olamaz. Zira “marifet iltifata tabidir, müşterisiz metâ zayidir.”

İşlenen günahların kalpte pas oluşturduğu ve pas tutan kalplerin zamanla iş göremez hale geleceği bir gerçek olmakla birlikte, beden mülkünde can kuşu var olmaya devam ettikçe, vicdan pusulasından ümit kesmemek gerekmektedir. Nefsin hevâsı ve günahın çokluğu, zamanla bu cevheri âtıl bıraksa da yine bir gün çalışabileceği ümidini hiçbir zaman yitirmemelidir. Bu bakımdan ilahi mesajlar, çoğu zaman vicdanı hedef alır ve bin bir çeşit uyanlarla onu hareket ettirmeye çalışır.

Günahlarla âdeta körleşen cevher, hakikati bulanık göstermeye ve hatta hissetmemeye başlar. Böyle bir vicdana sahip olanlarda, zamanla vicdan adına nefsin fısıltıları hakikat olarak algılanmaya başlar. Günahlar gözünde güzelleşir. Bu hal, şairin “yükseldik sanıyorlar, alçaldıkça tabana” ifadesinin açık bir tezahürüdür.

Gönül pusulasının hakikati gösterme özelliğini artıran en önemli iksir ise, günahlardan kaçınmak ve sâlih amellere sarılmaktır. Verâ ve takva kavramlarıyla ifade edilen bu hal, firâset ve basireti keskinleştirip gönül pusulasının duyarlılığını artırdıkça artırır. Nitekim âyet-i kerimede bu hakikat şöyle beyan edilir:

“Ey iman edenler! Allah’a karşı takva çerçevesinde sorumluluklarınızı ifâ ederseniz, O size, hakkı batıldan ayırmaya yarayan bir ölçü (furkan) bahşedecektir. (Enfâl, 8/29)

Bu hassasiyet arttıkça, kalp pusulasının düşünce ve davranışlar üzerinde hâkimiyeti artacaktır. Nitekim verâ ve takvada duyarlı olan nice İslam büyüğünün, önlerine konan yiyeceğin helal mi, haram mı yoksa şüpheli mi olduğunu kavrama konusunda son derece duyarlı bir seviyeye eriştiklerini kaynaklarımızdan öğreniyoruz. Anlatıldığına göre Haris el-Muhasibi bir şeye elini uzattığında, o şey şüpheli bir nesne ise derhal orta parmağında bir damar, gayr-i insiyaki olarak atmaya başlar, o da bu şeyden elini uzaklaştırırdı. Bişr Hafî de, şüpheli yiyecekler ikram edilen davetlerde elini sofraya uzatmaya muktedir olamazdı.

Karanlık ve tehlikelerle dolu bir yolculukta, kişiye doğru yolu gösteren ve tehlikelere karşı uyaran bir mekanizmanın insanın özüne yerleştirilmesi ne büyük bir nimettir. Denilebilir ki, hak ve hakikati bize sürekli hatırlatan bir Allah elçisi âdeta içimize lütfedilmiştir. Onu nefsimize değil, nefsimizi ona teslim eder ve onun hatırlatmalarını ilahi bir mesaj telakki ederek yola devam edersek, selametle maksudumuza erişeceğimizden şüphe yoktur. Fakat unutmamak gerekir ki, gönlümüze danıştığımızı zannedip de nefsimizin fetvalarını hakikat zannetme gafletine de düşmemek için, ilmiyle amil Rabbani âlimlerin irşadlarından hiçbir zaman müstağni olmamak ve hakikati arama adına müftülerden meselelerimize cevap aramaya devam etmek de bir zarurettir. İşte bu arayıştır ki, vicdanı hareket ettirip bizi doğru ilhama eriştirir ve ilahi rahmeti celbedip dosdoğru bir yolda (sırat-ı müstakimde) Cennet ve Cemâl-i İlâhi’ye doğru ilerlemeye vesile olur.