Fıkhın Tasavvufî Boyutu / Abdurrahman Elik

Gazâlî kimdir, hangi yıllarda yaşamıştır? Gazâlî’nin hayatını incelediğimizde biyografik anlamda neler dikkatimizi çekiyor?
Gazâlî, hicri 450-505, miladi 1058-1111 yılları arasında yaşamış, fıkıh, fıkıh usulü, kelam, felsefe ve tasavvuf gibi alanlarda ünü herkesçe bilinen büyük bir İslam âlimidir. Künyesi ve nisbesiyle Ebû Hamîd Muhammed b. Muhammed el-Gazâlî et-Tûsî olarak bilinir. Abbasi hilafetinin ve Fatımîler’in varlığını sürdürdüğü dönemde Alparslan, Melikşah ve Berkyaruk gibi Selçuklu sultanları zamanında yaşamış, I. Haçlı seferi, Kudüs’ün işgali, Hasan Sabbah’ın öncülük ettiği batınî hareketin yaşandığı zamana tanıklık etmiştir.
Gazâlî, Büyük Selçukluların hüküm sürdüğü coğrafyada yaşamış, meşhur Selçuklu veziri Nizamülmülk’ün kurduğu medresede Ebu’l-Meâlî el-Cüveynî gibi âlimlerden dersler almış, hocasının vefatı üzerine Nizamiye medreselerinde ders vermeye başlamıştır.
Gazâlî’nin ilmî kişiliğine baktığımızda son derece meraklı, şüpheci ve hakikat arayışı içinde olan bir kişilik karşımıza çıkmaktadır. Gazâlî kendisini bir hakikat arayıcısı olarak nitelemektedir. Nitekim küçüklüğünden beri taklit ile yetinmeyip en zor meselelere girişerek, karşılaştığı her iddianın hakikatini kavramaya çalıştığını ifade eden Gazâlî’nin hakikat arayışını Bağdat Nizamiye medresesi baş müderrisliği görevini yürütürken de sürdürdüğünü görüyoruz. Yüzlerce talebeye ders verirken bir yandan da dönemin hakikat iddiasında olan akımlarını incelemiştir. Bunlar sırasıyla kelam, felsefe, Batınîlik ve tasavvuftur. Gazâlî derinlemesine araştırdığı ve haklarında eserler kaleme aldığı bu akımların ilk üçünde aradığını bulamadığını ifade etmiş, nihayetinde tasavvufa yönelmiştir.
Kelam, felsefe ve Batınilik’ten sonra Gazâlî’yi tasavvufa yönelten sizce nedir ve Gazâlî bu süreci nasıl ifade ediyor? Hayatındaki kırılma noktaları nelerdir?
Gazâlî’nin hayatına baktığımızda onun iki önemli kırılma noktası yaşadığını görmekteyiz. Birincisi Gazâlî’nin Nizamiye Medresesi müderrisliği dönemindeyken sahip olduğu bilgileri sorgulaması sonucunda gerçekleşir. Gazâlî, zorunlu aklî bilgiler ve duyu organlarıyla elde edilenler de dahil o güne kadarki ilminin taklide dayalı olduğu sonucuna varır ve bu ilimlerin doğruluğundan şüphe etmeye başlar.
İki ay süren bu şüphe hali nihayetinde onu bir çıkmaza sürükler. Çünkü şüphe ancak bir delille zail olabilir. Oysaki aklî delillerden dahi şüphe eden Gazâlî’nin şüphesi tüm delilleri çürütmüş, nihayetinde kendisine hiçbir dayanak noktası bırakmamıştır. Gazâlî’nin bu halden kurtulması ise (aklî ve naklî delillerle değil) sadece Allah Teala’nın inayeti, kendi ifadesiyle “Allah’ın kalbine attığı bir nur” sayesinde olmuştur.
Gazâlî şüphe halinden kurtulduktan sonra yeniden duyusal veriler ve aklî verilere olan inancını elde ettiğini ifade ediyor. Birinci kırılma noktası olarak tanımladığımız bu süreç sonunda Gazâlî yeni ve özel bir epistemoloji geliştirir. Elde ettiği yeni bilgi anlayışı ile hakikat arayışını sürdüren Gazâlî, az önce ifade ettiğimiz sistemleri araştırmaya başlıyor. Kelam ve felsefenin aklî delillerini her ne kadar bazı kimseler için yeterli görse de kendisi için yeterli görmüyor, bu ilimlerin kendisini tatmin etmediğini ifade ediyor. Çünkü ona göre aklın belli bir sınırı vardır ve her mesele salt akılla çözüme kavuşturulamaz.
Kelam ve felsefeden sonra Batınîlik üzerine de çalışan Gazâlî bu grubun da iddialarının temelsiz olduğunu ifade etmektedir. İşte bu noktada, bir asıl ve dayanaktan yoksun olarak gördüğü Batınîlik’ten sonra Gazâlî’nin hakikat iddiasında olan bir başka disiplin olarak tasavvufa yöneldiğini görüyoruz.
Gazâlî, bu döneme kadar tasavvuftan bütünüyle bihaber değildir. Ancak bu dönemde tasavvufa dair eserleri derinlemesine inceliyor, Ebû Ali el-Farmedî gibi önde gelen sûfîlerin sohbetinde bulunmaya başlıyor. Neticede tasavvuf hakkındaki kanaatini şu ifadelerle dile getiriyor: “Kesin olarak anladım ki; mutasavvıflar yüce Allah’ın yolunu tutmuş kimselerin ta kendileridir. Onların tavırları en güzel tavır yolları en doğru yoldur. Ahlakları da en güzel ahlaktır.”
Gazâlî, tasavvufa dair incelemeleri sonucunda ahiret saadetine ulaşmanın ancak nefsi kötü isteklerden alıkoyup haramlardan sakınarak takva üzere yaşamaktan geçtiğini anladığını aktarmakta ve bunun da ancak kalbi dünya sevgisinden arındırmak, mal ve makam meşguliyetinden uzaklaşarak tamamen ahirete ve Allah’a yönelmekle olabileceğini ifade etmektedir. Ulaştığı bu bilinç düzeyiyle durumunu gözden geçiren Gazâlî, dünya meşgalesine dalmış olduğunu, yaptığı en hayırlı iş olarak ilimle uğraşmasının ve talebeler yetiştirmesinin altında dünyevi çıkar, makam ve şöhret elde etme niyeti olduğunun farkına vardığını ifade etmektedir.
Daha önce filozofları inandıkları gibi yaşamamakla eleştiren Gazâlî, eleştiri oklarını bu sefer aynı sebepten yani inancıyla örtüşen bir hayat sürememekten dolayı kendisine yöneltmiştir. “Bu gözlem ve düşüncelerim neticesinde dibi ateş çukuru olan derin bir uçurumun kenarında bulunduğumu, kendime çekidüzen vermediğim takdirde uçurumdan aşağıya, ateş çukuruna yuvarlanacağımı kesin şekilde anladım.” şeklinde aktardığı durumunu uzun süre tefekkür eder. Bunun neticesinde sahip olduğu konumu ve dünyevi imkânları terk ederek Bağdat’tan ayrılmayı düşünür. Ancak bu kolay olmayacaktır. Dünyadan uzaklaşarak inzivaya çekilme düşüncesine karşın nefsinin istekleri ve şeytanın vesveseleri arasında gidip gelen kararsızlığı kendisinin ifadesiyle altı ay sürmüş ve nihayetinde Gazâlî’yi konuşamayacak, ders işleyemeyecek bir konuma getirmiştir. Bu durumu daha da ilerleyince derin bir üzüntüye kapılarak yeme-içmeden kesilip zayıfladığını, doktorların derdine bir çare bulamadıklarını ifade etmektedir. İçinde bulunduğu halden Allah’a dua ederek kurtulduğunu ve sahip olduğu mevki, makam, zenginlik, aile gibi şeyleri terk etmeyi Allah’ın kendisine kolaylaştırdığını belirten Gazâlî, medreseden ayrılmasına sıcak bakmayan yöneticiler nedeniyle hacca gitme bahanesiyle, kendisine ve ailesine yetecek kadarı dışında tüm servetini dağıtarak Bağdat’tan ayrılır.
Tasavvufun kâl ilminden ziyade hâl ilmi olduğuna, yani sadece kitaplardan okunup anlaşılamayacağına ancak yaşanarak, amel edilerek elde edileceğine kanaat getiren Gazâlî’nin bütün mevki-makam ve statüleri terk ederek aralıklarla on yıl sürecek bir inziva hayatına başlaması ise hayatının ikinci büyük kırılma noktasını oluşturmaktadır. Bu noktadan sonra tasavvufa dair meşhur eseri İhyâ’u Ulumi’d-dîn başta olmak üzere birçok eser kaleme almış ve tasavvufi bilgiye önem atfederek ilimleri dünya ve ahiret ilimleri olarak yeniden tasnif etmiştir.
İlmin elde ediliş yolları ve idrak mertebelerini Gazâlî nasıl anlatıyor? İlimleri dünya ve ahiret ilimleri olarak ayırmasının nedeni nedir?
Gazâlî’ye göre insan doğuşta yalın bir haldedir. İnsanda ilmin toplandığı merkez, insanın özü olan kalptir. Kalbe bilgiler ilk olarak duyu organlarından gelir. Bebeklik ve ilk çocukluk döneminde insan duyu organları aracılığı ile bilgi alır. Bu idrak mertebelerinin ilkidir. Daha sonra insanda temyiz kuvveti gelişir. Bununla da kişi iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı ayırt etmeye başlar. Buluğla beraber insanda üçüncü idrak mertebesi olarak akıl gelişir.
Gazâlî’ye göre akıl insanın idrak noktasında gelişim aşamalarından biridir ve filozofların iddia ettiklerinin aksine insan için en üst idrak seviyesi değildir. İnsana akıl melekesi verildiğinde nasıl ki duyular ve temyiz ile idrak edemediği şeyleri algılayabiliyorsa aynı şekilde akıldan da üst mertebede bulunan bir aşama, bir algı mekanizması vardır. Gazâlî’ye göre akıl üstü bu mertebede insanda manevi bir göz açılır. Akıl ise bu manevi gözün idrak alanına giren şeyleri algılamaktan acizdir. Bu aşama ise nübüvvet nuru aşamasıdır. Nübüvvet nuru peygamberlerde vahiy olarak tecelli ederken velilerde keşif ve ilham olarak tecelli eder.
Gazâlî’de ilimler teleolojik ve pragmatik bir derecelendirmeye sahiptir. İlimler ahirette sağlayacağı faydaya ve ilmin marifetullaha ulaştırmaya vesile olması mukabilince öneme sahiptir. Buna göre ilimler dünyevî ve uhrevî ilimler olarak ayrılır. Bu ilimlere sahip olanlar da dünya âlimleri ve ahiret âlimlerini meydana getirir.
İlim akıl ve kalp ilişkilerini Gazâlî nasıl yorumluyor?
Önceki sorunuzda da ifade ettiğimiz gibi Gazâlî’de kalp anlayan idrak eden manevi bir cevherdir ve insanın özünü oluşturmaktadır. Kalbin akıl, ruh ve nefs ile yakın anlamı ve ilişkisi bulunur. Gazâlî’ye göre kalp bilginin aktığı bir merkezdir. Diğer canlıların kalbinden insan kalbini ayrıştıran iki özellik bilgi/ilim ve iradedir. Bilen bir latife olarak kalbe bilgiler iki yoldan gelmektedir. Çalışma ve öğretimle bilgiye sahip olunabileceği gibi bilgi/ilim, keşf ve ilham gibi yollarla kalbe doğrudan da aktarılabilir. Bilginin kaynağı, miktarı, niteliği, elde ediliş yöntem ve süresinin değişkenlik göstermesi açısından insanlar da âlim, hakîm, veli ve nebi gibi muhtelif makamlara sahip olurlar.
Kalp bedende sultan gibidir. Akıl ise onun veziri hükmündedir. Aklın selameti kalbin selametine bağlıdır. Bu itibarla günahlarla kararmış bir kalple beraber bulunan bir akıl, kalbin kararması, katılaşması, günahlara melce olması oranında işlevini yitirir. Nefsin boyunduruğu altına girer, kötülüğe yönelik çalışır. Aksine kalbin zikir, tefekkür ve salih amellerle desteklenmesi oranında da iyiliğe yönelik çalışır ve kalbe gelen ilimleri bedenin askerleri konumundaki uzuvlar sayesinde uygulamaya çalışır.
Gazâlî’ye göre ilimlerin en şereflisi “marifetullah” ilmidir. İnsan şeref ve faziletini marifetullahı kesp edebilmeye dair istidadından almaktadır. Marifetullah yani Allah’ı tanıma ise Gazâlî’ye göre ancak kalple edinilebilir. Çünkü Allah’ı bilen, Allah’a yaklaşan, Allah için amel eden, Allah’a doğru ilerleyip gayret eden, Allah indinde olanları keşfeden kalptir. Beden bütün organlarıyla kalbin hizmetkârı, alet ve aracıdır. Kalp insanın özü olduğu için kalbi tanımak kişinin kendini/nefsini tanıması demektir. Nefsini tanıyan ise Rabbini tanımış olur. Dolayısıyla marifetullaha ulaşmak/Allah’ı tanımak öncelikle kişinin kalbini tanımasıyla mümkündür.
Gazâlî fıkhın tasavvufi boyutunu nasıl değerlendirmektedir?
Gazâlî tasavvufa meylinden sonra kendi nefsinden başlayıp toplumsal, siyasi, ahlakî ve ilmi açıdan toplumun aksayan yönlerine genişleyen bir tenkit anlayışıyla hareket etmiş ve özellikle itikadî, ilmi ve ahlakî alanda bir toplumsal dönüşümü gerçekleştirmek için etkisi yaşadığı andan itibaren başlayıp bugüne kadar devam eden büyük bir ıslah ve ihya projesi başlatmıştır.
Önemli bir Şafii fakihi olan ve fıkhın zahirine dair daha önce kaleme aldığı eserleri Şafii fıkhına kaynaklık eden İmam Gazâlî’nin tasavvufa meylinden sonra amacı İslam dışı olarak gördüğü fikir, düşünce ve uygulamaların Müslüman toplum içinde yayılmasını önlemek, zararlarından halkı muhafaza etmek ve böylece ilk dönemde yaşanmış saf İslamî anlayışı yeniden canlandırmak/ihya etmektir.
Gazâlî’nin toplumsal ıslah ve ihya projesinin bir gereği olarak tüm eserleri bir bütünün parçaları mahiyetinde her biri belli bir konuya ve kitleye hitaben yazılmış eserlerdir. Onun bu amacı özellikle İhyâ’u Ulûmi’d-dîn kitabında tezahür etmiş ve yankısını daha çok burada göstermiştir. İhyâ’u Ulûmi’d-dîn’de Gazâlî fıkhî pratikleri tasavvufî arka planıyla beraber ele alır. İbadetlerin zahiri şekil şartlarıyla beraber batınî veçhelerine odaklanır. İbadetlerden kastedilen asıl manaya ulaşmaya çalışır, hikmetlerini ortaya koyar.
Yaşadığı dönemde fıkhın bir anlam daralması yaşadığını belirtir ve ilk asırda fıkhın “ahiret yolunu, nefsin gizli afetlerini ve amelleri bozan şeyleri bilmek, dünyanın basitliğini anlamak, bütün kuvvetiyle ahiret nimetlerine yönelmek ve kalbi Allah korkusunun sarması” şeklinde anlaşıldığını aktarmaktadır. Oysaki yaşadığı çağda fıkhî konuların sadece dünyaya bakan veçhesiyle ele alındığını ve fakihlerin bir takım usûl ve fürû meselelerinin zahiri ile ilgilenip batınını ve asıl kastedilen manaları görmezden geldiklerini ifade etmektedir. Fıkhın elbette ki fetvaları ve zahir hükümleri içerdiğini ve bunu inkâr etmediğini ifade eden Gazâlî’nin muhalefet ettiği mevzu, fıkhın ilk asırdaki geniş manasının aksine sadece zahir hükümlere indirgenmesidir. Bu durumu aşmak üzere Gazâlî, fıkıh ve fıkıh usûlü alanında el-Basît, el-Vasît, el-Veciz, Mustasfâ gibi eserleri olmasına rağmen yeni bir eser olarak İhyâ’u Ulumi’d-dîn’de fıkhî konuları zahir ve batın bütünlüğü içinde ele aldığını kaydetmektedir.
Gazâlî’de medrese ile tekke, akıl ile kalp, nakil ile ilham yan yana ve hatta iç içedir. Zahir ile batın, lafız ile mana, şeriat ile hakikat/tasavvuf, şehadet ile gayb, mülk ile melekût bir paranın iki yüzü gibi biri olmadan öbürü düşünülemeyecek bir bütünlük arz eder. Ancak onun mutasavvıf-fakih özelliğinin bir tezahürü olarak her zaman içerik şekilden, mana lafızdan, öz kabuktan, gaye vesileden, niyet amelden daha kıymetli bir konumdadır.
Gazâlî, amellerde zahir ve batın, şekil ve mana bütünlüğünün bulunması gerektiğini, şekil şartları tam olarak yerine getirilen bir ibadetten maksadın hâsıl olabilmesi için mutlaka batınî şartlarına da riayet edilmesi gerektiğini savunmaktadır. Gazâlî’de fıkhın tasavvufî boyutunu anlamak için onun fıkhî meselelere dair yorumlarına bakmak gerekir. Bu açıdan birkaç örnek verebiliriz.
Örneğin taharet/temizlik konusuna baktığımızda fıkıh eserlerinde bu konu sular bahsi, abdest, gusül gibi konular çerçevesinde ve bunların şekil şartları dahilinde işlenmektedir. Gazâlî de aynı şekilde konunun öncelikle şer‘i kısmını izah eder. Daha sonra tasavvufî veçhesini aktarır ve gerçek temizliğin sağlanması için bu iki yönünün de ihmal edilmemesi gerektiğini vurgular.
Abdestten misal verecek olursak Gazâlî temizliği dört mertebede ele alır. İlk mertebede abdest almak ve bedeni görünür kirlerden temizlemek vardır. Bununla kişi namaz vb. ibadetlerini yerine getirir. Temizliğin bu mertebesi genel olarak Müslümanların mertebesi olup en alt derecedeki temizliği ifade eder. İkinci mertebede azaları günahlardan temizlemek bulunur. Bu temizlik takva sahiplerinin temizliği olup bu sayede kişi haramlardan sakınarak ilahi emirleri gözeterek edep üzere davranır. Üçüncü mertebede ise kalbin kötü ahlak ve huylardan temizlenmesi yer alır. Bu da muttakilerin mertebesi olup bununla kişi kalbini haset, kibir, riya, hırs, vb. kötülüklerden arındırarak yerine tevazu, kanaat, tövbe, sabır, havf, recâ, muhabbet gibi güzel ahlakları yerleştirir. Temizliğin son mertebesinde ise peygamberlerin ve sıddıkların temizliği olan sırrın Allah’tan gayrısından temizlenmesi vardır.
Yine örneğin namazdan örnek vermek gerekirse kalp huzurunu namazın ruhu olarak değerlendiren Gazâlî, bununla beraber namazın canlılık ve zindeliğini koruması için pek çok tasavvufî şart olduğunu ancak kendisinin bunları altı başlık altında toparlayıp açıklayacağını belirtir. Bunlar, huzur-u kalb, tefehhüm, tazim, heybet, recâ ve hayâdır.
Huzur-u kalp ile Gazzâlî kişinin yalnızca okuduğunu ve yaptığı işi düşünmesini, kalbini bunlar dışındaki mâsivâdan korumasını kasteder. Tefehhüm ne söylediğini anlamaktır ve üzerinde düşünmektir. Bu ise kalp huzuru sağlandıktan sonra ortaya çıkabilir. Bu iki şarttan sonra ise tazim ortaya çıkar ki bu ise saygı demektir. Tazimden sonra ise saygıyla karışık korkuyu ifade eden heybet hali doğar. Kişi huzur-u kalp ile ne söylediğini anlayıp üzerinde tazim ile düşündüğünde bu onda saygı ile karışık bir korku hali olan heybet halini meydana getirir. Recâ ise ümit beslemek demek olup kişinin yaptığı ibadette Allah’tan korkup (heybet) ona saygı (tazim) gösterdiği gibi mükafat beklemesi (recâ) gerektiğini de ifade eder. Son olarak ise hayâ hali gelmektedir ki bu da utanmak demek olup kişinin ibadetinde eksik ve kusurlarının farkına varmasından kaynaklanmaktadır.
Namazın ruhu mesabesinde gördüğü bu şartları detaylı olarak izah ettikten sonra Gazâlî’nin namazın şart ve rükünlerini de tek tek ele alıp tasavvufî yönlerini izah ettiğini görmekteyiz.
Gazâlî, eserlerinde ibadetler konusunda olduğu gibi nikâh, evlilik, alışveriş, çalışma, helal-haram, yeme-içme, misafirlik, sosyal ilişkiler ve haklar gibi muamelata dair konularda da güzel ahlak temelli yorumlarda bulunmaktadır. Bu konuları riyazet, nefis terbiyesi, mücâhede gibi temel tasavvufî kavramlarla ilişkilendirerek zengin açılımlar getirmektedir. Ancak burada sözü uzatmamak adına onun bir diğer ibadet olan oruç hakkındaki tasavvufî açıklamalarından sadece bir misal ile bitirelim.
Gazâlî, orucu avamın, havasın ve ahassu’l-havasın orucu olmak üzere üçe ayırmaktadır. Buna göre avam sadece yeme içme ve cinsi münasebetlerden sakınırken, havas bunlarla beraber göz, kulak, el, dil, ayak gibi diğer tüm azalarını da günahtan koruyarak oruç tutar. Ahassu’l-havas ise bu iki sınıfın dikkat ettiği hususlara ek olarak kalbini Allah’tan başka her şeyden koruyup, mâsivâdan sakınarak oruç tutar. Gazâlî’ye göre bu son sınıftakilerin orucu kalplerine Allah ve ahiretten başka bir şeyin gelmesiyle dahi bozulur. Bunlar Peygamberler, sıddıklar ve mukarreblerdir.
Sonuç olarak Gazâlî’nin hakikat arayışında kelam, felsefe ve Batınîlik üzerine yoğun mesai harcadığını, nihayette ise tasavvufta karar kıldığını görmekteyiz. O, epistemolojisinde tasavvufî bilgiye üstün bir paye biçerek fıkhî meseleleri tasavvufî bakış açısıyla değerlendirmiştir.
Gazâlî, fıkhî konuların önemli bir bölümünü teşkil eden ibadetler ile inanç esasları ve tasavvufî ilkeler arasında sıkı bir ilişki kurar. İbadet konularını işlerken iman ve ahlak konularını da vurgulamakta, ibadetlerde asıl kabul ettiği kalbin amellerine dair tasavvufi anlamda geniş yorumlar yapmaktadır. Bu itibarla o, iman-İslam-ihsan bütünlüğünü korumaya çalışmaktadır.
Ona göre tasavufî adaplarına riayet edilen ibadetler, manasız şekiller olmaktan kurtarılarak bir ruh ve anlam kazanır. İman ve ihsanla yerine getirilen ibadetler sayesinde elde edilen mükâşefe haliyle gaybî konular ve Allah Teâla’nın sıfat ve esmasının tecellileri keşfedilir, imanda yakîne ulaşılır.