Hayatın çarkı döndükçe halden hale düşüyor adeta âlem. Her zerreye denge sürmesini çeken Rabbi Rahman elbette ki şu dönen çarkın dengesinin, sırrını da yaratmıştır. Nedir ki hayatın çarkını belli bir düzende, aynı hizada döndüren...
Temaşa da bulunalım ve Rabbimizin bu dengenin hakikatini bizlere nasıl öğrettiğine şahitlik edip tevekkül bahçesine varalım...
Hiç kimsenin göremediğini görmek ve tefsirâtı manasına ermek bir hikmettir. Ki bu hikmet, kalb-i insana lütfedilen bir sır iken... Nimeti, ihsan olarak kalbe ve ömre hediye ekmektir...
Bu hediyenin manası şudur ki, Rabbi Rahim özel kıldığı ve kendilerinin de Rabbini özel gördüğü kullardır.
Rezzak ismi celiliyle bu kullarının her halini nimet ve hikmet cilasıyla boyar ve dahi her türlü kir ve pastan muhafaza eder... Bilinir ki kalbe pas ve kir girdi mi Rahmanın elleriyle boyadığı o kalpte renk atmalar ve kendi özünden uzaklaşmalar ve bozulmalar meydana gelir. Buna rağmen kulunun her halini idare eden Rabbi Subhan, tövbe kapılarını son ana dek açık tutar. Ve kulunu idare eder...
Kulun boynuna telafisi olmayan bir yük yüklemez. Hatalar, günahlar, isyanlar, yoldan çıkmalar, özünden uzaklaşmalar dahi bu tövbe kapılarına ve denge-i Rahime engel olmaz. Her hatanın telafisi sonrasında kul idare edilir taa ki Rabbinin kapısında kül oluncaya dek...
Birinci dereceden gördük ki hayat çarkının dengesi, idare etmekten geçer.
Ve bilinir ki bu hayat çarkının kul açısından, iki kanadı vardır: Ümit (recâ) ve korku (havf).
İrade-i Rahmandan gelen bu ikilinin dengesinin kurulması sonucu çark döner ve ikisinin birbirini idare etmesiyle kul huzur bulur âlem ferah kalır...
Nitekim havf ve recâ, gece ve gündüz gibidirler. Gündüzün güzelliği, ancak gecenin karanlığı ile anlaşılmaktadır. Recâ ile havf, kulu frenleyen iki dizgin gibidirler. Kişiyi her zaman ve her işte doğrulturlar. Recânın alâmeti, kulun gücü yettiğince ibadete yönelmesi; havfın alâmeti ise, kulun bütün aykırı davranışlardan kaçınmasıdır.”
Böylelikle kul olmanın hakikatine vararak ümit ve korku dengesinde, dengede durulur.
Bilinmeli ki ümit sadece cennet beklentisi değil, Sevdiğine mahcup olmama duygusudur.
Anlamlarına bakınca şu manalara gelmekte:
Arapçada “havf”; bir şeyden korkmak, kaygılanmak, endişe etmek, uyanık halde bulunmak, ihtiyatlı olmak, bilmek, gürültü, savaş ve kıtal gibi manalara gelmektedir. Tasavvufî ıstılah olarak “havf”; Allah’ın kahrından korkarak dinde sebat etmek, sevdiğini gücendirmekten çekinmek, Allah’tan uzak kalmaktan ve kendimizi O’nun indinde itibarsız hale getirecek aykırı davranışlarda bulunmaktan sakınmak, yasaklanan şeylerden ve günahlardan utanmak, bu hususta üzüntü duymaktır. Havf; gelecekte meydana gelmesi beklenen, hoşa gitmeyen bir şey ve olaydan korkarak kalbin yanması ve rahatsız olmasıdır. Bununla birlikte havf, korkunun en düşük halini ifade eder.
Havfın karşıtı olan “recâ”; ummak, ümit etmek, beklenti içinde olmak, dilemek, yalvarmak, rica etmek, temenni etmek, iyimserlik haline sahip olmak, niyaz, talep, taraf, yön gibi anlamlara gelmektedir. Tasavvuf literatüründe ise Allah’tan ve Allah’ın rahmetinden ümit kesmemek, kalbin hoşlandığı bir şeyi beklemesinden rahatlık ve ferahlık duyma hali; havf ehlinin kalplerine Allah’tan gelen bir rahatlama ve ferahlama; ileride meydana gelecek olan veya arzu edilen bir şeye karşı kalbin duyduğu ilgi olarak tarif edilmiştir.
Havf ve recânın temeli Kur’ân ve hadislere dayanmaktadır. Ayet-i kerimede Allah (c.c.); “Korku ve ümitle Rablerine ibadet ederler…” (Secde, 32/16) buyurduğu gibi, hadis-i şeriflerinde Peygamber Efendimiz (s.a.v.): “Süt, çıktığı memeye girmediği gibi, Allah korkusundan ağlayan kimse de cehenneme girmez.” (Tirmizî, Zühd, 8/2311) buyurmaktadır.
Gavsü’l-Azam Seyyid Abdulkadir Geylani (k.s.) Hazretlerinin buyurduğu gibi: “Allah’ım! Senden; kazasız - belasız Senin yakınlığını isteriz. Kazâ-i ilâhî’n ve kader-i ilâhî’n bahsinde bize lütfeyle. Sen; bizim lehimize olmak üzere, şerîrlerin şerrinin ve fâcirlerin hilesinin hakkından gel. Nasıl dilersen ve dilediğin gibi Sen bizi koru.