“Mezhep” kelimesi sözlükte “gitmek” anlamındaki zehâb mastarından türeyen ve “gidecek yer ve yol” manasına gelen bir mekân ismidir. Terim olarak “dinin aslî (inanç esaslarını) veya fer‘î (ibadetler ile insanlar arası münasebetleri) hükümlerinin dayandığı delilleri tespit etmede ve bunlardan hüküm çıkarmada yetkin âlimlerin ortaya koyduğu görüşlerin tamamı veya belirledikleri sistem” diye tanımlanabilir. Mezhepler tarihinde inanç esaslarını konu edinen mezhepler, itikadî; amel ile ilgili olanları da fıkhî mezhepler olarak isimlendirilir. Bu çalışmada mezheplerin her iki çeşidini incelemek imkânsız olacağından biz sadece fıkhî mezhepler konusuna hatta ona da mezheplerin doğuşu ve bir mezhebe bağlanmanın lüzumu çerçevesinde yer vereceğiz.
Her şeyden önce insanın bedenî ve rûhî birtakım istek ve ihtiyaçlarla yaratılması, sosyal bir varlık olmasını gerekli kılmaktadır. Hayatın birçok alanında diğer insanlarla kurulan münasebetler her zaman uyumlu ve olumlu seyir etmez, bazen çeşitli menfaat çatışmaları sebebiyle uyumsuz ve olumsuz netice doğurabilir. Bu durum zorunlu olarak insanoğlunu tarih boyunca toplum düzenini sağlamaya yönelik çeşitli ahlakî, örfî ve hukukî kurallar geliştirmeye sevk etmektedir. Her dönemde haksızlıklara itiraz eden kimseler olsa da onların bu çabası çoğu kere genel gidişatı değiştirecek güce ulaşamamakta ve maalesef insanlık, bazı dönemlerde adalet ve hakkaniyetten uzaklaşıp çeşitli zulüm ve haksızlıkları kural haline getirebilmektedir. Allah Teâlâ, gerekli gördüğü zamanlarda eşref-i mahlûkât olarak yarattığı insanı, içine düşmüş olduğu çıkmazdan seçtiği elçiler aracılığıyla kurtaracak ve onlara dünya ve ahiret saadeti kazandıracak müdahalelerde bulunmuştur. İşte bu ilahi müdahalenin tahrif edilmemiş son halkası İslam’dır.
İslam bir din olarak, hem dünyevî hem de uhrevî bazı yaptırımlar içeren kural ve kâideler koyarak toplum hayatını düzenlemeyi amaçlar. İslam’ın inanç ve davranış olarak iki temel boyutu vardır. Nitekim dinî emir ve buyruklar arasında inanç ve dar anlamda ibadetler dışında toplum düzenini sağlamaya yönelik emir ve yasaklar da vardır. Dinin davranış boyutu da kendi içinde ibadet, ahlâk ve muâmelât (helal-haramlar ve hukukî ilişkiler) şeklinde kısımlara ayrılır. İslam, bu alanda detaylı sayılabilecek cüzi kurallar yanında külli kurallar da ortaya koyarak her dönemde beşerin temel ilkelerden hareketle aklıyla kendi sorunlarına cevap üretebileceği bir hareket alanı bırakmaya özen göstermiştir. Zira doğrudan fıkhî hüküm ifade eden ayet ve hadislerin sayısı oldukça sınırlıdır. Gerek şarap ve faiz yasağındaki tedriciliği gerekse hac örneğinde görüleceği üzere Şârî’nin uygulanabilirlik ve güç yetirebilirliği özellikle dikkate aldığını göstermektedir. Nitekim Ebû Hüreyre’nin (r.a.) Hz. Peygamber’den (s.a.v.) yaptığı şu rivayetten O’nun da buna özen gösterdiği açıkça anlaşılmaktadır:
Allah’ın Elçisi bize konuşma yaptı ve:
“Ey insanlar! Allah size haccı farz kılmıştır, haccediniz.” buyurdu.
Bir sahâbî:
“Ey Allah’ın Elçisi! Her yıl mı?” diye sordu. Peygamberimiz, sükût etti ve cevap vermedi. Bunun üzerine sahâbî sorusunu üç defa tekrarladı, onun ısrarı üzerine Hz. Peygamberimiz (s.a.v.),
“Eğer ‘evet’ deseydim her yıl hac yapmak farz olurdu, buna gücünüz yetmezdi.” cevabını vermiştir.
Diğer taraftan nasların gerek sübut ve manaya delalet bakımından kat’îlik ve zannîlikleri gerekse müçtehidlerin bunları farklı anlayış ve kavrayış seviyeleri ve yetiştikleri muhtelif muhitler zorunlu olarak farklı hukukî anlayışların doğmasına sebep olmuştur. Dolayısıyla “Hz. Peygamber (s.a.v.) zamanında mezhep mi vardı?” sorusu anlamsız kalmaktadır. Zira günümüzde onlarca kameranın takip ettiği ulusal ve uluslararası maçlarda hakemlerin verdikleri kararlar futbol uzmanları tarafından tartışılmakta ve çoğu kere farklı sonuçlara ulaşılmaktadır. O kadar somut veriler karşısında ihtilaf edilebilir ve durum normal kabul edilip yadırganmazken, Şârî’nin bütün zaman ve mekânlarda uygulanabilecek özellikte gönderdiği ve bu sebeple insana da anlama ve yorumlama görevi verdiği kurallar bütününü anlama noktasında ihtilafların olması o kadar tabiîdir ve olması gerekendir. Dünyada neredeyse her işin kendine ait bir uzmanı vardır; dini normları tetkik edip hayata yansıtma noktasında da İslam ilim geleneği içerisinde içtihat dediğimiz kavram tesis edilmiş ve bu ameliyeyi icra eden yüksek kavrayış sahibi âlimlere -içtihad uzmanlarına- da müçtehit adı verilmiştir. Meselâ, terzi olmayan bir kimse kumaşın değerini ve ondan ne tür bir elbise dikilebileceğini tam olarak kestiremez. Aynen öyle de hem dünya hem de ahireti ilgilendiren bir alanda içtihat yapacak kimselerin o işin ehli olması gerekir. “Yarım hoca dinden yarım tabip candan eder.” sözü kısmen bu gerçeği ifade etmektedir.
Müslümanlar, ilk dönemlerden itibaren hayatın hangi yönü ve alanıyla ilgili olursa olsun gerek özel hayatında gerekse diğer insan ve varlıklarla olan insanî ve hukukî ilişkilerinde Allah’ın emir ve buyruklarına uygun olarak hareket etmeye dikkat etmişlerdir. Müslüman olmak da bunu gerektirir. Dünya ahiretin tarlasıdır, yapıp ettiklerimiz kirâmen kâtibin melekleri tarafından kaydedildiğine göre bir gün onlardan hesaba çekileceğiz. İşte bu inanç, hepimizin bütün eylemlerinde Allah’a ve O’nun emir ve yasaklarına karşı duyarlı ve sorumlu bir bilinçle hareket etmesini zorunlu kılar.
Hz. Peygamber döneminde Müslümanlar, karşılaştıkları meseleleri Hz. Peygamber’e arz eder, o da ya vahiy gelmesini bekler ya da vahiy gelmeden kendisi cevaplardı. Yirmi üç yılda Kur’ân-ı Kerîm’in inzali bu şekilde tamamlanmıştır. Bu esnada Yüce Allah’ın en güzel örnek olarak (üsve-i hasene) gönderdiği elçi Hz. Muhammed (s.a.v.) bizzat yaşayışıyla adeta Kur’ân’la özdeşleşmiştir. Nitekim Hz. Aişe (r.a.) kendisine Rasûl’ün nasıl birisi olduğunu soranlara O’nu “O yürüyen bir Kur’ân’dı” şeklinde nitelemiştir. Ashab-ı kirâm sonraki dönemlerde fukâhânın nass diye tabir ettikleri Kitap ve Sünnet’i Hz. Peygamber’den sadece sözlü olarak değil, uygulama şeklini ve mahiyetini de öğrenmiştir. Dolayısıyla Kur’ân en başından itibaren uygulanmış ve hayatta tecrübe edilmiş bir kitaptır.
Hz. Peygamber’in vefatından sonra da sahabeler, karşılaştıkları meselelere kendisinden gördükleri şekliyle Kur’ân ve Sünnet’te yer alan hükümlere göre cevap verir, açık bir hüküm bulamadıkları durumlarda da bunların genel ilke ve amaçlarını gözeterek hallederlerdi. Onların bu şekilde verdikleri fetvalar büyük bir yekûn oluşturmaktadır. Hz. Ömer’in Medine’de yedi hukukçuyu bir araya getirerek kurmuş olduğu heyet Medine kadısı dâhil herkesin serbestçe başvurarak hukuki problemlerini hallettikleri bir merci idi. Hatta halifenin, hukuki görüşlerinden yararlanabilmek için bu heyetin şehir dışına çıkışını yasakladığı bilinmektedir.
Sahâbenin yetiştirdiği tâbiîn nesli de, kendi aralarında üstat, metot, muhit ve malûmat farkına bağlı olarak ehl-i hadis ve ehl-i re’y olmak üzere iki gruba ayrılmış, fakihler bulundukları bölgelerde fetva işlerini içtihada dayalı olarak yürütmüşlerdir.
Tebeu’t-tâbiîn devrinde, Ebû Hanife ve İmam Malik gibi mezhep imamları yetişmiş, insanlar bu dönemde herhangi bir mezhep bağlılığı olmaksızın diledikleri müftüden fetva istemişlerdir. Bu durum beraberinde ihtilafların çoğalmasına sebep olmuştur. Mezhepler oluşmadan önce bu ihtilafların dinin temel umdelerine zarar vermemesi için icma ve hakkında iki görüşün istikrar kazandığı bir meselede üçüncü görüş ileri sürülmemesi gibi çeşitli yöntemler geliştirilmeye çalışılmıştır. Çünkü Hz. Peygamber’in vefatından hemen sonra yeni Müslüman olmuş bazı kimseler onlarca âyette gücü yetenlerin zekât vermesi açıkça emredilmesine rağmen “biz namaz kılarız ama zekât vermeyiz” şeklinde itirazda bulundukları bilinmektedir. Hz. Ebu Bekir (r.a.) ilk seferini bunlar üzerine yapmak zorunda kalmıştır.
İslam hukuku, teşekkülü itibariyle hükümdarların ferman ve kanunları ya da hâkimlerin mahkeme içtihatlarıyla değil, genellikle herhangi resmî bir görevi olmayan müçtehidlerin naslardan yaptıkları içtihatlarla doğmuş ve gelişmiştir. Zira sahabe ve tâbiîn başta olmak üzere sonraki dönem İslam hukukçuları, karşılaştıkları hukuki sorunlara şer’î kaynaklarda açık hükmü bulunmayan meselelerde içtihat yaparak hüküm vermişlerdir. “İçtihat, içtihat ile nakz olunmaz” kuralı gereği bütün içtihatlar aynı düzeyde değerlendirildiğinden, o dönemlerde bu içtihatlar arasında öncelik sıralaması da söz konusu olmamıştır. Bu serbest içtihat faaliyetleri, İslam hukukuna içtihat çeşitliliği ve zenginliği kazandırmakla birlikte, zaman içinde hukuk emniyetini ve istikrarını tehlikeye düşürecek birbirinden çok farklı hukuki yorumların ve kuralların ortaya çıkması sonucunu da doğurmuştur. Hukuki emniyet ve istikrarı sağlamak amacıyla Ebû Cafer el-Mansur devrinde İmam Malik’in Muvatta’sını resmi hukuk kodu yapma teşebbüsü, memlekette tek âlim kendisinin olmadığını ve yapılacak işlemin inhisarcılık olacağı gerekçesiyle itiraz etmesi üzerine başarısız olmuştur. Sonraki dönemde Ebû Hanife’nin talebelerinden Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed eş-Şeybânî hem fetva işini hem de “kâdı’l-kudâtlık” vazifesini yürütmüştür. Bu dönemlerde bazı bölge insanlarının belirli fıkıh mezheplerini benimsemesi ihtilafları en aza indirmede ve istikrarı sağlamada oldukça yardımcı olmuştur. Zamanla âlimlerin büyük bir kısmı belirli bir anlayış ve yorum etrafında toplanmaları ilk dönemlerde Ashâb-ı Ebî Hanife diye ifade edilirken daha sonra mezhep şeklinde ifade edilen oluşumların şekillenmesini sağlamıştır. Mezhep imamlarının neredeyse hiçbiri henüz hayattayken kendi adlarını taşıyan bir mezhep kurmamış, daha sonra böyle bir ekol oluşacağı öngörüsünde de bulunmamıştır. Zira mezhepler Hicri II. asır ile IV. asrın başlarında şekillenmeye başlamıştır. Sonraki dönemlerde mezheplerin teşekkül etmesi, müctehid mertebesine yetişen âlimlerin büyük bölümünün müstakil mezhep yerine belli mezheplere bağlı kalmayı tercih etmesi sebebiyle müftüler fetva verirken, kadılar hüküm verirken tâbi oldukları mezhep imamlarının ilkelerine uymaya özen göstermişlerdir. Her ne kadar mezheplerin teşekkülü kısmen bir çözüm olsa da, bu defa değişik bölgelerde aynı mezhep içinde farklı yorumlar ortaya çıkmaya başlamış ve bu duruma Şeyhülislam İbn Kemal, fakihleri tabakalar halinde tasnif ederek zorunlu olarak çıkış yolu bulmaya çalışmıştır. Mesalâ fıkıh eğitimi almış 20 öğrenci, hiçbir mezhep veya kitap ile takyid etmeden bir ilin yirmi ilçe veya köyüne kadı ve müftü olarak gönderilse ve verdikleri fetva ve kararlar üç ay sonra sunmak üzere kaydetmeleri istenildiğini farz edelim. Üç ay sonra onlardan her birinin aynı sorunlara kendi şartları, bilgi ve anlayış seviyelerine göre farklı çözümler ürettikleri görülecektir. Bunu Çin’den Endülüs’e kadar büyük bir İslam coğrafyasıyla düşündüğümüzde mezheplerin “Ümmetimin ihtilafında rahmet vardır” hadisinin çerçevesinde nasıl bir rahmet olarak teşekkül ettiği görülecektir. Bugün Müslümanlar arasında kalan dini birlik ve beraberlikte fıkıh mezheplerinin önemli bir rolü vardır.
Kış mevsiminde yüksek dağlara yağan kar, bahar geldiğinde erir, tepeden aşağıya doğru iner. Bir süre sonra sular bir noktada birleşir ve böylece dereler oluşur. Sular derelerden ırmaklara, oradan da denizlere ulaşır. Fakat her dağın karı, dere olup ırmaklara ulaşamaz. Bazısı yarı yolda kurur bazısı da yer altı suyu olarak kaybolup gider. Allah’ın rızasına uygun bir şekilde yaşamak istenildiğinde içerdiği bütün kat’îlik ve zannîlikleriyle birlikte nasların anlaşılması, yorumlanması ve hayata aktarılması beraberinde ister istemez mezhepleşme sürecini doğurmuştur. Ne var ki mezheplerin her biri bütün zaman ve mekânları aşarak günümüze ulaşamamıştır. İbn Ebî Leylâ ve Evzâî mezhebi gibi bazısı hayattayken bilinir ve müntesibi varken, vefatlarıyla birlikte bir süre sonra müntesibi kalmamış ve yok olmuştur. Onlarca mezhep içinden sadece Hanefi, Malikî, Şafiî, Hanbelî ve Caferî mezhebi günümüze ulaşmıştır.
Tarihi süreç içinde Sünni dört fıkıh mezhebi müntesiplerinin çokluğuyla öne çıkmış; hükümleri kaydedilmiş ve meşhur olmuştur; diğerleri ise ya mezhep görüşlerinin tedvin edilmemesi ya da bağlılarının olmaması nedeniyle inkıraza uğramıştır. Bundan dolayı sonraki dönemlerde fakihler, dört mezhebin dışında farklı bir mezheple amel etmenin caiz olmadığı hususunda icma olduğunu iddia etmiştir. Oluşumlarından itibaren mezheplerin meşrûiyeti ve gerekliliği çerçevesinde doğrudan mezheplere yönelik tenkitler yanında, mezheplerin kendi arasında da Kitap ve sünnete en uygun olma bağlamında çeşitli tartışmalar yapılmıştır. Neredeyse hukuk tarihinin her döneminde bazı fakihler, ilk dönemlerde sahip olunan serbest içtihat faaliyetlerini esas alarak, tek mezhebe bağlı mezhep içi içtihadı ve taklidi reddetmiştir. Bazıları da yapılan takyidi hükümsüz olarak değerlendirip mezhebi değil delili esas alan (ittibâ‘) bir yaklaşım içinde olmuştur. Ancak bu görüşler o dönemlerde din, devlet ve toplum yararına görülmediği için uygulama sahası bulamamış, hukukî emniyet ve istikrarı sağlama adına mezhebe dayalı hukuk anlayışı bütün boyutlarıyla etkinliğini korumuştur. Zira bir toplumda aynı zaman ve şartlar içerisinde bir meselede mezhep içi veya dışından farklı hükümlerin tatbik edilmesi, beraberinde çeşitli sakıncalar doğuracağı ve kargaşaya sebebiyet vereceği açıktır.
Osmanlı dönemine gelindiğinde tartışmalar yerini uygulamaya ve uygulamanın problemlerini çözmeye bırakmış, taklidin dışına çıkarak yeniden içtihat dönemine dönüş çağrıları ise karşılık bulmamış, daha doğrusu ona çok da ihtiyaç duyulmamıştır. Osmanlı hukukçuları bir yandan geçmişten devraldıkları fıkıh mirasını ihtisâr, tahrîç ve tercihle meşgul olurken, diğer yandan oluşum sürecindeki Osmanlı müftülerinin fetvalarını derleme, tasnif ve nakletme çalışmaları ile meşgul olmuşlardır.
Son asırlarda Müslüman devletlerinin önceki dönemlere göre nispeten siyasî alandaki gerilemeleri, hukuk alanında da zorunlu bazı değişim ve dönüşümleri beraberinde getirmiştir. Zira yeni güç sahipleri Mısır’da evlatlık vakıflar örneğinde olduğu gibi kendi aleyhlerinde gördükleri mezhep görüşlerini işlevsiz kılmak Müslümanların hukuk alanındaki istikrar ve emniyetini bozmak ve kendi çıkarlarına göre hukuku dönüştürmek amacıyla çeşitli çalışmalar yapmışlardır. Bunlardan biri de literatürde var olan farklı görüşler ve yeni içtihatlar üzerinden mezhebe dayalı hukuk sisteminin tartışılmasını teşvik etmeleridir. Belki de sırf bu yüzden son dönem Osmanlı din ve devlet adamları, Hindistan ve Mısır merkezli içtihat hareketlerini güvenlik meselesi olarak değerlendirmişlerdir. Bir taraftan dış müdahaleler, diğer taraftan sanayi devrimine bağlı olarak sorunların değişmesi içtihadı gündeme taşımıştır. Bu durum beraberinde mezhebe dayalı hukuku da tartışmalı hale getirmiştir. Bu konuda güvenliği önceleyen ve dolayısıyla geleneğin olduğu gibi devam etmesi gerektiğini düşünen muhafazar fakihler ile yeni şartlara uygun içtihat yapma taraftarları arasında sözlü ve yazılı ciddi tartışmalar yaşanmıştır. İçtihat taraftarları belki de geleneğin ağır baskısı karşısında mezhebe dayalı hukuk anlayışı hakkında ilmi olmaktan uzak ideolojik saplantılara düşmüşlerdir. Mesela onlara göre Abbasi, Selçuklu, Memluklu ve Osmanlı asırları taklidin hâkim olduğu kayıp zamanlardır. Dolayısıyla bu asırları incelemeyi gereksiz görmüşler, çalışmalarında daha çok içtihat asırlarını ve tarihte taklid karşıtı görüşleriyle bilinen fakihleri öne çıkarmışlardır. İçtihat taraftarları ilmi olmaktan uzak bir yaklaşımla Müslüman devletlerde hukuki istikrar ve emniyeti sağlayan mezhebe dayalı hukuk anlayışını körü körüne taklide indirgeyerek değersizleştirmeye çalışmışlardır. Hâlbuki bu devirler yakından incelendiğinde fakihlerin sosyal şartları dikkate alarak fıkıh ile hayat arasında nasıl bir güncelleme yaptıkları yakından görülecek ve belki de bu dönemlerle ilgili daha insaflı değerlendirme yapılması mümkün olacaktır.
Günümüzde Kur’ân merkezli hayat iddiasıyla, fıkıh mezheplerini kötülemek için her vesileyi kullanmaya çalışan bazı yaklaşımların maalesef on beş asırlık tecrübeyi doğru değerlendiremedikleri görülür. Zira fıkıh mezheplerinin içtihat usulünde de deliller arasında Kitap en üst sıradadır. Onun lafız ve manası yanında gayesini dikkate almadan varılan bütün hükümler daima meşruiyet sorunuyla karşı karşıya kalacaktır. Ayrıca fıkıh mezhepleri birey, toplum ve devlet arasında bütünleşmiş değerlerin ifadesidir. Müslümanlar maalesef günümüzde inanç ve hayat arasında bütünlükten uzaklaşmış, parçalanmış kimlik ve değerlerin girdabı altındadır. Fıkıh mezhepleri değer merkezli hayatın ve İslamî tecrübenin ifadesidir. Bugün onu kötüleyen ve değersiz görenlerin durumu “arpa ekmeğini yiyen ve sert vb. diyerek onu kötüleyen” kimsenin durumuna benzer.
Selam ve hürmetlerimle.