Kur’ân ve sünnet arasındaki ilişkinin ortaya konulması bağlamında yaptığınız kıymetli ve karşılaştırmalı araştırmada, Râzî ve Âlûsî’nin yazdıkları Mefâtîhu’l-Gayb ve Rûhu’l Me‘ânî adlı eserlerden yararlanıyorsunuz. Her iki müfessirin de mücmel, müşkil, mutlak anlamların açıklanmasında sünnete müracaat etmelerinin sebebi nedir?
Kur’ân evrensel bir ilâhî kitap olup kıyamete kadar dil, din, ırk farketmeksizin dünyada ve ahirette Allah’ın rızasını kazanmayı gaye edinen veya edinmeyen bütün insanlığa gönderilmiştir. Zamana ve şartlara göre değişen insanın, içinde bulunduğu çevreye ahlakî, psikolojik, ekonomik, sosyolojik açıdan uyum sağlamasına yardımcı olmak dinin en önemli amaçlarından biridir. Bununla beraber evrensel olan Kur’ân, kişilerin “ben böyle anladım, ben okuyarak kendim hüküm çıkarabilirim” söyleminden de korunmuştur. Evrenselliğin özünde bütün insanlığa hitap edebilmesi için mücmel, müşkil, mutlak gibi genel ifadelerin olması doğaldır ve olması da gerekmektedir. Bu genel ifadelerin anlaşılmasında da bazı kural ve kâideler bulunmaktadır. Yirmi üç senelik peygamberlik görevi boyunca bu kâideleri Rasûlullah (s.a.s.) uygulamaları ile ortaya koymuştur. Böylece evrensel kuralların anlaşılmasını ve amacını yaşayarak ortaya koyduğu anlaşılmaktadır. “Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz -Allah’a ve âhirete gerçekten inanıyorsanız- onu, Allah’a ve peygambere götürün.” (Nisâ Suresi - 59) emirinin gereğini anlayan Râzî ve Âlûsî, Hz. Peygamber (s.a.s.) olmadan bir hükmün temelinin oluşturulamayacağını tefsirlerinde göstermişlerdir. Bu sarsılmaz temele yaslanarak kendi asırlarındaki dini ve sosyal ortamın sorunlarına cevaplar aramışlardır. Her iki müfessir arasında altı yüzyıl gibi uzun bir süre geçmesine rağmen aynı metotta birleşmeleri tesadüf değildir. Kısacası Râzî ve Âlûsî, Kur’ân ve sünnet bütünlüğünü gözeten ve aralarındaki ilişkiye titizlikle uymaya çalışan bir metot izlemişlerdir. Ayrıca tefsirlerinde takip etmiş oldukları bu metot ile “vasat ümmet” tarafından takdir edilmişler ve geçen zamana rağmen tefsirleri rağbet görmeye devam etmiştir. Müslümanlar geçmişle bağını koparmadan ve köklerine bağlı olarak Râzî ve Âlûsî gibi âlimleri örnek almalıdır. Zira sünnetin rehberliğinde küllî kâideler, hem Allah’ın (c.c.) rızasını kazanma da hem de sorunların çözümünde bir anlam ifade etmektedir.
Sünnetin ayetleri açıklama metodunda -Kur’ân ve Sünnet ilişkisinin çerçevesinde- hangi başlıklar üzerinden bu çalışmayı yürüttünüz? Bu metodolojik başlıklar ne anlama geliyor?
Rasûlullah (s.a.s.) çeşitli vesilelerle tebliğ ile beraber beyan görevini yerine getirmiştir. Bazen ilgiyi ve dikkati toplamak için kendisi bir soru sormuş ve ardından cevaplamış; bazen de kendisine sorulan soru üzerine dinin anlaşılması için tekrar tekrar, sabırla beyan görevini layıkıyla icra etmiştir. Her vesile ile dini anlatmaya çalışmasının amacı ümmetine duyduğu derin sevgi ve düşkünlükle beraber onların dünyada ve ahirette kurtuluşlarını sağlamak olduğu anlaşılmaktadır. Onun bu anlatım biçimi ve metodu, daha sonraları ilimlerin sistemleşmesi ile beraber başlıklar altında toplanarak Müslümanlara rehberlik etmiştir. Doktora çalışmamızın da ana gövdesini oluşturan bu başlıkları mücmel ayetlerin tebyîn edilmesi, müşkilin tavzîh edilmesi, umûmun tashîh edilmesi, mutlak hükümlerin takyîd edilmesi, mübhem ayetlerin tavzîh edilmesi, hüküm koymak, te’kidli beyan olarak sıralamak mümkündür. Bu başlıkların altında Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından yapılan tefsir örnekleri bulunmaktadır. Üsve-i Hasene olarak O (s.a.s.), tefsirin nasıl yapılması gerektiğine işaret ederek Kur’ân’a yaklaşımın nasıl olması gerektiğini de verdiği cevap ve açıklamalarıyla bizlere öğretmiştir. Böylece sünnet, bilginin amacına uygunluğunu ve etkinliğimizin sınırlarını bize hatırlatmaktadır. Örneklere bakıldığında Hz. Peygamber’in (s.a.s.) Allah’ın (c.c.) muradını açıklarken heva ve hevesine göre değil kendisine öğretilen ve sınırları belli olan kurallar çerçevesinde hareket etmektedir. Bu nedenle vahyin ilk muhatabı olan Rasûlullah’ın (s.a.s.) bu titiz yaklaşımı oldukça önemlidir. Müslümanların da Peygamber’inden (s.a.s.) gördüğü bu yöntemi anlaması ve uygulaması hayati önem arz etmektedir. Böylece temelsiz ve kaynaksız Kur’ân tefsirinin de önüne geçileceğine inanmaktayız. Ayrıca bu örnekler, bizlere sünnet olmadan bazı konuların anlaşılmasının mümkün olmadığını da hatırlatmaktadır. Örneğin maksadının ancak Şâri’ tarafından açıklanarak öğrenebilen bazı kapalı ifadeler bulunmaktadır. Mücmel olan bu ifadelere Kur’ân veya sünnetin açıklamasıyla ulaşılabilir. Bir diğer örnek olarak umûmun tashîhini gösterebiliriz. Çünkü temelde umûmun tashîhi ancak ayetler veya Rasulullâh’ın (s.a.v.) açıklamasıyla olmaktadır. Sahih hadislerin bu rolü mücmel, umûmun tashîhi ve diğer metodolojik başlıklar altında toplanan örneklerin hepsinde görülmektedir.
Çalışmanızın ana gövdesini oluşturan başlıklara konu olacak bazı bölümler var ki, konuyu anlamak bakımından somut örnekler oluşturuyor. Günümüze ışık tutan yönleriyle de önemli bulduğunuz bu örneklerden bazılarını değerlendirmeniz mümkün mü?
Bulunduğumuz çağın bilgi çağı olduğunu biliyoruz. Bilgiye ulaşmanın kolaylaştığı bu dönemde öğretme ve uygulamanın değeri daha da anlaşılmaktadır. Eğitim hayatının ilk evrelerinden itibaren kişi, bilgiden önce uygulamaları taklit eder ve hayata örneklerle hazırlanır. Pratikte uygulanan davranışlar somut hale geldiği için insanın zihninde canlanması ve bir anlama bürünmesi daha kolay olmaktadır. Öyle ki Rasûlullah (s.a.s.), muhatabın eğitim dönemini, yaşını, zekâsını, ekonomik ve sosyal yapısını dikkate almakta ve açıklamalarını ona göre yapmaktadır. Örneğin namaz ibadeti Hz. Peygamber’in (s.a.s.) rehberliğinde hayat bulmuştur. Namazın vakti, Fâtiha’sız namazın olmayacağı, oturuşlarda okunacak dualar, rükû ve secdenin hangi azalar üzerine yapılacağı, cemaatle namazın şekli, imama geç yetişen kimsenin namazı nasıl tamamlayacağı, sehiv secdesi ve yapılış şekli gibi birçok bilgi sünnet aracılığıyla öğrenilmiştir. Bu yukarıdaki namaz hakkındaki detaylı bilgiler ve uygulamalar bir çırpıda değil yirmi üç sene boyunca olaylar ve vesileler ortaya çıktıkça mü’minlerin kalbine örneklerle kazınmıştır. Bu durum bütün ibadetler için geçerli olan bir durumdur. Zira Rasûlullah’ın bizzat kendisi (s.a.s.) “Kur’ân indi, (Müslümalar) onu okudular ve ahkâmını sünnetten öğrendiler.” (Buhârî, Rikak 35, Fiten 13)buyurarak bu duruma dikkat çekmektedir. Böylece namaz ve diğer ibadetlerde kişilerin yorumlamaya gitmesi veya değişiklik yapması kesin surette yasaklanmaktadır.
Sosyal bir varlık olan insanı dünya hayatına da hazırlayan İslam dini, sünnet aracılığıyla emir ve yasakların uygulanabilirliğini göstermiştir. Bu durum hem Rasûlullah’ın (s.a.s.) hem de sahabenin yaşantısında hayat bulmuştur. Kur’ân Müslümanları “Vasat Ümmet” olarak nitelendirmiş; Hz. Peygamber (s.a.s.) ise bunu “Vasat Ümmet, âdil ümmettir.” şeklinde açıklamıştır. Bununla beraber ahlak konusunu içeren bütün hadislere bakıldığında “âdil” sıfatının diğer sıfatlarla beraber birleştiğinde bir kıymetinin olduğu anlaşılmaktadır. Zira O, kalbin paslanmasının önüne geçmek için tövbenin gerekliliği, Müslüman kardeşine yardım edenin yardımına Allah’ın (c.c.) yetişeceği, emanete riayet edilmesi gibi konulara dikkat çekerek âdil kavramını en geniş anlamıyla da uygulamaya koyduğunu görmekteyiz.
Sonuç olarak örneklerden anlaşılmaktadır ki aynı konuda farklı kişilere farklı cevaplar vererek Hz. Peygamber (s.a.s.), kişinin ihtiyacını dikkate almış ve sorduğu konu hakkındaki eksiğine göre cevaplar vermiştir. Böylece bütün cevaplar birleştiğinde bahsi geçen konu hakkında en temel bilgiler dâhil olmak üzere hiçbir eksik taraf kalmamıştır. Örneklerde O’nun empati yaptığını ve muhatabının duygularına önem verdiğini de görmekteyiz.
Örnekler bize Hz. Peygamber’in (s.a.s.) bazı açıklamalarının kesin hüküm anlamına geldiğini bazılarının ise vizyon vermeyi amaçladığını göstermektedir. Genel anlamda ise açıklamalarının çoğu öğretme, yön verme, yol gösterme ve sorunları aşmanın yöntemlerini öğretmeyi amaçlamaktadır. Bu problem çözme becerisini ümmetine pratikte anlatan bir Hz. Peygamber’in (s.a.s.) metodu örneklerle ve bu örneklerin amacı, gayesi anlaşılarak tatbik edilebilir.
Günümüzde bazı çatlak sesli ve cılız Sünnet muarızlarını değerlendirmek adına neler söylemek istersiniz? İslam’ın ana gövdesine yönelik bu saldırıyı nasıl değerlendiriyorsunuz? “Kur’âniyyun akımı” ve “Kur’ân İslam’ı” söylemlerini bu bağlamda değerlendirir misiniz?
Bu konunun birçok başlıkta ele alınması gereken bir mesele olduğunu düşünüyorum. Biz bu soruların cevabını Akdeniz Üniversitesi’nde Kur’ân’a Çağdaş Yaklaşımlar dersinde de vermeye gayret ediyoruz. Öncelikle sizin de dediğiniz gibi sünneti hedef alan söylemlerin temsilcileri cılız seslerine rağmen özellikle gençlerin üzerinde şüphe bırakmayı başarıyorlar. Bunu neden ve nasıl başarıyorlar sorusu oldukça önemli.
Kur’âniyyûn akımının çıkış dinamiğini ve altında yatan psikolojik, sosyolojik nedenlerini iyi anlamak gerekmektedir. Bildiğiniz üzere bu akımın çıkış yeri Hindistan’dır. Bu akımın temsilcilerinin yenilmişlik duygusuyla hareket ettiklerine dikkat çekmemiz gerekmektedir. İngilizlerin Hindistan’ı hâkimiyeti altına alması, müsteşrikler tarafından sünnet etrafında şüphe uyandıracak fikirlerin ortaya atılması ve bu doğrultuda okullar açılarak fikirlerin yayılması Müslüman çevrede bir şok etkisi yaratmıştır. Böylece Müslümanlar bu yenilmişlik duygusuyla Hristiyan dinin metotları ve yöntemleri ile kendi kültürünü de unutarak maddeci bir bakış açısıyla dini sorunları çözmeye kalkışmıştır. Tabi olarak bu durum, sorunları çözmediği gibi başka dini problemleri de beraberinde getirmiştir. En önemli problemlerden birisi ise sünnetin kaynak değeri yok sayılarak Kur’ân yorumu tamamen kişilerin anlayışına ve inisiyatifine terk edilmiştir. Bu mantıkla başka asırda gelen bir kişi, kendinden öncekilerin fikrini beğenmeyip yine kendi görüşlerini temelsiz ve dayanaksız bir şekilde beyan etme hakkına sahip olacaktır. Çok önemli bir noktada ne acıdır ki düşman bir yerde başarılı olmuş ve cılız sünnet muarızları düşmanın istediği tarzda, aynı dili kullanmıştır.
“Kur’ân İslam’ı”, “Kur’ân bize yeter” vb. söylemleri içinde barındıran bu görüş şirin, iyi niyetli ve masum gibi gözükmektedir. Fakat bu söylemler, her ne kadar dini anlamaya çalışan Müslümanlar fark etmese de doğrudan Kur’ân’ı hedef alamayan kişilerin takındığı maskeden başka bir şey değildir. Zira bu söylem, Kur’ân ayetlerini anlamından uzaklaştıran, sünneti dışlayan ve İslamî kültürünü yok sayan bir anlayıştır. “Sadece Kur’ân yeter” anlayışının Kur’an’a geri dönüşü ve emirlerini yerine getirmeyi amaçladığını söyleyip yine Kur’ân’ın birçok ayetleriyle ters düşmeleri anlaşılacak bir durum değildir. Çünkü birçok ayet, Hz. Peygamber’e (s.a.s.) ittiba etmeyi emretmekte ve Müslümanlar arasında yaşanan sorunların onun rehberliğinde çözüme kavuşturulmasını istemektedir. Müslümanların kendi anlayış ve kavrayışlarından kaynaklanan problemlerin suçlusu elbette sünnet olamaz.