Duâda Rabbe Karşı Edeb / Doç. Dr. Adem Ergül

İbn Atâullah el-İskenderî –kuddise sirruh-, dualarımızda Allah’a karşı gözetilmesi gereken ince edebe şöyle işâret eder:
“Israrla dua etmene rağmen, Rabbin ihsanı gelmekte geciktiyse, ümitsizliğe düşme! Zira Yüce Mevlâ, dua edenin duasına icâbet edeceğini vaat etmiştir; ancak unutma ki, bu vaadin gerçekleşmesi, arzuladığın şeyin, senin istediğin gibi yerine gelmesi şeklinde değil, O Yüce Rabbin senin için istediğini vermesi şeklinde cereyan edecektir. Yine aynı şekilde bu icabet, senin istediğin zamanda değil, Zât-ı ulûhiyetin istediği vakitte olacaktır.”
İbn Atâullah –kuddise sirruh-, bu hikmeti, şu âyete telmihte bulunarak ifade etmiştir:
“Rabbiniz şöyle buyurdu: “Bana dua edin ki size karşılık vereyim” (Mü’min Suresi, 40/60)
Dua, Rabbimize karşı kulluk seviyemizi belirleyen en önemli ibadetlerden biridir. Bu hakikat, Kur’an-ı Kerim’de: “Duanız olmasa Rabbim size ne diye değer versin?” (Furkan Suresi, 25/77) ifadesiyle beyan edilmiştir. Aynı gerçeğe Allah Resulü -sallallahu aleyhi ve selem- de, “Kulluğun özü duadır.” (Tirmizi, Deavât, 1) sözleriyle işaret etmiştir.
İbadetlerde edeb, ibâdetin makbuliyetini artırır ve kulu ilâhî rızâya erdirir. Edebin en önemlisi ise Hakk’a karşı gösterilmesi gereken kalbî edeptir.
Kul olarak muhtaç yaratılmışız. Yüce Yaratıcı “Ey insanlar! Hepiniz Allah’a muhtaçsınız.” (Fâtır Suresi, 35/15) buyuruyor. Hepimiz bir şekilde Allah’a muhtacız. Gerçek bu olmakla birlikte, her insan bu acziyetinin farkında değildir. İnsan olmanın ve daha özelde kul olmanın zaruri sonucu, acziyetin farkında olmaktır. Bir kul, kendini ve Rabbini tanıdığı ölçüde dua ile bütünleşecektir. Duadan gaflet, kendinden ve Rabbinden habersiz bir hayatın ifadesidir.
Dua, Allah’tan istekte bulunmaktır. Ancak bu istek, sıradan bir talep değildir. Her istek, dua sayılmaz. Rabbimizden isteklerimizin dua sayılabilmesi için, gönülden bir yakarışla, âdetâ hissederek, büyük bir tevazu ve mahviyet içerisinde, bütün benliğimizle Yüce Rabbimize yönelip talebimizi arzetmemiz gerekmektedir. Ezberlenmiş bazı ifadelerin, içinde gönül olmadan dille tekrarı dua değildir. Duâ, dua olduktan sonra âyet-i kerimenin beyanına göre Rabbin icâbeti de muhakkaktır. Ancak bu icâbetin nasıl ve ne zaman gerçekleşeceği kulun isteğine göre değil, Rabbin Yüce irâdesine göre tezahür edecektir. İşte burada gönlün riâyet etmesi gereken önemli edepler vardır:
Öncelikle duanın müstakil bir ibâdet olduğunun şuurunda olmak gerekiyor. Bu şu demektir: Dua etmek için, mutlaka bir ihtiyacın olması gerekmiyor. Duaya yönelirken niyetimiz, bir ibadeti yerine getirmek şeklinde olmalıdır. Böyle bir edebe riâyet edilirse, gönül âleminde Rabbe karşı bir nezaketsizlik söz konusu olmayacaktır. Bir ihtiyacımızın karşılanması, nefsânî bir hazzımızın tatmini niyetiyle dua etmemiz, bu incelikten gâfil olmak demektir.
İbâdet niyetiyle duamızı Yüce Dergâha arzettikten sonra, sonucu Rabbimize havale edip tam bir teslimiyete bürünmek de kalbî bir edeptir. Talebimizin bizim istediğimiz şekilde karşılanmasını beklemek yerine, Allah Teâlâ’nın hayırlı olanı bize lütfedeceğine inanmak, Allah’a karşı göstermemiz gereken önemli bir edeptir. Zira insan kendisi hakkında hayır ya da şerrin ne olduğunu her zaman tam olarak bilme iktidarına sahip değildir. Kur’an-ı Kerim’de bu durum şöyle ifade ediliyor;
“…Bir şey, sizin hayrınıza olduğu halde ondan hoşlanmamış olabilirsiniz. Yine aynı şekilde sevip hoşlandığınız bir şey de sizin için şer olabilir. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (Bakara Suresi, 2/216)
“İnsan, hayrı istediği kadar, şerri de ister. İnsan pek acelecidir” (İsra suresi/11)
Kendi acziyetinin ve aceleciliğinin çoğu zaman farkında olmayan insana, İbn Atâullah Kur’an’ın bu hikmetiyle basiretli olmasını hatırlatır ve âdeta der ki: Yaptığın dua ve niyazlara Rabbin icâbeti senin istediğin şekilde tecelli etmeyebilecektir. Hem böyle olması, senin için daha hayırlıdır. Zira Rahmân, Rahîm ve her şeyi bilen Yüce Mevlâ, kuluna olan rahmet ve keremi sebebiyle senin için hayırlı olanı murad edecektir. Kul kendi isteğinde ısrar etmekle ancak kendini yoracak ve gereksiz yere üzülecektir. Bunun yerine Rabbe tam teslim olmak ve neticeyi O’na havale etmek, gönle tam bir huzur bahşedecektir. Allah Resulü -sallallahu aleyhi ve selem- bir iş hakkında tereddüde düşüldüğünde “istihâre duası” adıyla bilinen bir duayı bizlere tavsiye etmiştir ki bu duadaki ifadeler, tam bir dua edebi örneğidir. Şöyle ki:
“Ey Rabbim! Senin ilmine müracaat ederek hayrı senden istiyorum ve kudretine sığınarak senden kudret istiyorum ve senin büyük fazlından diliyorum; çünkü Sen, her şeye kâdirsin, ben bir şeye kâdir değilim. Sen bilirsin, ben bilmem. İdrak ötesi gayb âlemlerini de yine en iyi Sen bilirsin. Ey Rabbim! Senin ezelî ilminde bu iş benim dinim, hayatım ve işimin dünyevî ve uhrevî âkıbeti hakkında hayırlı ise onu bana takdir et ve müyesser kıl. Sonra da onun bereketini ver. Eğer bu iş senin ezelî ilminde benim dinim, hayatım ve işimin dünyevî ve uhrevî âkıbeti hakkında şerli ise onu benden geri çevir, beni de ondan vazgeçir ve benim için nerede olursa olsun yalnızca hayırlı olanı takdir et, sonra beni ona razı kıl.” (Buharî, Deavât, 48)
İnsan bazen kendisine çokça mal, mülk, evlat ve makam verilmesini talep eder. Ancak bu talebin kendisi hakkında hayır mı yoksa şer mi getireceğini bilemez. Bu itibarla yukarıdaki duada Nebiyy-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve selem- Efendimizin bize öğrettiği şekilde dualarımızın başında ya da sonunda ilâhî bilgi ve iradeye teslimiyetimizi ifade etmek ve kendimiz için hayırlı olanı takdir etmesini Yüce Mevlâmızdan niyaz etmek, dualarımızda riayet etmemiz gereken mühim bir edeptir. Kur’an-ı Kerim’de Karun’un zenginliğine imrenen bir grup insanın durumu, âdeta bir ibret tablosu olarak şöyle anlatılır:
“Karun, ihtişamı içinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını arzulayanlar:
– Keşke Karun’a verilenin benzeri bizim de olsaydı; doğrusu o çok şanslıymış! dediler. Kendilerine ilim verilmiş olanlar ise şöyle dediler:
– Yazıklar olsun size! İman edip sâlih amel işleyenlere Allah’ın mükâfatı daha üstündür. Ona da ancak sabredenler kavuşabilir.
Nihayet biz, onu da sarayını da yerin dibine geçirdik. Öyle ki Allah’a karşı hiçbir şey, hiçbir kimse onun yardımına yetişmedi; pek tabii, kendi kendine yardım edecek durumda da değildi. Daha dün onun yerinde olmak isteyenler:
– “Vah bize!” dediler, “Demek ki, kullarından dilediğine rızkı geniş tutan, dilediğine de ölçülü-idareli veren Allah’mış! Şayet Allah bize lütfetmemiş olsaydı, hiç şüphe yok, bizi de yerin dibine geçirirdi…” (Kasas Suresi, 28/79-82)
Kalbin riâyet etmesi gereken bir diğer edep de duanın icabet saatini Mevlâ’ya bırakmaktır. Zira duaya icabet, O’nun istediği zamanda tecelli edecektir, senin istediğin zamanda değil. Hatta öyle dua vardır ki, onun karşılığı âhirete bırakılmıştır. Esasen duada acelecilik ve isteğinin aynen karşılanma beklentisi, duayı bir ibadet olarak kabul etmekten ziyade, ihtiyaçlarının karşılanmasında onu bir vasıta olarak görmekten ileri gelir. Hatta duaya icabeti, Allah’ın kendisine karşı mutlaka yerine getirmesi gereken bir vazifesi olarak telakki etmektir ki bu durum, Rabbe karşı bir sû-i edeptir.
Allah Resülü -sallallahu aleyhi ve selem- Efendimiz duanın karşılığını beklemede acele edilmemesi gerektiğini şöyle hatırlatır:
“Dua ettim, ancak duama icabet edilmedi, diyerek acele etmediğiniz sürece dualarınıza icabet edilecektir.” (Buhari, Deavât, 22; Müslim, Zikir, 90,91)
İrfan ehlinin şu sözü ne kadar mânidardır:
“İbadet insanı cennete götürür, edeb ve tazimle yerine getirilen ibadet ise kulu Mevlâ’ya götürür.”