Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat mezhebi âlimleri, Allah’ın (C.C.) veli kullarında görülen kerametlerin hak olduğuna inandıkları gibi, onların ruhlarının başka varlıklara tasarruf edebilme özelliklerinin de olduğuna inanırlar. Zira bunun hem Kur’ân’da hem hadis-i şeriflerde görmek isteyenler için delilleri mevcuttur. İmam-ı Azam Ebu Hanife de Fıkhu’l Ekber adlı kitabında “evliyanın kerametinin” hak olduğunu söyler. Nitekim velilerdeki tasarruf gücü evliyanın kerametinin bir şubesidir.
Kur’ân-ı Kerîm’de iki sınıf evliyadan bahsedilir. Birincisi genel bir veliliktir ki bütün müminleri kapsar.
“Allah, iman sahiplerinin Velî’sidir; onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır...” (Bakara, 2/257)
“Mümin erkeklerle mümin kadınlar da birbirlerinin velileridir…” (Tevbe, 9/71) ayetleri bu velilikten bahseder.
İkinci sınıf ise: “Bilesiniz ki, Allah’ın velilerine hiçbir korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de.” (Yunus, 10/62) ayetinde işaret edilen veliliktir. Bu velilik, sıradan her mümine verilemeyecek kadar büyük olan, Allah’ın emir ve yasaklarına uyma konusunda aşırı derecede ihtimam gösteren ihlas ve takva sahibi insanlara ikram edilen veliliktir. Zira milyonlarca Müslüman içerisinden çok az kişinin, olağanüstü azim ve gayretle ve binbir fedakârlıkla başarabildiği dünyanın en zor işidir. Bu velileri sıradan müminlerle bir tutmak, ömrü ilim meclislerinde geçmiş İmâm-ı Âzam gibi bir âlim ile namaz kılacak kadar ilim sahibi bir mümini aynı görmek gibi akıldan uzak bir yaklaşım tarzıdır.
Ayrıca şu da bilinmelidir ki gerçek veliler nezdinde en büyük keramet her daim istikamet üzere yaşamaktır, takvadır, ihlas gayretidir. Buna rağmen onlara bu ikramlarda bulunan ve bu kişileri meşhur eden Rabbimizin bizzat iradesidir. Yoksa hiçbir beşer, kendiliğinden var olma ve yaşama gücüne sahip olamadığı gibi keramet gösterme gücüne de sahip olamaz. Gerçek veliler ise bu hakikatin bilincinde olup, şirk konusunda çok titiz olan ve bu meseleye aşırı derecede ihtimam gösteren insanlardır.
Bu tür kişilere bu velâyet halinin niçin verildiğini ve bunların bu keramete nasıl ulaştıklarını en güzel açıklayan hadis-i kudsî şöyledir:
Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor:
Rasulullah (s.a.v.): Allah Teâlâ Hazretleri şöyle buyurdu:
“Kim benim veli kuluma düşmanlık ederse ben de ona harp ilan ederim. Kulumu bana yaklaştıran şeyler arasında en çok hoşuma gideni, ona farz kıldığım (aynî veya kifaye) şeyleri eda etmesidir. Kulum bana nafile ibadetlerle yaklaşmaya devam eder, sonunda sevgime erer. Onu bir sevdim mi artık ben onun işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli, yürüdüğü ayağı (aklettiği kalbi, konuştuğu dili) olurum. Benden bir şey isteyince onu veririm, benden sığınma talep etti mi onu himayeme alır, korurum. Ben yapacağım bir şeyde, mümin kulumun ruhunu kabzetmedeki tereddüdüm kadar hiç tereddüte düşmedim: O ölümü sevmez, ben de onun sevmediği şeyi sevmem.” (Buhârî, Rikak 38.)
Görülüyor ki bu kerametlerin veya velilerdeki tasarruf gücünün hakikati yukarıda bahsettiğimiz hadis-i kudsîde saklıdır. Açıkça Allah’ı (C.C.) çok seven, Allah’ın (C.C.) da çok sevdiği, güvendiği bir kul olunca Rabbimiz tabiri caiz ise kendine ait tasarruflarından bu kullarına belli ölçüde ikram etmektedir. Yani bir kulun bu konulardaki maharetleri her zaman Allah’ın (C.C.) yardım ve iznine bağlıdır, bu hakikati de ayrıca belirtmek gerekir.
Manevi Tasarruf Nedir, Nasıl Olur?
Manevi tasarruf, kerametin bir nevî olarak Ehl-i Sünnet’in kabul ettiği manevi cihâzattır. Aslında her insan aynı zamanda tasarruf olayı ile muhatap bir insandır. Zira topraktan yani ölü varlıklardan meydana gelmiştir ve bedenine can veren, diri tutan, hareket ettiren, idare eden şey onun ruhudur. Dolayısıyla ruhun beden üzerinde yaptığı iş bir tasarruf olaydır. Yani insan beyni tüm vücudu idare ederken, ruh da beyni idare eder. Dolayısıyla her insan farkında olmadan kendi bedenine ruhu sayesinde tasarruf eder. Bazı insanlar veya manevi büyükler ise bu işin bilincinde olarak kendilerine yardım ettikleri gibi dilerlerse başkalarına da yardım edebilir, onları tasarrufları ile yönlendirebilir, uzaktan maddi veya manevi hastalıklarını tedavi edebilirler. Buna Kur’ân’dan delil Hz. Süleyman’ın Belkıs’ın tahtını getirmesidir.
Ayette:
Süleyman, “Ey ileri gelenler! Onlar bana teslim olmadan önce hanginiz bana onun (kraliçenin) tahtını getirebilir?” Cinlerden bir ifrit, “Sen yerinden kalkmadan ben onu sana getiririm ve şüphesiz ben, buna güç yetirecek güvenilir biriyim.” dedi. Kitaptan bilgisi olan biri, “Ben onu, gözünü kapayıp açmadan önce sana getiririm.” dedi. Süleyman, tahtı yanında yerleşmiş hâlde görünce şöyle dedi: “Bu, şükür mü, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni denemek için, Rabbimin bana bir lütfudur. Kim şükrederse ancak kendisi için şükretmiş olur. Kim de nankörlük ederse (bilsin ki) Rabbim her bakımdan sınırsız zengindir, cömerttir.” (Neml, 27/38-40)
İşte bu ayet tasarrufun açık delilidir.
Manevi büyükler yaşarken tasarruf edebildikleri gibi vefatlarından sonra da bu tasarruf güçleri devam eder. Manevi tasarrufun rahmanî olanı veya rahmanî olmayanı olabilir. Rahmanî olanın tespiti o kişilerin İslam’a uygun hal ve yaşantıları ile belli olur.
Ben bu tasarruf olayının farkına ne zaman vardım derseniz, yıl 1980’di, gençlik yıllarımdı. Allah aşkıyla coştuğum ve nefsime göz açtırmadığım günlerdi. Büyük bir ilmî ve fikrî açlık içerisinde kitaplar okuyor, oralardan kendimi, nefsimi, ruhumu daha iyi tanımaya çalışıyordum. Bir gün büyük velilerden Emir Külâl Hazretlerine ait bir menkıbe okudum. Güreş meydanında güreşen iki kişiden zayıf olan ve yenme ihtimali bulunmayan birine, uzaktan himmet ederek, diğer kişiye nasıl galip getirdiğini anlatıyordu. Yenen güreşçinin bundan haberi yoktu. Ben de bunu kendimde denemek istedim. Bir gün, oturarak yapılan, Nakşiliğe ait bir zikir halkasında zikir yapıp bitirdik. Kırk elli kişi kadar vardık. İçimden Allah’a şöyle niyazda bulundum: “Ya Rabbi, bu kişilerin hiçbirisi ben müsaade etmeden yerlerinden kalkmasın!” Ve bekledim. Normalde hemen yerlerinden kalkıp giden bir sürü kişi olur. Herkes bekliyordu, ben de bekletiyordum. Bir hayli zaman beklettim. Sonra ben içimden müsaade edince, birden yerlerinden ayaklandılar. İşin beni ayrıca mutlu eden ve yaptığım işi tasdikleyen yanı, Zafer Gün adlı cezaevi müdürü olan bir arkadaşımın bu olayı fark etmesiydi. Yanıma gelip hayret içerisinde: “Seyyidim sen ne yaptın, o kadar insanı yerinden kaldırmadın!” dedi. Onun bunu fark etmesine de çok şaştım.
Belki her insanın bunu kendinde denemesi ve Allah’ın (C.C.) ona bahşettiği bu gücü keşfetmesi hatta hayra kullanması gerekir. Yalnız tasarruf gücünü başkaları için kullanmak bedeni yıpratan yoran bir iştir.
Bediüzzaman Hazretleri de tasarrufu kabul eder ve vefat eden evliyanın tasarrufu devam eder, der. Hatta kendisi bizzat, küçüklüğünden beri Abdülkadir Geylânî’nin ilgi ve yardımına mazhar olduğunu söyler. “Ayakkabımın bağı kopsa vefat etmiş bir büyük veli olan Abdülkadir Geylânî’den himmet isterim ve her defasında da faydasını görmüşümdür.” diyerek bu tasarrufa hem inandığını hem de bizzat tecrübe ettiğini ifade eder.
Bunları inkâr etmek anlamsızdır. Bizler elhamdülillah Müslümanız. Kur’ân’a iman, ederiz. Kur’ân’a iman edince içindeki her şeye yani meleklere, peygamberlere, cinlerin varlığına da otomatik iman etmiş oluruz. Aksi zaten küfür sayılır. Kur’ân, velinin kerametinden ve tasarrufundan örnekler verirken bunları görmezden gelmek imanî açıdan da tehlikelidir.
Vefat eden kişilerin tasarruflarına örnek de yine Kur’ân ayetlerinde görmek isteyenler için mevcuttur. Mesela: “Allah yolunda öldürülenlere “ölüler” demeyin. Hayır, onlar diridirler. Ancak siz bunu anlayamazsınız.” (Bakara, 2/154)
“Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilakis onlar diridirler, Rableri katında Allah’ın, lütfundan kendilerine verdiği nimetlerin sevincini yaşayarak rızıklandırılmaktadırlar.” (Âl-i İmrân, 3/169) gibi ayetlerde, Allah kendi yolunda ölen ya da öldürülen kimi kullarının “ölüler” olmadıklarını açıkça buyurur. Rabbimize ait bu ifadeler mecazi değil, gerçek bilgilerdir.
Bu ayetlerin ışığında Allah (C.C.) yolunda sadece öldürülenleri değil, mücadele ederken vefat edenlerin de bu hayat mertebesine ulaşabileceklerini muhal görmemek gerekir. Allah’ın (C.C.) izniyle, evliyanın tasarrufunun hakikat olduğu ve bu itikadın şirkle alakasının olmadığı bu ayetlerin ışığında bir hakikattir.
Sonuç olarak şu önemli tespitlerle bu konuyu bitirelim: Tasarruf meselesi, tevhid inancına aykırı değil, tamamen Cenab-ı Hakk’a ait bir rahmet tecellisinden ibarettir ve tasarruf sahibinin kendi kişisel iradesi ile değil; Allah’ın rızası, iradesi, inayeti ile gerçekleşir. Hidâyet edici de gerçek tasarruf sahibi de yüce Allah’tır. Peygamberler, âlimler, şehitler veya Allah dostları ise ancak Rabbimizin izni çerçevesinde bu tasarruf yetkisini kullanabilirler.
Allah’a (C.C.) emanet olun.