Kur’an, Peygamber ve Ümmet ilişkisi / Mehmet Talu Hocaefendi

 

Türkiye’de son zamanlarda ve geçmişe de dayanan farklı bir duruş var. Modern İslam adı altında insanlara takdim edilen, daha çok meal ağırlıklı bir yapılanmayla giden ve televizyonlarda da, kökü sağlam bir gelenekten gelen tasavvufa ve hatta temelinde İslam olan pek çok konulara da muhalif duran bir tarz var. Kur’an, Peygamber ve ümmet ilişkisi kaçınılmaz bir zincir. Bu hat, bu bağlılık nasıl sağlıklı oturtulabilir? Bu zincirde bir kopukluk varmış gibi addedip “Bize Kur’an yeter.” gibi bir kurgu var bu insanların kafasında. Bu durumu İslam ilim geleneği açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu soru, çok geniş değerlendirilmesi gereken bir soru. Şunu ifade edeyim ki ne yazık ki memleketimizde dini, asli konumundan çıkarabilmek için birtakım yıkım faaliyetleri var. Bunlar şer güçler tarafından belirli programlar dahilinde yapılıyor. Artık her gruba birtakım görevler veriliyor. Mesela bir grup “mezheplere gerek yok” deyip bunu yaymaya çalışıyor. “Bize Kitap ve sünnet yeter. Herkes kitap ve sünneti eline alsın, anladığı şekilde amel etsin.” şeklinde bir yaklaşım… Halbuki mezheplerin dayandığı temel konu Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerdir. Dolayısıyla mezhepleri inkâr etmek kişiyi dinsizliğe götüren bir köprüdür. Bu şekilde çalışan gruplara zaman zaman rastlıyoruz. Mesela bir konferansa gidiyorsunuz, konferans esnasında soru yazılı olarak sorulmuyor da  konferans sonunda adam kalkıyor ayağa, sesli bir şekilde “Mühim bir soru soracağım…” diyerek şov yapıyor. Ya da kitap imzalarken “Efendim merak ediyorum, Peygamberin mezhebi hangi mezhepti?” şeklinde soruyor. Biz artık bu soruların kışkırtma olduğunu bildiğimiz için o kişiye diyoruz ki: “Ey kardeşim! Bu soruyu Talu Hocaya sor diyenlere şöyle de: Bu soruyu sormak; ordu komutanının bölüğü hangi bölüktür, ordu komutanının mangası hangi mangadır sorusu kadar mantık dışıdır, akılsızlıktır.” Ordu komutanının bölüğü olur mu? Hepsi ona bağlı. Peygamberin mezhebi olur mu? Mezheplerin hepsi ona bağlı. Ayet-i kerimeler, hadis-i şerifler ortada. Ancak müçtehitlerimizin bazı tali konularda farklı yaklaşımları oluyor, konu hakkında ravilerin farklı rivayetleri oluyor ve bunlar değerlendirilip bir netice ortaya konuyor. Kısacası bir kısmı işe buradan başlıyor. Sonra bir bakıyorsun bir kısmı hadis-i şerifleri de inkâr ediyor. Sonra “Bize Kur’an yeter.” diyecek hale geliyor. İnkâr bir başladı mı onun sonu gelmez.  Halbuki “Kur’an bize yeter” diyen bile, yeni Müslüman olmuş birisinin eline Kur’an’ı verse ve o kişi Kur’an’ı okusa “Bunun açıklayıcı mahiyette bir kitabı olması lazım.” der ve onu arar. İşte o da hadis-i şeriflerdir. Bir kısım da var ki bunlar ayet ve hadisleri inkâr etmiyor ama onların yorumlarını farklı hale getiriyor. 

Tevhid dini İslam dininde birlik beraberliğin elbette önemi büyük ancak bu birlik beraberlik bağlamında diğer semavi dinlerin yeri ve konumu nasıl belirlenecek. Yani tevhid ve birlik beraberlik noktasında onları zihnimizde nasıl konumlandırmalıyız?

 Müslümanlar üzerlerine düşeni yapmalı. İslam mademki kıyamete kadar bakidir, o halde çalışmamıza gerek yok demek çok yanlıştır. Evet, İslam kıyamete kadar baki ama illa şurada baki diye bir kayıt yok. O bölge insanı sahip çıkmazsa Allah oradan İslam’ı alır bir başka yere verir. Üzülerek bunları hatırlıyoruz; Mesela bugünkü İspanya, Portekiz bölgesi, Endülüs bölgesi altı asır İslam’a hizmet etmiş… Endülüs medeniyeti bugünkü Avrupa medeniyetinin temellerini oluşturur. Avrupalılar o medeniyeti alıp hep kendilerine mâl etmişlerdir. Biz bunu şu kitaptan aldık, şu âlimden aldık demiyorlar, ilmî buluşları kendilerine mâl ediyorlar. Yine, Malikî mezhebinin en büyük uleması orada yetişti, Kurtubî Tefsiri Kurtuba’da yazıldı. Ancak biliyorsunuz ki bugün oralarda İslam’ın “i”si yok. Mesela Hindistan’da, bundan dört yüz yıl kadar öncesinde İmam-ı Rabbanî Hz.’nin hayat sürdüğü dönemlerde Hindistan’ın tamamında İslam hâkimdi ve Müslümanların sayısı %80’in üzerindeydi. Ama ne yazık ki bugün Hindistan’ın durumu malum. Hele hele İmam-ı Rabbanî Hz.’nin beldesi olan Serhend otuz bin nüfuslu bir şehir, Müslümanların sayısı ise üç yüz civarında ve büyük bir sıkıntı içerisindeler. Her an öldürülme tehlikesi ile yaşıyorlar. Oradaki Sihlerin Müslümanlara saldırılarını zaman zaman basından da duyuyoruz. Dolayısıyla bütün Müslümanların, ferdinden devletine, hepsine varana kadar güzel bir şekilde çalışmaları lazım. Ne yazık ki bugün tespihin imamesi kopmuş gibi. Biliyorsunuz doksan dokuzluk bir tespihin iki tane müezzini ve bir de imamesi vardır. O imame koptu mu hepsi darmadağın olur. Kitabı da tutan şirazedir, o dağıldı mı yapraklar dağılır. İşte İslam âlemi bugün bu durumda. Bugün elli yedi tane İslam ülkesi var ama bırak elli yedi tanesini ne yazık ki iki tanesi bile bir araya gelemiyor. Bazı adımlar atıldığını duyuyoruz ve seviniyoruz. İnşallah yetkililer gerçekleri görürler ve bu konuda gerekli adımları atarlar, halk zaten bunu bekliyor. Bilhassa Hac ve umrede görüştüğümüz Müslümanlarla hep bu konudan şikâyetleniyoruz. Ama idarecilerin -bunun derdini taşıyanları istisna ediyoruz- genel olarak baktığımızda böyle bir dertleri yok. Çünkü bugün küfrün elebaşlarına bağımlılar, onlardan kurtulmaları onlara göre zor gözüküyor. Rabbim kadirdir, onları alaşağı eder ve yerine razı olduğu kimseleri getirebilir, hiçbir zaman ümitsiz olmamak lazım. Bundan otuz sene önce Sovyetlerin durumunu bilirsiniz. Otuz sene önce, Sovyetlerin dağılıp bu hale geleceğini söylemek değil kimse düşünmek bile istemezdi ama her şey bir günde oldu. Bugün de inanıyoruz ki güç Allahu Teâlâ’nın elindedir, izzet Allahu Teâlâ’nın elindedir, onu dilediğine verir. Müslümanlar olarak bu gücün kuvvetin verilmesine layık olalım. Allahu Teâlâ lütfeder ve sözde güçlü gözüken gayrimüslimlerin güçsüz oldukları ortaya çıkar. Onlar aslında çok fazla güçlü değiller. Müslümanların güçsüzlüğünden dolayı onlar güçlü gözüküyorlar. Müslümanlar güçlerini gösterebilseler hepsi ‘puf’ diye sönecekler.

“Yalnız sana ibadet eder, yalnız senden yardım dileriz.” ayetinin zahir batın, tasavvuf şeriat vs. tartışmalarındaki yeri… Bunu insanlar adeta göbeğe oturtuyor. Oysa gelenekte, kıssaların hakikatin temsilinden doğduğunu, kerametin Kur’an kaynaklı hak oluşunu reddedemezsiniz, mucizeye ulu orta söz söyleyemezsiniz. Yani pozitivist kafanın esintileriyle İslam’ı değerlendiren bir tarz var. Bu konulara özel değinmek ister misiniz? “Yalnız sana ibadet eder, yalnız senden yardım dileriz.” ayeti, yanlış mı anlaşılıyor? 

Aslında bu ayeti bu şekilde gündeme getirenlerin büyük bir kısmı bu yıkıcı çalışmaların bir bölümünü teşkil ediyorlar. Bunlar da tasavvuf ve tarikatları yıkmak için birtakım çalışmalar yapanlardır. Bu şahıslar “Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz.”  ayetini sık sık dile getiriyorlar. Dinimiz tevhid inancıdır ve dinimiz bilhassa üç konuda tevhidi ister. Birisi “ulûhiyette tevhid”, bir tek Allahu Teâlâ’ya inanmak. Mesela Mekke müşrikleri bir tek Allah’a inanıyorlardı. “Andolsun, eğer onlara, “Gökleri ve yeri kim yarattı?” diye sorsan, mutlaka <Allah> derler. De ki: “Hamd Allah’a mahsustur.” Fakat onların çoğu bilmezler.” (Lokman 31/25) Ebu Cehil, Ebu Leheb Allah’a inanıyorlardı, elbette Allah vardır, birdir diyorlardı ama şirke düştüler… Neden şirke düştüler? İşte Tevhidin ikinci kısmı “ubudiyette tevhid” yani bir tek Allah’a ibadet yapmak. Mekke müşrikleri ibadetlerini Allah’a değil putlara yapıyorlardı. Buraya dikkat edin! Putları vesile etmiyorlardı, putlara direk ibadet ediyorlardı. Bugün bu ayeti kullanıp tarikat erbabına, tasavvuf erbabına dil uzatanlar bu inceliği bu ayrımı ya görmüyorlar ya da görmemezlikten geliyorlar.

“Vesile” konusuyla bu aynı mıdır?

Vesile konusu farklı, vesile Cenab-ı Hakk’ın bir emridir. Mâide suresinde; “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının, O’na yaklaşmaya vesile arayın ve O’nun yolunda cihad edin ki kurtuluşa eresiniz.” (Mâide 5/35) buyruluyor. Vesile nedir? Vesile Allah’ın bir emridir, ibadet sadece Allah’a olacak… “İyi bilin ki halis din yalnız Allah’ındır. O’nu bırakıp da başka dostlar edinenler, “Biz onlara sadece, bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.” diyorlar. Şüphesiz Allah, ayrılığa düştükleri şeyler konusunda aralarında hüküm verecektir. Şüphesiz Allah, yalancı ve nankör olanları doğru yola iletmez.” (Zümer 39/3) Mekke müşrikleri “Biz onlara sadece, bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz” diyorlar, tabir açık, ibadet ediyoruz diyorlar. Bugün siz hiçbir tasavvuf erbabının, tarikat erbabının “Biz şeyhimize, şuna buna ibadet ediyoruz.” dediğini duydunuz mu? Ben duymadım. Böyle bir şey yok! 

Demek ki ibadet farklı şey, vesile farklı şey ve vesile her şeyde var. Hastasınız doktora gidiyorsunuz, şifa veren Allah’tır, doktor vesiledir. “Şu doktor bana iyi geldi şifabuldum.” sözünü biz mecaz kabul ederiz, bu tabi bilinçsizce söylenen bir sözdür. Bir insan bunu bilinçli olarak söylerse dinden çıkar. Vesileyi de yerinde iyi kullanmak lazım.

Elfaz-ı küfrün içine koysanız bile niyetle alakalı değil midir?

Tabi niyetle alakalı. Dediğim gibi, biz bunu mecaz kabul ederiz. Kur’an-ı Kerim’de de mecaz çok var. Mesela Kur’an’da Cenab-ı Hakk “Köye sor.” diyor. Köye soru sorulmaz, kime sorulur? Köyde oturanlara sorulur. Mesela “Sobayı yak.” deriz. Soba yakılmaz sobanın içerisindeki odun, kömür yakılır. Bu gibi ifadeleri mecaz olarak değerlendiririz ve kesinlikle Müslüman böyle inanmaz deriz. Çünkü Müslüman şunu bilecek: Aklına gelebilecek her şey; faydalı zararlı, iyi kötü, güzel çirkin ne varsa hepsinin yaratıcısı Allah’tır. Her şeyi Allah yaratıyor, onun dışında bir yaratıcı yok. Allah’ın iyiliklere güzelliklere rızası vardır, ibadet taate rızası vardır ve bunu teşvik eder, bunu yapanları mükâfatlandırır. Ama haramlara, kötülüklere, çirkinliklere, ahlâksızlıklara rızası yoktur. Bir insan iradesiyle kötü olanı tercih ederse onu yaratır ama karşılığında da cezasını verir. 

Dolayısıyla ibadet sadece Allah’a yapılır, “ubudiyette tevhid.” Başka hiçbir şeye ibadet edilmez, Allah’tan başka herhangi bir şeye ibadet etmek şirktir. Hatta riyakârlık bile gizli şirktir. Riya, bazı menfaatler elde etmek niyetiyle, başkasının işitmesi ve görmesi için ibadet yapmaktır. Memleketimizde, riyakârlık hariç böyle ubudiyette şirke ben şahsen rastlamadım.

Herkes, kime ibadet ettiğini biliyor zaten.

Evet doğru… Ama riyakârlık maalesef oluyor. Hocalar bile bazen bilmeden mütevazılık yapayım derken riyakârlığa düşüyor, Allah hepimizi muhafaza eylesin. Örneğin konferanslarda bunu çok görürüz. Bir şahıs çıkar konuşmaya başlar, tabi orada dinleyen bir sürü zevat var cemaat var. “Efendim ben bu kürsüye layık değilim de işte bana çık dediler, o yüzden ben çıktım ama layık değilim de...” Bir yersiz mütevazılık… Birisi “Mademki öyle in aşağı” dese adamın canı sıkılır. Çünkü adam dinleyicilerden “efendim estağfirullah” gibi bir cevap beklentisi içerisinde oluyor. Bu bile gizli şirktir, yani riyadır.

Hiç unutmadığım bir hatıramı paylaşmak isterim. Bir vilayette görevliyim ve bir arkadaşımla beraber hocamızdan Arapça dersi alıyoruz. Arkadaşımın Arapça konuşması benden daha mükemmeldi fakat medrese tahsili olmadığı için illetli kelimelerde sıkıntı çekiyordu. Biz o konuda biraz daha tecrübeliydik. İlletli kelime, özel durumu olan Arapça kelimedir. O arkadaş gelir sorardı ben de söylerdim, sonra derdi ki: “Ben bunu bilemedim benden Arapça hocası olur mu?”  Ben de “Estağfirullah niye öyle diyorsun ki ilim bu. Bizim de bir sürü bilmediklerimiz var.” derdim. Bir gün hakikaten basit bir kelime sordu, ben de artık şaka yaptım. “Sen bunu nasıl bilmezsin Arapça hocası olmuşsun.” dedim. Birden bire “Sen bana bunu nasıl söylersin.” dedi. “N’olmuş sen hergün söylüyorsun, ben bir kere söyledim.” dedim. “Ben söylerim sen söyleme.” dedi. “Demek ki o sözünde samimi değilsin. Çünkü kendin söyleyince benim estağfirullah dememi bekliyorsun. Ben söyleyince ise ağırına gidiyor.” diye uyardım onu. Şunun altını çizmek istiyorum, yersiz mütevazılık da bir kibirdir, Allah korusun. 

Tevhidin üçüncü ayağı “hükümde tevhid”. Kur’an’da şöyle buyrulur: “...Hüküm sadece Allah’a aittir. O size kendisinden başkasına ibadet etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur...” (Yusuf 12/40) Müslümanın doğumundan ölümüne kadar helalleri, haramları, farzları, şahsi hayatında, ev hayatında, iş hayatında bütün hükümleri koyan Allah’tır. Müslüman bunu böyle bilmek böyle kabullenmek mecburiyetindedir. “Ben namaz konusunda Allah’ın namaz hükmünü kabul ederim, namaz kılarım. Ama mirasa gelince bu konuda Allah’ın hükmünü değil de İsviçre kanunlarını kabul ederim.” derse o zaman hükümde Allah’a şirk koşmuş olur. Bugün Türkiye’de, bu üçüncü konudan baktığımızda birçok Müslüman’ın ayağı kayıyor. Allah’ın hükmünü değil de işine hangisi geliyorsa onu kabul ediyor… 

Geçenlerde miras konusunda bana danışmaya gelmişler. Baba ölmüş geriye hanımını bırakmış, kızı var, oğlu var… İki hükme itiraz ettiler. Dedim ki: “Siz hanımı olarak sekizde bir alacaksınız, kural açık net. Bakın Kur’an-ı Kerim’de namazın rekâtları belirtilmiyor ama mirasta Cenab-ı Hakk, kim ne alacak bizzat kendisi belirtiyor. Bir adam öldüğünde eğer adamın çocuğu varsa hanımı sekizde bir alır, çocuğu yoksa dörtte bir alır. Müslümansan bunu kabulleneceksin. Ben bunu kabul etmiyorum dersen dinden çıkarsın.” Kadın “Ben dörtte bir istiyorum.” dedi. Ben de “Allah’ın hükmü böyle. Ben bunu artıramam da eksiltemem de. Sekizde bir alacaksın. Ayrıca, ölen kocanızın babası altıda bir alacak. Eğer ölenin çocukları varsa ölenin annesi altıda bir, babası da altıda bir, ayrı ayrı hisse alır. Bu Kur’an’da yazılıdır, bunu kabul etmeyen dinden çıkar.” dedim. Kadın “Biz böyle istiyoruz, babaya miras olmasın, ben dörtte bir istiyorum. Medeni kanuna göre böyle.” dedi. Ben de “O zaman bana niye geldiniz, ben hâkim değilim ki. Medeni kanuna göre istiyorsanız buyurun mahkemeye müracaat edin. Ben bunu anlattıktan sonra siz bunu kabullenmezseniz bu kapıdan çıktığınız an ayağınızı cehenneme atmış olursunuz haberiniz olsun, ayetleri kabullenmiyorsunuz... Evet, Allah’ın emri öyle ama ben uygulamıyorum dersen gene haram işlemiş olursun, dinden çıkarsın.” dedim. Şöyleki “Namaz farzdır ben kılamıyorum, faiz haramdır ama ben alıyorum.” diyen dinden çıkmaz ama günahkâr Müslüman olur. “Amaaan be sen de! Namaza ne gerek var, kalbin temiz olsun.” dedin mi dinden çıkarsın. “Faiz niye haram olsun ki? Bugün artık iktisadi hayatın bir gerçeğidir, onsuz olmaz. Biz tefe yapmıyoruz, şunu yapmıyoruz...” diyen insan dinden çıkar. Peygamber bir şeyi haram kılıyorsa bunu kendiliğinden yapmıyor. Allahu Teâlâ’dan vahyini alıyor, ifadesini ona göre şekillendiriyor. Yoksa Peygamberin elinde bile bir şeyi haram kılma yetkisi yok. “Allah ve Resulü neyi haram kılmışsa...” ayeti vardır ama Resul de yine Allah’tan aldığını söyler. Bunun delili de yine başka ayetlerdir. “O (Peygamber) hevâdan (arzularına göre) konuşmaz. Onun tebliğleri (Kur’an ve sünnet) yalnızca Allah tarafından kendisine iletilen vahiylerdir.” (Necm 53/3,4) Bir hadiste Allah Resulü haramdır diyorsa bunu kabul ederiz ama o yine Allah’ın bir hükmüdür. 

Tasavvuf ve tarikata karşı çıkanların çoğu tasavvuftaki en hassas nokta olan rabıta, murakabe, tevessülün ne olduğunu bile bilmiyorlar. Bu konuda uygulamada bazı yanlışlıklar var mı var. Ama yanlışlıklar tarikata tasavvufa mâl edilmez ki… Altını çizerek söylüyorum: Bir Müslümanın hatası İslam’a ve Müslümanlara mâl edilemez. Bir cemaate mensup olan şahısların hatası o cemaatin liderine veya hocasına mâl edilemez. Bakarız, eğer cemaat lideri aynı görüşteyse ben o zaman o hatayı ona mâl ederim, bu onun hatasıdır deriz. 

Bir sene Hac’da tavaftan sonra oturdum bir şeylerle meşgul oluyordum. Oradaki görevliler gelip rabıta gibi konular hakkında sorular sordular, ben de cevaplandırdım. Mesela, rabıta nedir diye bir soru sorulduğunda ben tek kelimeyle şunu söylüyorum: Tövbe suresi 119. ayet-i kerimeyle amel etmektir. Nedir bu ayet? “Ey iman edenler Allah’tan korkun ve sadık kimselerle beraber olun.” Bu ayette iki tane emir var. Birisi takva sahibi olmak, diğeri sadık kimselerle beraber olmak. Mesela, ben inanıyorum ki siz sadık insansınız. Geliyorum sizinle beraber oturuyorum, geziyorum, dolaşıyorum, sizinle beraber olmaya çalışıyorum. Benim bu davranışım bu ayete uygun mu, uygun… Ama her zaman ben sizinle böyle maddi beraberlik yapamıyorum ki. Evim ayrı, icabında şehrim ayrı, icabında memleketim ayrı... Ayrı kalınca da gözümü yumuyorum sizinle beraber olduğumu düşünüyorum. Bu şekilde düşünmenin neresi şirk? Şu da bir gerçek ki Allah’ın koyduğu bazı kurallar var, kanunlar var (inançsızlar bunlara “tabiat kanunları” derler). Mesela, Allah yağmuru buluttan yağdırır, bizi dünyaya ana rahminden getirir. Allah kadirdir, bulut olmadan da yağmur yağdırabilir, ana olmadan da çocuk dünyaya getirebilir ki Âdem aleyhisselam gibi, baba olmadan da çocuk dünyaya gelebilir ki İsa aleyhisselam gibi. Ama kâinatın bir düzeni olması için Allah bu düzeni böyle koymuş. Allah’a sorulmaz, kimse Allah’a niye böyle yaptın diyemez. İşte sevgi, feyz, bereket, rahmet, nefret de kalpten kalbe gelir; bu da Allah’ın bir kuralıdır. Şimdi senin karşında sevmediğin birisi otursa ve hiç konuşmasa bile rahatsız olur kalkarsın. Karşında sevdiğin bir insan oturuyorsa hiç konuşmasa  bile sen rahat edersin. Niye? Çünkü karşındaki kişi sevdiğin birisiyse senden ona ondan sana sevgi, feyz, bereket akar. Bunu kimse inkâr edemez, Allah’ın kanunu bu… Sevmediğin insan varsa da nefret akar, bu böyle. Şimdi, insan sadık kimselerle beraber olunca sevgi, feyz akıyor. Uzak kaldığında da gözünü yumuyorsun beraber olduğunu düşünüyorsun yine sevgi akıyor, feyz akıyor. İşin aslı bu, rabıta tevessül hepsi budur. Burada yapılan bazı yanlışlıklara gelince o bizi bağlamaz. Daha birkaç gün önce birileri bunun şirk olacağını söyledi. Dedim ki: “Bakın bize sorulan, anlatılan şeyler hayali ihracat değil. Mesele, adam geliyor “Hocam ben bir dizi seyrettim, ardından abdest aldım, namaz kıldım. Namaz kılarken o dizideki beğendiğim kızı hayal ettim ve bazen ilişkiye bile girdim.” diye anlatıyor. Bu olmuş ve oluyor. Peki, bu adam namaz kılarken o dizideki beğendiği kızı veya hayatında sevdiği, nişanlandığı bir kızı düşünüyor. Şimdi bu  şirk oluyor mu? Tabi olmaz, diyorlar. “Ya bu adam bir yandan namaz kılıyor ama haram iş işliyor. O dizideki kızı düşünerek, onu hayal ederek ilişki kuruyor. Bu adam müşrik olmuyor da ben, zihnim dağılmasın diye sağa sola gitmesin diye namaz kılarken önce Allah’ın huzurunda olduğumu düşünüyorum, Kâbe’de olduğumu düşünüyorum, önümde yanımda şeyhimin ve arkadaşlarımın bulunduğunu düşünüyorum. Bunun neresi şirk?”

Evet, bu tamamen dine saldırmak amaçlı. Çünkü tasavvuf tarikat dinin bir gerçeği, bunu kimse inkâr edemez. Sahabe bir araya gelirdi, hatta bir araya gelelim de imanımız artsın anlamında “Bir araya gelelim de iman edelim.” derlerdi. Dolayısıyla tasavvuf, tarikat, tevessül, murakabe konularında ileri geri konuşanları ben iki kısımda değerlendiriyorum. Bir kısmı bilmediğinden dolayı konuşuyor, kişi bilmediğinin düşmanıdır… Nitekim bu insanlarla anlaşmak kolay, anlattın mı kabul ediyor. Hacdaki görevlilere böyle anlattım “Eğer rabıta böyleyse buna kimse itiraz edemez.” dediler. Ben böyle yapıyorum, başkası başka türlü yapıyorsa yanlış yapıyorsa o beni ilgilendirmez.

İkinci kısım ise art niyetli olanlar. Onlar görevli zaten, kendilerine görev veriliyor, “Televizyona çık şunları konuş şu kadar para al.” Bu bir vakıa. Televole ilahiyatçıların bir kısmı böyledir.

Bireysel kaygıyı aşıp neredeyse bin küsur yıldır bu metotla insan yetiştiren ve Müslümanlara faydalı olan bir geleneğe yönelik tekfir müessesesinin çalıştırılması da var. Tekfir müessesesinin böyle olur olmaz çalıştırılması doğru mu?

Bu çok kötü bir şey. Çünkü “Bir mümine kâfir diyen kâfir olur.” Ehl-i Sünnet âlimleri o kadar hassas davranmışlardır ki yanında kelime-i küfrü söyleyene “Sen kâfir oldun.” demezler. Ne derler? “Dikkat et bu sözü söyleyen kâfir olur.” derler. Orada bile bir ikaz bir uyarı… Çünkü insan kızabilir ve “Olduysam oldum.” diyebilir. 

Allah korusun…