Kur’ân’ı Kerim tek başına İslam’ı anlamamız ve yaşamamız için yeterli midir?
İslam Hz. Âdem’den Resulullah Efendimize (s.a.v.) kadar gelen bütün elçilerin tebliğ ettiği, bizzat yaşayarak hayata taşıdığı ilahî dinin genel adıdır. Allah her dönemde şartların ve ihtiyaçların durumuna yani insanların içinde bulunduğu bireysel ve toplumsal yapıya göre elçileri vasıtasıyla altından kalkabilecekleri emirler ve yasaklar bildirmiş, bu alanda yozlaşmalar ve bozulmalar baş gösterince, ardından seçtiği yeni bir elçi vasıtasıyla insanlar tekrar hidayete çağrılmışlardır. Burada gözden kaçırılmaması gereken husus, kendi cinslerinden seçtiği bir beşer vasıtasıyla Allah’ın dinini insanlara bildirmiş olmasıdır. Esas mesele inanç, ibadet ve ahlak esaslarının iletilme yolu olan vahiy kadar, kimin vasıtasıyla bunun insanlara iletilmesi gerektiğinin sağlam bir şekilde kavranılmasıdır. Bu husus bizleri elçilerin dinin sağlıklı ve Allah’ın muradına uygun bir şekilde anlaşılması ve yaşanmasında üstlendikleri misyonun yerini ve değerini görmeye götürecektir. Açıkça söylenmese de aslında Kur’ân ve sünnet üzerine yapılan tartışmaların ana eksenini Allah’ın dinini tebliğ etmek üzere seçip gönderdiği elçilerinin, dinî alandaki yetkinliği ve sınırları hususunda tayin edilmeye çalışılan alan olduğu görülmektedir. Peygamberin yetki ve sorumluluk alanının insan tarafından tayini mümkün olmadığına göre, o halde bu alanda bizzat vahyin hakemliğine ve elçinin kendisi ile ilgili beyanlarına başvurmaktan başka bir yol kalmamaktadır. Bunun için de ayetler, hadisler hatta bunları anlamada yardımcı olacak risalet dönemi tarihi verilere başvurulması icap etmektedir.
Ayetlere baktığımızda bazen gönderilen elçinin insan değil de melek olması gerektiğinin dile getirildiği görülmektedir. Bunun insan fıtratı için uygun olmadığı, kendi cinsinden yani insanlardan birinin elçi gönderilmesinin önemi açıklanmaktadır. İsra suresi 95. ayette yeryüzünde insanlar değil de melekler bulunsaydı, kendi cinslerinden olan meleklerden kendilerine elçi gönderileceği açıkça bildirilmekte, olayın sadece emir ve yasakları iletmekten ibaret olmadığı anlaşılmaktadır. Çünkü elçi, gönderileni öncelikle kendisinin tam olarak anlaması, anladığını iletmesi, sorulara cevap vermesi, uygulamada ortaya çıkan meseleleri çözüme kavuşturması ve hayatında da getirdiklerini tatbik etmesiyle sorumlu kılınan kimsedir. Ayet, iletişim ve örnek alma konusunda insandan insana bir seyir izlenmesinin ne denli önemli olduğunu ifade etmektedir. Bu yönüyle onun etki alanının din açısından ne büyük öneme sahip olduğu açıkça görülmektedir. Nitekim başka bir ayette Resulullah’a itaatin Allah’a itaat anlamına geldiği buyrulmakta olup bunun sadece ayetlerle sınırlı olmadığı anlaşılmaktadır. Zuhur eden bir meselenin halli için Allah ve Resulüne götürülmesini bildiren ayet, aynı zamanda çözümün nerede aranması gerektiğini de göstermektedir. Hal böyle olunca müminlerin hayatta iken bizzat şahsına, vefatından sonra kendisinin ifadesiyle ümmetine bıraktığı iki önemli emanet olan Kur’ân ve sünnete müracaat etmek suretiyle meselelerin halli yolunu izlemesi icap etmektedir. Din konusu, şahsi arzuların ve kişisel kanaatlerin belirleyici olduğu bir husus değildir. Din önce kalpte içtenlikle kabul edilen ve ardından hayatın her safhasında yaşanmak üzere ölçü alınan ilkeleri barındırmakta, kısaca bir hayat tarzı ortaya koymaktadır. Bu açıdan başlangıçta bir tercih meselesi olmakla birlikte sonrasında keyfilik ve izafilik taşımamaktadır.
Bugün Kur’ân’ın yazılı bir metin olarak elimizde olmasına bakarak, nüzul süresi içinde yaşanan süreçten bağımsız, Resulullah’ın açıklamaları ve uygulamalarından habersiz, sadece ayetin lafzına bakarak sağlıklı bir şekilde anlamamız hatta namaz, oruç, zekât gibi içindeki temel konulardaki emirleri bile uygulamamız imkânsız görünmektedir. Öncelikle Kur’ân’ın mübelliği ve müfessiri olan Resulullah’ın vahiy sürecinde üstlendiği rol ve sonrasında bıraktığı emanet açısından onun konumunu doğru anlamak ve ardından risalet döneminden günümüze Müslümanların Kur’ân’ı anlama çabası adına oluşan mirası değerlendirmek ve geçmişten geleceğe bir köprü oluşturmak lazımdır. Bugün bizler yeni bir din kurmayla değil, mevcut olanı anlamak ve hayata uygulamakla sorumluyuz. O zaman dini anlama ve yaşama için Kur’ân’ı yeterli görenlerin iddiası ve âlimlerin ve müctehidlerin din adına ileri sürdüğü hususlar nasıl anlaşılmalıdır? Şimdi bu sorunun cevabına bakalım.
Kur’ân Peygamberimize vahiy yoluyla indirilmiş, tevatür yoluyla nakledilmiş ve mushaflarda yazılmış olan, kıraatiyle ibadet olunan muciz bir kitap olarak tanımlanmaktadır. İçerisinde kıyamete kadar Müslümanların takip etmekle mükellef oldukları külli kaideler bulunmaktadır. Ayetlerde konular anlatılırken bazen detaylar verilmiş olmakla beraber, hidayet odaklı olarak iman, ibadet ve ahlak esasları genel prensipler şeklinde yer almaktadır. Muhkem olarak adlandırılan ayetler, anlamı açık, ayrıca bir açıklama gerektirmeyen grubu oluşturmaktadır. Müteşabihler ise, anlamı kapalı olmasından dolayı ek açıklamalara ihtiyaç duyulanlardır. Risalet döneminde parça parça nazil olan Kur’ân Arapça nazil olmasına rağmen vahyin inişine şahit olan sahabe içerisinde anlama zorluğu yaşanan ayetlerle ilgili Resulullah’a sorular yöneltildiği bilinmektedir. Bu üsluba alışan sahabe herhangi bir hususta karşılaştığı bir meseleyi hemen Resulullah’a arz etmeyi bir sorumluluk olarak kabul etmiş, kendine göre bir görüş ileri sürmemiştir. Nitekim Muaz b. Cebel’i Yemen’e vali gönderirken bir nevi sorun çözme yolunu da öğretmiş olmaktaydı. Buna göre önce Kur’ân’a müracaat, ardından sünnete göre hüküm verme, her ikisinde bulunmadığı takdirde bunların genel çerçevesine uygun içtihat yapma şeklinde hareket etme esas alınmaktadır. Buradan hareketle her konunun ayetlerde yer almadığı, onun açıklaması mahiyetindeki sünnetin de dikkate alınması gerektiği sonucu çıkmaktadır. Kaldı ki Resulullah’ın söz, uygulama ve onaylarını hesaba katmadan dinin anlaşılması ve yaşanması mümkün gözükmemektedir. Bunu söylerken Kur’ân’ın ikinci plana atılması diye bir sonuca varılmaması gerekir. Resulullah öncelikle kendisi vahiyle aldığı kitaba uymakla mükelleftir. Risaletin bir gereği olarak Kur’ân’a aykırı bir uygulamaya yönelmesi de mümkün olmadığına göre Kur’ân’ın anlaşılması adına onun sünnetine uyma zorunluluğumuz kendiliğinden anlaşılmaktadır. Bu gerçeği en iyi kavramış olan sahabe nesli Kur’ân’la yetinmeyerek Resulullah’ın hayatını ve uygulamalarını mercek altına almış, dini buna göre yaşamaya gayret etmiştir. Bizim için de bu miras din adına son derece kıymetli ve hayatî önem arz etmektedir.
Sözün burasında din adına sünnet neyi ifade etmektedir, sorusuna cevap arama aşamasına gelmiş oluyoruz. Sünnet kısaca, Resulullah’ın söz, fiil ve takrirleri (onay) şeklinde tanımlanmaktadır. Burada kastedilen din alanına giren hususlarda Resulullah’ın peygamber sıfatıyla ortaya koyduğu uygulamalardır. Bu açıdan bakıldığında bir Müslüman’ın Kur’ân ve sünnet dışında bir uygulamaya yönelmesi mümkün görülmemektedir. Bu sebeple İslam âlimleri dinî konularda kaynak olma bakımından sünneti Kur’ân’dan ayrı düşünmemişlerdir. Çünkü Resulullah’ın beyanları ve uygulamaları ister vahye, isterse içtihada dayalı olsun din adına vahyin kontrolü altındadır ve herhangi bir hata durumunda uyarılarak bu durum giderilmiştir. Hal böyleyken hiçbir Müslüman ortada bir hata varken din adına bu durumun olduğu gibi bırakıldığına bu yüzden de sünnete hata karıştığına dair bir yanlış düşünceye yönelemez. Eğer böyle bir durum olursa dinin tamamından şüpheye düşme gibi bir durum hâsıl olur ki o zaman ortada inanılacak bir din kalmaz. Sünnet, Kur’ân karşısında nasıl bir konumda bulunmaktadır denirse, bunun iki ana noktadan ele alındığını görmekteyiz: İlki, Kur’ân’da kapalı ve genel olarak geçen hususları açıklama, ikincisi de Allah’ın kendisini yetkilendirmesiyle Kur’ân’da yer almayan konularda hüküm vermesidir. Mesela, Kur’ân namaz vakitleri, kılınış şekli rekât sayıları gibi detaylara yer vermeden sadece namazla ilgili emri bildirmektedir. Bu gibi hususlarda açıklamayı ve uygulamayı Hz. Peygamber yapmış olup bu alanla ilgili bilgileri tamamen biz sünnetten öğrenmekteyiz. Yine zekâtın kimlere farz olduğu hangi mallardan ne oranda verileceği gibi hususlar sünnette yer almaktadır. Bu ve benzer pek çok husus bize sünnetin dinin pratik hayattaki büyük bir karşılığı olduğunu göstermektedir. Nitekim Hz. Aişe’nin beyanıyla Resulullah yaşayan Kur’ân’dı ve onda bulunan hususların örneklik yönüyle Peygamberimiz’in hayatında yer aldığı görülmekte, bu da müminler için din adına bir kaynaklık teşkil etmektedir. Kısaca Resulullah İslam’ın yaşanmasında hitap ve kitabın ete ve kemiğe bürünmüş halidir.
Dinin kaynağı olarak sünnetin Kur’ân’dan bağımsız düşünülmemesi gerekir. Kur’ân’ın açıklayıcısı olarak sünnetin Kur’ân’la çelişmesi bir yana her yönden onu teyid edici ve açıklayıcısı olduğu, birçok konuda tavsiye, emir ve yasakların bildirilmesinin Resulullah’a bırakıldığı herkesçe kabul edilebilecek bir gerçekliktir. Eğer Resulullah’ın etkinliği ve örnekliği işlevsiz bırakılırsa bu boşluğun, Kur’ân’ın tek kaynak olduğunu ileri sürenlerin ve sadece ondan dini yaşamak isteyenlerin kendi düşünce ve beklentileri doğrultusunda oluşan kanaatleri ile doldurulmaya çalışılacağı, birçok dini uygulamanın kişiye göre bir izafilik kazanacağı hatta farklı şekiller alacağı ya da uygulama dışı kalacağı görülecektir. İçerisinde inanç, ibadet ve ahlak bütünlüğü taşıyan bir dinin bu şekilde kişiye göre bir hal alması uygulamada keyfiliği doğuracağı gibi birliği de bozacaktır. Nitekim Kur’ân’da yer alan külli kaideler sünnetle açıklanmış, uygulanma biçimi ve sınırları gösterilmiştir. Eğer bu hususlar insanlara bırakılsaydı, ortaya başı sonu belli olmayan karma karışık bir yapı çıkardı. Böyle bir durumda insanların davet edildiği bir dini bütünlük de kalmazdı. Resulullah’ın sünnetinin kaynak olması hususunu bir örnekle ifade etmek gerekirse, satın aldığımız bir ürünün kullanımı hususunda herkesin hemfikir olduğu ve izlediği bir yol bulunmaktadır. Herhangi bir makine veya elektronik cihazın kutusu içerisinde onun özellikleri ve kullanma talimatını içeren bir kitapçık bulunmasına rağmen firma yetkilileri bununla yetinmeyip, cihazın sağlıklı kullanılması ve çalıştırılması için ayrıca servisin kurulum yapmasını ve kullanılışı ile ilgili bilgi vermesini istemektedir. Hiçbir zaman bu işi müşterinin bilgi ve tecrübesine havale etmemekte, kişiye özel bir uygulama yapmamaktadır. Bunun sebebi açıktır: Bir konuda en doğru bilgi ustada bulunmakta ve uygulama şekli onun tarafından doğru bir biçimde gösterilmektedir. Teşbihte hata olmaması kaidesinden hareketle, buradan dinin sahibinin kendisine vahyi gönderdiği, ilahî kelamı en doğru şekilde anlaması için Cebrail’i görevlendirdiği ve dinin tebliğ ve açıklama yetki ve sorumluluğunu yüklediği elçisini bu alanda yetkilendirmiş olduğu anlaşılmaktadır. Hal böyle olunca onun konumu, yetkisi ve sorumluluğu göz ardı edilerek Kur’ân’ın anlaşılması da mümkün değildir. Kaldı ki sünnet Kur’ân’dan bağımsız ve ona rağmen kurallar getirmemiş, aksine bir bütünlük içerisinde tamamlayıcı açıklamalar yapmıştır. Buradan Kur’ân’da eksiklik bulunduğu düşüncesine varılmamalıdır. Yukarıda ifade edildiği gibi Kur’ân birçok konuda açıklama yetkisini Resulullah’a bırakmış, O’da elçilik görevinin bir gereği olarak gerekli açıklamaları yapmıştır. Bunun en açık ifadesi yine Kur’ân’da yer almaktadır. Ahzab 36. ayette bir hususta Allah ve Resulü bir hüküm vermişse müminlerin kendi isteklerine göre seçme hakkı bulunmadığı ve Allah’a ve Resulüne karşı gelenlerin apaçık bir dalalete düşmüş olacakları beyan edilmektedir. Burada ve başka ayetlerde özellikle Allah’la beraber Resulullah’ın da zikredilmesine dikkat edilmelidir.
İslam âlimlerinin sünnet dışında icma ve kıyas gibi başka deliller de tespit etmiş olmaları şu şekilde anlaşılmalıdır. İslam kültür mirası ve geleneği gelişigüzel, ilkesiz ve kuralsız oluşmuş köksüz bir yapı değildir. İlk dönemden itibaren dinin doğru anlaşılması gayesi doğrultusunda ulema büyük çaba sarf etmiş, her ilmin usul ve kaidelerini tespit etmeye çalışmıştır. Bunu yaparken elbette en temel kaynakları Kur’ân ve onun tefsiri mahiyetindeki Resulullah’ın açıklama ve uygulamalarıydı. İslam’da tek kaynak olarak Kur’ân’ı almayı öngören düşüncenin, Kur’ân’ın Resulullah döneminde nasıl anlaşıldığına ve nüzûl ortamına dair hiçbir bilgiye itibar etmeyerek, neticede tarihi arka plandan kopuk hareket ederek bir taraftan alanı iyice daraltmış, bir taraftan da keyfiliğe kapı açmış olmasına karşılık, köklü ilim geleneğine sahip ana damar, Kur’ân, sünnet, sahabe kavli ve nüzûl sebebi gibi malumatın yanında aklî istidlallerle geniş bir çözüm sahası sunmuştur. İslam’ın gelişi ile insanların karşılaştığı meseleler donmuş değildir. Zaman içerisinde zuhur eden olaylara, kaynaklara dayalı çözüm üretme dinamik bir dinin en karizmatik yönüne işaret etmektedir. İslam âlimleri yine Kur’ân, sünnet ve sahabe uygulamalarından hareketle tespit ettikleri usul kaideleri çerçevesinde kelamî, fıkhî, ictimaî konulara dair meselelere çözüm üretmişlerdir. Yüzyıllar içerisinde oluşan bu ilmi geleneği, değersizleştirerek ve elin tersi ile iterek yok saymak ve bütün bunları Kur’ân’dan ayrı görmek gerçeklerle bağdaşmaz. Mesela, Kur’ân’da içki yasağı yer almaktadır. Bunu sadece şarap olarak tercüme edip, onun dışında kalan ve sarhoşluk veren diğer içecekleri yasak kapsamı dışında tutacak olan bir kişiye nasıl bir cevap verilecektir? Ya da içerisinde alkol karışımı olan içeceklerle ilgili nasıl bir hüküm vereceğiz? İşte bu aşamada devreye diğer açıklayıcı ve tamamlayıcı deliller girmektedir. Sünnet, sarhoşluk verenin azının da çoğunun da haram olduğunu açıklamakta, şimdilerde üretilen farklı içeceklerin kıyas yoluyla haramlığı ve helalliği tespit edilmeye çalışılmaktadır. Yine bugünlerde gündemde olan helal gıda çalışmaları da bu konuya güzel bir örnek teşkil etmektedir. Burada bilinmesi gereken bir husus da âlimlerin bir konu hakkında haram veya helal hükmüne varırken, bunu kendiliklerinden yapmış olmadıklarıdır. Kur’ân, sünnet ve diğer verilere müracaat ederek, ya kıyas yoluyla ya da Kur’ân ve sünnetin genel yapısına uygun düşen içtihatla yapmaktadırlar. Maalesef ki geleneği reddedenler ve sadece “tek kaynak Kur’ân’dır” ilkesini benimseyenler ise sınırsız aklî yorumların dışında başka hiçbir veriye dayanmamaktadırlar.
Dinin pratik hayatta yer alabilmesi için, uygulanabilir bir zemine sahip olması gerekmektedir. Dini konularda herkesin hüküm çıkarma birikimine sahip olmasının gerçeklerle bağdaşır bir tarafının bulunmadığı hakikatinden hareketle, insanları karşılaştıkları problemlerle baş başa bırakma, Kur’ân’ın savaştan geri kalıp, onlara dinini öğretecek bir topluluğun bulunmasını salık veren emri ile bağdaşmamaktadır. Bu durumda vahiy ve nebevi bilginin yanında insan aklının ve tecrübesinin de devrede olduğu bir çözüm yolu (Kitap, sünnet, icma, kıyas gibi) en sağlam yöntem olarak karşımızda durmaktadır. Nitekim tarihi süreç içerisinde oluşan gelenek de bunu açık bir şekilde ispat etmiştir.
Bu noktada dini kaynakların yorumu ve sınırları ile ilgili birkaç hususa değinmek gerekmektedir. Dinde tevil, bağımsız ve sınırsız yorum anlamına gelmemektedir. Kur’ân hem lafız hem de mana yönüyle vahyedilmiş ilahî bir kelamdır. Ne lafzı dikkate almayan, tamamen batıni tevile dayalı anlamlandırmalar ne de sadece ayetin lafzını esas alıp ona göre hüküm bina eden anlayış Kur’ân’ın muradına uygun hareket etmiş olur. Aşırı yorumlar ve Kur’ân’ın murat etmediğini ona söyletmeler meşru tevil kapsamında değerlendirilemez. Müfessirlerin ilkesel olarak aşamalarını tespit etmeye çalıştığı gibi, Kur’ân, sünnet, sahabe sözleri, nüzûl ortamı gibi veriler, dilsel kaideler başta olmak üzere bilgiyi bir bütün olarak değerlendirmeye tabi tutarak yorum yapılması gerekmektedir. Anakronik okuma diye adlandırılan yaklaşım bugün aşırı yorumların temel hareket noktası olması bakımından ciddi mahzurları doğurmaktadır.
Son günlerde iyice artan Kur’ân mealciliği ve bu konu üzerindeki tartışmalar ne anlama gelmektedir?
Ülkemizde mealcilik olarak adlandırılan anlayışın oluşum tarihi çok eski değildir. Kur’ân’a yaklaşım tarzı olarak kendini hissettirmeye başlamasının 70’li yıllara dayandığını söylemek mümkündür. Bu anlayış, Kur’ân’ı orijinal metni üzerinden Arap dili üslup, kaide ve ifade biçimini, nüzûl ortamını, rivayet verilerini esas alan tefsîrî okuma yerine, bu tefsir malzemesini hesaba katmadan Türkçeye yapılan çeviri üzerinden anlama temelinde konuşlanmış görünmektedir. Metin merkezli değil de çeviri üzerinden -çünkü hiçbir çeviri asıl metnin yerini alamaz- ayetleri anlama faaliyeti olan bu yaklaşım, bir yönüyle Kur’ân’ın Kur’ân’la tefsiri yöntemine benzetilebilir. Ancak burada şöyle bir durum söz konusudur: Müfessirler ayetin başka ayetlerle tefsirini ilk basamak olarak ele alıp onun üzerine rivayet, dil, tarih verilerini de kararak birlikte değerlendirme yapmaktadırlar. Bu açıdan salt meal üzerinden yapılacak okumalar, ayetleri anlamada büyük yanılgılara hatta ayetin muradı dışında yorumlanmasına yol açacaktır. Nitekim her dilde yazılı metnin nasıl anlaşılması gerektiğine dair o dile, sözün yer ve zamanı, söyleniş maksadına ait durumlar mevcuttur ve Arapça nazil olmuş olan Kur’ân’ın da bu yönde anlaşılmaya çalışılması gerekecektir. Kaldı ki Kur’ân’ın ilahî bir kelam olması yanında dinî esasları içerisinde barındırması bakımından onu getiren elçinin dine dair uygulamaları bu konuda hayatî önem arz etmektedir.
Ülkemizde mealci söylem olarak bilinen anlayışın köklerinin İslam dünyasının gerilemeye başladığı, modernizmin etkilerinin Müslüman tebaa üzerinde tesirini gösterdiği döneme kadar uzandığı görülmektedir. Özellikle Hint alt kıtasında İngilizlerin o bölgeyi yönetimi altına almasıyla başlayan dinin temel kaynakları üzerinde farklı yaklaşımların zuhuru, zaman içerisinde farklı şekillerde kendini göstermeye başlamıştı. Özellikle burada kendinden sonraki Kur’ân anlayışlarına tesiri olması bakımından Ahmed Han’ı zikretmek gerekecektir. Ahmed Han’ın temeli Avrupa’da teşekkül etmiş akılcılık ve tabiat felsefesi akımına dayanan Kur’ân yaklaşımı, ayetlerin akılla anlaşılabileceği ilkesini esas almakta, evrende determinizm kurallarının işlediği, böylece her varlığın sebep-sonuç ilişkisi içerisinde vücut bulduğu anlayışına dayanmaktadır. Daha sonraları Kur’âniyyun ekolü olarak tanınan ve Abdullah Çekralevi’nin sistemleştirdiği yaklaşım Hindsitan’dan Mısır’a ve başka bölgelere yayılarak dini sadece Kur’ân’dan ibaret saymakta, İslam’ın diğer müktesebatını geçersiz kılmaktadır. Aslında Kur’ân merkezli olduğunu söyleyen düşünce gruplarının ortak paydası ya Kur’ân dışında hiçbir kaynağı kabul etmeme veya ıslah anlayışıyla sınırlı sayıda yer verme olduğu görülmektedir. İddiaları İslam kültür mirasına zaman içerisinde uydurma ve hurafe karıştığı, asli kaynağa dönerek dini ilk haliyle anlamak gerektiği üzerine kurulmuştur. Ne var ki bu ayıklama hareketi zaman içerisinde, dinde asli kaynak olmadığı düşüncesinden hareket ederek sünnetle hesaplaşmaya dönüşmüş olup dini alanda kişisel anlayışların onun yerine ikame edilmesine kadar vardırıldığını göstermektedir. Bu durum kişisel kanaatleri zorlama yorumlarla Kur’ân’a söyletme gibi büyük bir çıkmazı işaret etmektedir.
Ülkemizde mealci söylemin ivme kazanmasında, 80 sonrası siyasi alanda yaşanan serbestliğin sağladığı imkânlarla birlikte, İran devriminin ardından oluşan siyasi taleplerin ve Seyyid Kutub başta olmak üzere yabancı yazarlardan yapılan tercüme eserlerin tesirli olduğu görülmektedir.
Mealci söylemin Kur’ân’ın dışında hiçbir bilgi kaynağını kabul etmemesi pek çok olumsuz sonuçlar doğurmaktadır. Başta sünnet olmak üzere sahabe nakillerini ve ardından oluşan geleneği toptan reddederek ondan doğan boşluğu sınırsız düşünce serbestliği çerçevesinde yaptıkları aşırı yorumlarla doldurmaya çalışmaktadırlar. Çünkü dini ritüellerin birçoğunun kaynağı sünnet olması sebebiyle, Kur’ân’da bulamadıkları bir bilgiyi kavramlara, kelimenin taşıdığı uzak anlamlardan biriyle açıklama getirmek suretiyle karşılamak zorunda kalmışlardır. Mesela “salat” kelimesini sadece “dua” şeklinde açıklamak gibi. Hâlbuki bu tür bir ibadetin detaylı bir şekilde fiili uygulamasının hem açıklanması hem de uygulama olarak gösterilmesi gerekecektir. Bunu da ancak Allah’ın seçtiği elçi yapabilirdi ki bunun adına sünnet denmektedir. Kaldı ki bir kelimenin, bağlamından kopartılarak salt kelime anlamlarından birini keyfi veya zorlama ile seçmek suretiyle anlaşılması hiçbir dilde mümkün değildir. Hele ki bu anlama çabası içerisinde olduğumuz ilahî bir metin ise kavramlar, ifade ve hükümler üzerinde çok daha fazla dikkatli hareket etmek mecburiyetinde olmamız gerekecektir. Mealci söylemi dillendiren kesim ise dini kaynaklara, Kur’ân’ın sahip olduğu dile ve taşıdığı üsluba dair bir ihtisasa ve birikime sahip olmamakla eleştirilmektedir. Bu tür bir altyapıya sahip olmadan sadece çeviri esas alınarak Kur’ân’ı anlama çabası en başta Kur’ân çalışmalarına büyük zarar verecektir.
Mealci söyleme sahip kimseler sınırsız özgür düşünce serbestliğinden yana olmaları dolayısıyla Kur’ân üzerinde sadece meali yapan kişinin çevirisini doğru kabul ederek anlama çabası göstermektedir. Ne var ki hiçbir meal ne kadar gayret gösterilse de hatadan beri değildir ve kutsal metnin yerine geçemez, onu her yönüyle ihata edemez. Bu durumda hatası muhtemel bir çeviri üzerinden asıl metni anlama çabası ile sünneti hesaba katmama, içerisinde büyük bir çelişki barındırmaktadır. Metni tebliğ edenin açıklamalarına karşılık, hatalı olduğu konusunda şüphe bulunan bir çevirinin tercih edilmesi, sağlıklı bir Kur’ân anlayışı hedefi ile bağdaşmamaktadır. Bu tür bir anlayışa sahip olanların ortak bir sonuca varmaları da mümkün görülmemektedir. Çünkü her insan kendi anlayışına göre ayete anlam yükleyecek ve ona göre değerlendirecektir. Bu da metin merkezli olmaktan çok, yorum merkezli anlamayı ifade etmektedir. Hiçbir metin böyle keyfi bir değerlendirmeye tabi tutulamayacağı gibi, kişisel yoruma da kurban edilemez. Dini metinlerde ise bunun çok daha büyük ve vahim neticeler doğuracak boyutlara ulaşan yansımaları olacaktır.
Kur’ân salt lafız üzerinden anlaşılması mümkün olmayan bir metindir. Âlimler Kur’ân’ın lafzî tercümesinin yapılamayacağı konusunda hemfikirdirler. Onun için tefsiri tercüme denilen sünnet, sahabe sözü, dil kuralları ve tarihi veriler yardımıyla yapılan çeviriyi önermektedirler. Hatta tam bir çevirinin imkânsızlığını ifade etmek üzere “tercüme” yerine “meal” kavramı kullanılmaya başlanmıştır. Bu kavram birebir tercüme yerine biraz eksiğiyle yapılan çeviriyi ifade etmektedir. Mealler Kur’ân’ı anlamada yardımcı eserler olarak faydalanılacak çalışmalardır. Sadece bunlarla Kur’ân’ı tam manasıyla anladığımızı söyleyemeyiz. Ne var ki bugünkü mevcut meallerin lafzı esas alarak yapıldığı bunun da manada olabildiğince daralmaya yol açtığı dile getirilmektedir. Böyle bir gerçek ortada iken, sadece meal okuyarak sağlıklı bir din bilgisine ve Kur’ân tasavvuruna ulaşmak mümkün görülmemektedir.
Bugün elimizde iki yüzden fazla meal bulunmaktadır. Bunların her biri çeviriyi yapanın kişisel özelliklerini, bilgi birikimini, aldığı kültürü ve eğitimi, hatta yaşadığı bölgenin sosyal özelliklerini yansıtacak bir şekilde oluşmuştur. Belki de en önemlisi her ayet için söz konusu olmasa da birkaç anlama ihtimali bulunan ayetlerin hangi anlam esas alınarak çevrileceği, çevirenin kişisel kanaatine kalmaktadır. Çünkü mealler birden fazla anlama gelebilen ayetlerin, sadece bir anlamını meale yansıtabilmektedir.
Özellikle iletişim araçlarının alabildiğince yayıldığı çağımızda sosyal medyada sıkça rastlanan sınır tanımayan yorumlar, bu sınırları belli olmayan aşırı yorum etkisinin özellikle genç kuşaklar üzerinde meydana getirdiği olumsuz tesiri göstermesi bakımından ibret vericidir. Dini mükellefiyetleri yerine getirmede isteksiz genç kuşaklar bu tür kişisel kanaatlere dayalı kutsal kitap değerlendirmelerinin tesiriyle cüretkâr yorumlara yönelmekte hatta dine karşı ilgisiz bir tavır takınmaktadırlar. Ne yazık ki ayetler üzerinde zihinsel egzersiz yaparak dini sorumluluğunu yerine getirdiğini varsayan bu durum dini açıdan ciddi sorun oluşturmaktadır. Kur’ân’ın anlaşılmasında dini geleneğe topyekûn karşı çıkan, protest bir duyguyla kutsalları kıyasıya eleştiren bir nesil, dinin ihyası ve yaşatılması açısından son derece kaygı vericidir. Kişiye özel Kur’ân anlayışını doğuran mealcilik, Kur’ân’ın lafız ve mana bütünlüğü içerisinde anlaşılması için gerekli olan Resulullah’ın beyanları, vahye muhatap olan canlı örnek neslin aktardığı bilgiler, nüzul ortamı gibi Kur’ân’ı anlama imkânı sunan birikimi yok sayarak, Kur’ân’ı sadece pratiği olmayan zihinsel bir objeye dönüştürmüş gibi görünmektedir.
Sonuç olarak, sünnet, sahabe nakilleri, dil kaideleri, tarihi veriler, yüzyıllarca üzerinde düşünce üretilerek oluşmuş ilim geleneği ile birlikte Kur’ân’ı anlama çabası; İslam’ı anlamada, en sağlam ve ihtiyatlı yöntem olarak görülmektedir.