“Hz. Peygamber ve Tabiat” adlı kitabın yazarısınız. “Çevre krizleri özünde bir zihniyet krizidir” diyorsunuz. Konuyu biraz açar mısınız?
Çevre krizleri çağımızın en önemli sorunlarının başında gelir. Bunlar insan aktivitelerinin doğal çevreye verdiği zararlar nedeniyle meydana gelmiştir. Örneğin, iklim değişikliği fosil yakıt kullanımı, ormansızlaşma ve endüstriyel faaliyetler sonucu oluşmakta ve bu durum aşırı yağmurlar, deniz seviyesi yükselmesi ve çevre kirliliği gibi birçok problemi beraberinde getirmektedir. Ayrıca, endüstriyel atıklar, tarım kimyasalları ve evsel atık sular, suyun kirlenmesine, toprağın bozulmasına ve biyoçeşitliliğin azalmasına yol açmaktadır. Toprağın bozulması ise verimliliği düşük tarım arazileri, erozyon ve ekosistem bozulmaları gibi birçok büyük soruna neden olmaktadır. Çevre krizlerinin bir kısmını oluşturan bu gelişmeler doğrudan insanın hatalı ve bilinçsiz davranışlarının sonucudur. Çünkü tabiatı gerektiği gibi tanımıyor, çoğu kişi tabiatı salt madde olarak algılıyor.
Sürecin aktörü insandır ve insan faaliyetleri de onun dünya tasavvurunun ve zihin kodlarının reel hayata yansımasının bir sonucudur. Bu sebeple çevreye yıkıcı zararlar veren bu spesifik zamandaki insan tasavvurunu ve onun asırlar içindeki (modern dönem) oluşum sürecini iyi anlamak gerekir. Bu sebeple biz kitabın ilk bölümünde bu konuyu detaylıca ele almaya çalıştık.
Bu konunun tarihsel arka planına dair neler söylemek istersiniz?
Modern Dönem bu süreci meydana getiren Rönesans dönemi, Akıl Çağı, Aydınlanma Çağı ve İdeolojiler Çağı’nı içine alan 4-5 asırlık bir tarihsel aralığı ifade eder. Bu dönemde Orta Çağ’ın skolastik düşüncesinden materyalist düşünceye geçilmiştir. Bu da değerler dizisinde (paradigma) köklü değişiklikler meydana getirmiştir. Bunlardan birisi de tabiat tasavvurudur.
Orta Çağ düşüncesinde doğaya dair hâkim paradigma Aristotelesçi düşünceye dayanmaktaydı. Bu paradigma, doğanın tamamen organize, doğal düzene uygun ve Tanrı’nın tasarladığı bir yapıya sahip olduğunu savundu. Buna göre doğanın her unsuru, kendine özgü bir işlevi yerine getirir ve doğanın yaratılış amacı insanın yararına hizmet etmektir.
Modern dönemde bu anlayış terk edildi. Yeni bilimsel düşünce doğanın rastgele ve kaotik olduğunu ve doğal süreçlerin belirli kurallara ve yasalara göre işlediğini esas aldı. Doğanın yapısı ve işleyişi, evrimsel süreçler ve doğal seçilim yoluyla gelişen bir sonuç olarak kabul edildi. Tabiat bir makine gibi salt maddeci perspektiften açıklandı.
Bu dönemin sonuçlarından birisi de Sanayi Devrimi’ydi. Bu devrimle birlikte başlayan endüstriyel faaliyetler, doğal kaynakların kontrolsüz kullanımını ve çevre kirliliği gibi sorunları tetikledi. Günümüzde insanlığın karşı karşıya kaldığı çevre krizleri bu sürecin sonuçlarındandır.
Ortaçağdan günümüze bu konuda neler değişti? Günümüzde moderniteyle gelen bir anlam bunalımından bahsedebilir miyiz?
Fritjof Capra, “Newtoncu Dünya Makinesi” kavramsallaştırmasıyla bu değişimi açıklar. Newton öncesi dönemde var olan doğa anlayışının, doğayı canlı bir organizma olarak gören, bütünsel bir bakış açısına sahip olduğunu belirtir. Ancak Newton’un keşifleriyle birlikte, doğa artık mekanik bir sistem olarak görülmeye başlanmıştır. Bu anlayış insanların doğayı kontrol etme ve sömürme arzusunu tetiklemiş, sanayi devrimi gibi olaylara zemin hazırlamıştır. Doğanın bir mekanizma olarak görülmesi doğa ile insan arasındaki ilişkiyi anlamakta yetersiz kalmıştır çünkü modern insan doğanın bütüncül ve dinamik bir sistem olduğunu ve insanların da bu sistemin bir parçası olduğunu ıskaladı. Bu anlayışın oluşmasında Descartes, Galileo ve Bacon gibi düşünürler önemli rol oynadılar. Descartes, matematiksel düşünce sistemini doğaya uygulamış ve doğayı bir makine gibi ele almıştır. Galileo, doğanın fiziksel yasalarının evrensel olduğunu keşfetmiş ve doğanın bu yasalara uygun olarak işlediğini savunmuştur. Bacon ise, doğanın sırlarını keşfetmek için deneysel yöntemlerin kullanılmasını önermiş ve bu da doğanın mekanik bir şekilde anlaşılmasına katkı sağlamıştır.
Kendi anlam dünyamıza döndüğümüzde insanlığın iyilik ve güzellik adına en anlamlı referansı olan Hz. Peygamber’in (s.a.v.) hayvanlara bakışı ve hayvanlarla olan ilişkilerine dair neler söylemek istersiniz?
İslâm’ın merkezî şahsiyeti ve insanlığa gönderilmiş rol modeli (gudvetu’l-hasene) Hz. Muhammed’dir. O, Allah’ın tüm varlıklara rahmet olarak gönderdiği bir resûldür. “(Resûlüm!) Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiya: 21/107) Hz. Peygamber’in (s.a.v.) rahmet olma özelliği sadece insanları kapsamaz. Tebliğ ettiği ve yaşayarak insanlara gösterdiği ilahi mesaj rahmetiyle tüm varlıkları da kuşatır.
Öğretilerinin temelinde ahlâk ve merhamet olan Hz. Peygamber (s.a.v.) hayvanlara eziyet edilmesini, dövülmesini, zararlı olanlar dışındakilerin öldürülmesini, hayvanlara güçlerinden fazla yük yüklenilmesini yasakladı. Hayvan sağılırken yavrusuna yetecek kadar süt bırakılmasını emretti ve hayvan sahiplerinin onların bakımıyla, yiyecek ve içeceklerini temin etmekle mükellef olduklarını beyan eden birçok hüküm vazederek bu meseleyi İslâm hukuk sisteminin bir parçası hâline getirdi. Meseleyi dünyevî hukukla irtibatlandırmakla yetinmeyerek hayvanlara merhamet gösterilmesinin, Allah’a yakınlaştıran ve günahların affedilmesine vesile olan yüce bir ahlâk davranışı olduğunu söyleyerek metafizikle ilişkisini de gösterdi.
Hz. Peygamber (s.a.v.) insan-tabiat ilişkisine nasıl bakıyor?
Tabiattan kastımız; hayvanlar, nebatat (bitkiler) ve cemadat (donuk varlıklar) dediğimiz varlık kategorileridir. Hz. Muhammed’in (s.a.v.) öğretilerinde tabiat Allah’ın varlığını, birliğini, kudretini ve sonsuz gücünü göstermektedir. Tabiatın her bir unsuru hem kendi özelinde hem de bağlı bulunduğu ekosistemin düzeni, uyumu ve bütünlüğü içinde yaratıcısına dair işaretler barındırmaktadır. Buna göre tabiat şuursuz, amaçsız, hayatı olmayan salt bir madde değildir. Tabiat insanın istifadesine sunulmuş olsa da insan onu sömüremez. Tabiatın hukukunu korumak ve onunla uyumlu yaşamak zorundadır.
Varlıkların tesbihatı konusu da çok ilginç ve bizler için doğal. Maddenin ve mevcudatın tesbihatını bir de sizden dinlemek isteriz…
İslâm’ın tabiat tasavvuru Kur’an ve hadis metinlerinde insanlara açıklanmıştır. Buna göre tabiat varlıkları bir amaç ve hikmet üzere yaratılmıştır. Bu varlıkların, insanların mahiyetini tam bilemediği bir tür bilinçleri bulunmaktadır. Bu bilinç düzeyleriyle Allah’ı tesbih etmekteler. Âlimler arasında bu hususta bazı ihtilaflar bulunmaktadır. Muhaddislerin çoğunluğuna göre tabiat varlıklarındaki bu temyiz kabiliyeti hakiki manadadır fakat kendi tabiatlarına uygun olarak faaliyet göstermektedir.
Bir misal olarak modern insanın mutlak manada cansız, şuursuz gördüğü cemadat varlıklardan dağı ele alalım. Hz. Peygamber (s.a.v.) Hayber’den dönerken Uhud dağı göründüğünde şöyle buyurmuştur:
“Bu bizi seven bir dağdır. Biz de onu severiz.”
Görüldüğü üzere hadiste iki yönlü bir sevgiden söz edilmektedir: İnsanın dağı sevmesi, dağın da insanı sevmesi. İnsanın dağı sevmesi herkesin tecrübe edebileceği gayet açık bir durumu ifade etmektedir. Ancak dağın insanı sevmesi nasıl anlaşılmalıdır? “Bu bizi seven bir dağdır.” sözü mecazi bir ifade midir yoksa açık anlamıyla hakiki bir sevgiyi mi kastetmektedir? Âlimlerin çoğunluğu dağın sevmesini mecaza değil hakikate hamlederler. Ama bunun tam mahiyetini biz bilemiyoruz. Buna, “Allah korkusundan yuvarlanan taşlar vardır.” (Bakara: 2/74) gibi âyetleri ve ufak taşların Allah’ı tesbih etmesi, Hz. Peygamber’in (s.a.v.), “Ben Mekke’de öyle bir taş bilirim ki bana selâm verirdi.” hadislerini delil gösterirler. Bu tabiat tasavvuru görüldüğü gibi dağa bile bir şuur ve sevgi atfetmektedir.