Güzel Ahlâkı Yaşamanın Adıdır Tasavvuf Eğitimi / Prof. Dr. Süleyman Uludağ

Zaman zaman tasavvufla ilgili bazı konular gündeme getirilmekte, tasavvufa ve tarikat ehline muhalif olduğu bilinen bazı şahıslar bu durumdan faydalanarak tasavvufa ve sufilere yüklenmekte ve gönül ehlini rencide eden açıklamalar yapmaktadırlar. Bazı televizyonlar da reytinglerini yükseltmek için bu şahıslardan faydalanmaktadırlar. Bu durum bir yandan televizyonlara reyting kazandırırken tasavvuf aleyhtarı olanlara seslerini duyurma imkanı vermekte, diğer taraftan Müslümanları incitmekte, aralarında var olması gereken kardeşlik ve sevgi rabıtasını zedelemektedir. Bahsedilen durumun bir benzeri son zamanlarda bir kere daha ekranlara taşınmıştır. Aynı zamanda internet ortamında da aynı şeyler yapılmaktadır. 

Tasavvufa dair tartışmalarla acaba müminleri bilgilendirme ve aydınlatma yönü mü, yoksa daha ziyade onları kırma ve ayrıştırma yönü mü gözetilmektedir?

Uludağ: Sadece Türkiye’de değil bütün İslam âleminde zaman zaman tasavvufun kendisi, bazen de konuları gündeme getirilmektedir. İslami edebe ve ilmi usule uygun olmak, müminleri ve gönül ehlini kıran ve inciten ifadelerden uzak kalmak şartıyla bütün meselelerin münakaşa ve müzakere edilmesinde hiç şüphe yok ki fayda vardır. Fakat medyada gördüğümüz tartışmaların ve eleştirilerin çoğu maalesef bu nitelikte değildir. Tasavvufu veya bazı tasavvufi konuları tartışmaya açanların bu yola girmiş Müslümanlara karşı saygılı olmaları dinimizin ve insanlığımızın bir gereği iken bu hususa dikkat edilmediğini görmek doğal olarak üzücüdür. 

Mesela eleştirilerde süluk ehli müminleri rahatsız eden ne gibi ifadeler kullanılmaktadır?

Uludağ: Bir Müslüman en fazla, Muhammed aleyhisselamın  ümmetinin bir mensubu olmakla iftihar eder, Allah’ın kitabına Resulunün sünnetine gönülden bağlanır. Bu sebeple bir mümine “Müslüman mısın?” diye sorulduğunda cevabı hazırdır. “Elhamdülillah Müslümanım.” Yani Müslümanlığımla iftihar ediyorum. Böyle bir mümini en fazla ne incitir, en çok ne yaralar? Tabi ki onun İslam anlayışını şaibeli hale getiren ifadeler kullanmak, onu İslam’ın uzağında veya dışında görmek. Mesela şu yaptığın şirktir veya küfürdür veya delalettir veyahutta bidattir demek suretiyle inancına saldırırsanız saygısızlığın en büyüğünü ve dehşetli olanını ortaya koymuş olursunuz. Bu tür ifadelerin Müslümanları bilgilendiren ve aydınlatan tarafı yoktur. Ama onları kıran yaralayan tarafı olduğu açıktır. Tasavvuf karşıtlığının bir sebebi de bu hareket hakkında yeteri kadar bilgi sahibi olmamaktır. “Kişi bilmediğine düşmandır.” Yukarıda işaret ettiğim gibi İslam’ı ve tarih içinde oluşmuş İslam Kültürü’nü bir küll/bütün olarak göz önünde bulunduran insaf ve vicdan sahibi bir mümin, tasavvufu ve sûfîleri makul ve mutedil bir şekilde eleştirse de temelde ona muhalif ve muarız olmaz. Onları takdir ettiği de olur.

Peki bir Müslümanın gerek inancı gerekse amel ve ibadetiyle ilgili birtakım hataları ve noksanlıkları varsa bunlar söylenmeyecek mi?

Uludağ: Elbette söylenecek ama onu incitmeden ve kırmadan İslam adap ve usul çerçevesinde. İyi olanı emr kötü olanı nehy ancak bu şekilde olur, irşad budur. Kul kusursuz olur mu? Tasavvuf ve sufileri ağır bir şekilde eleştirenlerin kusur ve yanlışlıkları yok mu? Onlar önce nefislerini levm etsinler. Bir Müslüman’ı doğrudan veya dolaylı açıkça veya ima yoluyla şirk veya küfür, dalalet veyahut bidatle suçlamak ağır bir vebaldir. Gayrimüslimlere bile saygılı davrananların aynı saygıyı sufilerden ve sufilikten esirgemeleri anlaşılır şey değildir. Tasavvuf ehli güzel ahlâkı yaşamanın  üzerinde çok durmuştur. Hz. Peygamber’in vefatından yaklaşık bir asır sonra, söz konusu disiplinlerde bir ayrışmanın meydana gelmeye başladığını görmekteyiz. Bu dönemde bazı alimler, Kur’an ve hadislerde geçen inanç ile ilgili ifadeleri inceleyerek kelam, usul-i din, ilm-i tevhid, akaid ve fıkh-ı ekber gibi isimler verilen birer ilim dalı meydana getirirken, diğer bazı alimler de fıkıh/hukuk üzerinde çalıştılar. İbadetleri de fıkıh kapsamında gördüler. Zâhid ve sufiler ise manevi hayat için ibadet ve ahlâkı esas aldılar. Böylece ahlâki konular ilk olarak mutasavvıflar tarafından incelendi, irdelendi, yorumlandı ve tasavvuf kitaplarında yer aldı. Riyazet ve mücahede ile yani sıkı bir idman ve disiplinle, iyi huylar ve güzel ahlâk edinmek mümkündür. İnsan cimri ise bunun kötülüğünü, cömert olmak gerektiğini düşünerek kendini cömertliğe zorlar, nefsine ağır gelse de sevdiği malları infak etmeye çabalar. Bunu zoraki bir şekilde yapa yapa gönüllü olarak yapma, daha sonra da zevkle yapma aşamasına ulaşır. Böylece cömertlik onun huyu haline gelir. Kibirli bir kişinin, mütevazı olmasının yolu da budur. Bu bakımdan ahlâk, sanatlara ve ilimlere benzer. Temrinler, idmanlar, tekrarlar ve alıştırmalar güzel huyların edinilmesinde ve bir meleke haline gelmesinde çok önemlidir.

Tasavvufun ve sufilerin eleştirilen yanları nelerdir?

Uludağ: Tasavvuf, kapsamlı bir hareketin ve geniş bir yaşam tarzının adıdır. Bunun pratik ve teorik tarafı vardır. Tasavvuf, toplumun bütün kesimlerine yayılmıştır. Böyle olunca da pek çok olumlu tarafları yanında, uygulamada bazı olumsuz tarafları da mevcuttur. Aslında bütün dini kesimlerde ve gruplarda bu durumu görmek mümkündür. Bir hareketin samimi ve ehliyetli mensupları bulunduğu gibi samimi ama ehliyetsiz mensupları da bulunabilir. Tasavvufa yan bakılmasının diğer bir sebebi, sûfîler arasına bir hayli istismarcının, ibâhiyecinin sızmış olmasıdır. 

Buna tasavvuftan örnek verebilir misiniz?

Uludağ: Bakınız eskiden beri yabancı kaynaklardan tasavvufa sızmalar olmuştur. Bazı zümreler tasavvuf adı altında İslam öncesi sahip oldukları inanç ve kültürlerini yaşatmışlardır. Hakiki sufiler baştan beri bu durumun farkında olmuşlar ve mensuplarını bu konuda uyarmışlardır. Eskiden beri tasavvuf fırkalarını ve tarikatları ba-şer ve bi-şer (şeri ahkama uygun olan ve olmayan) diye ikiye ayırmışlardır. İbahiye, uluhiye, hurufiye, şeriat dışı merdud tasavvufi hareketlerdir. Aslında bunlara tasavvufi hareket demek doğru değildir. Kısaca elmalarla armutları aynı sepete koymamak lazımdır.

Asırlarca İslam’a hizmet etmiş tasavvuf ehlinden bahseder misiniz?

Uludağ: Önce şunu söyleyeyim ki tasavvuf, mümin ile mevlası arasındaki gönül bağından ibarettir. Başta peygamberler, veliler, arifler, takva sahibi müminler ve hakiki dindarlar olmak üzere her Müslümanla Rabbi arasında sağlam, samimi, sıcak bir gönül bağı mevcuttur. Tasavvuf bu manevi ve deruni ilişkinin içsel ve vuslat halinin adıdır. Böyle olunca yukarıda belirtilen yüce zevatın hepsinde sufilik vardır.  İlk dönemler sufilik tabiri kullanılmamıştır. Ama söz konusu bağ (irtibat) ve ilişki (vuslat) farklı kelime ve terimlerle ifade edilmiştir. İhsan-muhsin, takva-muttaki, velayet-evliya gibi. Sözü edilen bağ ve ilişki dini bir hakikat, manevi bir hal ve deruni bir sır olarak elbetteki en mükemmel şekliyle Hz. Peygamber’de ve onun ashabında vardır. Bu hakikat, hal ve sır aynı zamanda Kur’an-ı Kerim’in de ruhudur. İşte bu ruh sahabeden tabiine bunlardan tebe-i tabiine... Yani nesilden nesile intikal ede ede günümüze kadar gelmiştir. 

Sufiler ve evliyalar bunların temsilcileri midirler?

Uludağ:  Evet sufiler, veliler, ârifler, büyük dindarlar onların varisleri, halefleri ve temsilcileridirler. O ilahi emanetin taşıyıcıları koruyucuları ve yayıcılarıdırlar. Kelam, fıkıh, tefsir ve hadis alimlerinden daha çok, mutasavvıflar ahlâk meseleleri üzerinde durmuşlardır. İlk sufilerden Haris Muhasibi, Hakim, Tirmizi, eserlerinde ahlâk konularına geniş yer ayırmışlardır. Kelabâzî’nin et-Taarruf’u, Es-Serrac’ın el-Luma’ı, Ebu Talib Mekki’nin, Kutu’l Kulub’u; Hace Abdullah Ensari’nin Menazilu’s-Sâirîn’i; Kureyşi’nin Risalesi; Hücviri’nin Keşfu’l-Mahcub’u ve Gazali’nin İhya’sı VI./XII. asra kadar yazılmış olan ahlâk ağırlıklı tasavvufi eserlerdir. Tasavvufta bu gelenek günümüze kadar gelmiştir. Risale ve İhya geniş ölçüde ahlâki meseleleri konu aldıkları halde, ayrıca ahlâka özel bir bölüm de ayırmışlardır. Bunu da Abdülkadir Geylani, Ahmed Er Rufai, Ahmed Yesevi, Ebü’l Hasan Şazeli, Ahmed Bedevi gibi tarikat kurucusu ünlü mutasavvıfların dönemi izler. Feriduddin Attar, İbni Arabi, Sadreddin Konevi ve Mevlana Celaleddin Rumi de tasavvuf tarihine ivme kazandıran büyük mutasavvıflardır. Bunlar uluslararası  üne sahiptirler.

Salih kulların kerametleri yüzlerce yıldan beri bilinen bir durumdur. Bu konuda Ehl-i Sünnet inancı ve İslam alimlerinin sözlerinden bahseder misiniz? 

Uludağ: Keramet konusu selefiler de dahil olmak üzere bütün Ehl-i Sünnet tarafından müştereken kabul edilen bir husustur. Bütün akaid ve kelam kitaplarında “Keramet-i evliya haktır.” ifadesi yer alır. Ebu Hanife’nin Fıkhu’l-Ekber’inde Hanefi alimlerinden Tahavi’nin Akide’sinde, Akaid-i Nesefiye ve bunun şerhi olan Taftazani’nin Şerh-i Akaid’inde yukarıdaki ifade geçer. Ulema “Evliyanın kerameti haktır.” derken kerametin İslam dininin bir gerçeği olduğunu bu gerçeğin Kur’an’da ve sahih hadislerde yer aldığını ifade ederler. Ku’ran’da takva sahibi salih kulların kerametlerinden bahsedilir. Keramet sahibi sahabeler mevcuttur. Şehristani ve Abdülkahir Bağdadi kerameti kabul etmeyi Ehl-i Sünnet’in şiarı ve özelliği olarak gösterir. Keramet; mucize gibi kural dışı ve nadir görülen harikulade bir olaydır. Bazen istisnai olan bu durum alelade bir hadise haline getirilir. Kerametin sıradanlaştırılması hatadır. Nebi mucizeyi izhar eder, inkarcılara bununla meydan okur. Veli bunu yapamaz. Hatta iradesi dışında kendisinden harikulade olay zuhur etse bunun bir deneme olmasından endişe eder ve gizli tutar. Bir velide kerametin zuhuru  ne zaruridir ne de vaciptir. Sadece caizdir. Kerameti olmayan evliya da vardır. Tasavvufta keramet konusunda şu noktaya vurgu yapılır. İstikamet, kerametten üstündür. Zira kerameti nefs ister, istikameti ise Rab Teala. Manevi, ahlâki ve ilmi nitelikteki kerametler; hissi, kevni ve maddi kerametlerden çok daha üstündür. 

Tasavvufta rabıta vardır. Bu konuda neler söylersiniz?

Uludağ: Rabıta deyimi ve terimi sadece Nakşibendiyye tarikatı mensupları arasında kullanılır. İlk sufiler arasında rabıta bir tasavvuf terimi değildir. Kur’an’daki  “Râbitû” (Âl-i İmran 3/200) ifadesinin de rabıta ile bir ilgisi yoktur. Fakat evliyanın himmeti önemli, nefesi etkilidir. Genellikle duaları Allah tarafından kabul edilir. Meşayıh, menba-ı feyz ve irfan olarak kabul edilir. Ve onlara gelen feyz ve bereketten insanlar faydalanırlar. Ricalullah denilen Allah adamlarına bazen doğrudan ve aracı olmadan feyz gelir. Bazen de tarikat silsilesinde yer alan meşayıh vasıtasıyla feyz gelir. Buna feyz-i isnadi ve bereket-i silsile adı verilir. Bunun dışında, Nakşibendiyye meşayıhının kabul ettiği özellikle de Mevlana Halid-i Bağdadi vasıtasıyla tarikatın temel unsurlarından biri haline getirilen bir rabıta vardır. Bunun da bazı çeşitleri ve şekilleri mevcuttur. Şeyhin sohbetinde bulunma, şeyhe rabıta, şeyhin öğrettiği zikirleri (evradı) okuma ve murakebe, müridin Hakk’a vasıl olmasını sağlayan dört yoldur. Rabıta, sâlikin kalbini, müşahede makamına ermiş ve zâti sıfatların hakikatına ulaşmış bir şeyhe rabt etmesi, şekil ve şemalini zihninde canlandırarak ruhaniyetinden istimdadda bulunmasıdır. Kişi sevdiği ile beraberdir. Rabıta ile mürid, şeyhi ile manevi olarak beraber olur. Şeyhte fani olmak Allah’ta fani olmanın mukaddimesidir. Nakşibendiyye meşayıhının eserlerinde tarif edilen şekliyle mahzurlu değildir. Ancak unutmamak gerekir ki rabıta, Nakşibendiyye’nin esaslarından bir esastır. İslam’ın veya Ehl-i Sünnetin bir esası değildir. Bununla beraber rabıta yapanlara saygı duyulur. Rabıta yapanlar itham edilmemelidir. 

Çok tartışılan tevessül konusu var. Tevessülde ölçü nedir bu konuda açıklama yapar mısınız?

Uludağ:  Tevessül ve vesile Kur’an’da emir ve tavsiye edilen önemli bir husustur. Allahu Teala “Ey iman edenler Allah’tan korkun ve O’na yaklaşmak için vesile arayın.” (Maide 5/35, İsra 17/57) buyurmuştur. Yani Müslümanlar Allah’a birtakım vesilelerle yaklaşırlar. Emir veya tavsiye edilen amel ve taat Hakk Teala’nın yakınlığını kazanmaya vesile olduğu gibi, terkedilen her günah ve haram da aynen öyledir. Mümin iyi amellerini vesile olarak görür, ayrıca başkalarının ona yaptığı hayır dua da aranması ve elde edilmesi gereken vesiledir. 

Veli olduğuna inanılan bir kimsenin şahsını-zatını Allah katında vesile edinmeyi ve ruhaniyetinden istimdadda bulunmayı (medet istemeyi) tasavvuf ve tarikat ehli genellikle caiz hatta lüzumlu görür. Bu hususun küfür ve şirk olarak görülmesi ise bir ifrattır. Hz. Ömer halifeliği zamanında yağmur duasına çıkarken Hz. Peygamber’in amcası Hz. Abbas’ı yanına almış ve “Allahım! Muhammed aleyhisselam hayatta iken onu vesile edinerek dua eder, istekte bulunurduk. Şimdi onun amcasını vesile ediniyor, dua ediyor ve taleplerimizi arz ediyoruz.” diye dua etmişti. Hayatta olan dindar bir müminin duasını ya da onun güzel amellerini vesile edinmek caiz hatta faydalıdır. 

İslam Hukuku’na yönelik birçok eseriniz var. Fakat siz tasavvufu kendinize alan olarak seçtiniz, bunun hikmeti nedir? 

Uludağ: Öğrencilik yıllarımda Fıkıh ilmi ve Kelâm ilmi ile yakından ilgilendim. Çünkü benim bu ilimlere kuvvetli bir eğilimim vardı. Tasavvufun ahlâk tarafı benim dikkatimi çekiyordu. Sufilerin ahlâka büyük önem verdiklerini biliyordum. Ben toplumumuzun en büyük probleminin ahlâk problemi olduğunu düşünüyorum. Tarihte de böyledir, şimdi de... Ahlâki konuları biliyoruz ama ahlâk kurallarına samimi olarak bağlı değiliz. 

Sonuçta tasavvufu tercih ettim fakat bu tercihime arkadaşlarım ve dostlarım fazla anlam veremediler. Galiba bir tercih yaptığımı düşündüler. Bir bakıma haklıydılar çünkü onlar tasavvuf deyince şeyh-derviş, tarikat-tekke, hırka-tesbih gibi şeyler anlıyorlardı. Tabi ki bunlar tasavvufta vardır ve önemlidir ama beni daha çok tasavvuftaki hikmet, marifet, irfan ve ahlâk yani tasavvuf felsefesi ve etiği ilgilendiriyordu. İşin bu tarafına yeteri kadar dikkat etmeyenler tercihimi anlamakta güçlük çekmişlerdi.

Tasavvufu mistisizm gibi görenlere ne demek istersiniz?

Uludağ: Tasavvuf, mistisizmden ayrıdır. Bütün dünya dinlerinde az çok mistik eğilimler mevcuttur, hatta mistik ağırlıklı dinler de vardır. İslam’da “Tasavvuf adı altında faaliyet gösteren ve mutasavvıf olarak bilinen herkes ve her hareket İslam’a uygundur, bunlar İslam tasavvufudur.” denemez. Şer’i ahkâma uygun ve Ehl-i Sünnet çerçevesinde yer alan tasavvuf yanında merdut ve şeriat dışı tasavvufi akımlar da vardır. İbahiye, hululiye, hurufiye gibi. Bunlara mistik akımlar demek yanlış olmaz.

İslam dininin kendine özgü bir tasavvufu bulunduğunu göstermek için epey eserler yazılmıştır. Tasavvufa karşı olan ama aynı zamanda iyi niyetle hakikati arayan, ön yargısı bulunmayan zevâta o eserleri tavsiye etmek gerekir; “İhya” gibi, “Mesnevi” gibi. Bundan tat ve koku alacaklarını ümit ederim.

Tasavvuf eğitimiyle bir genç nasıl yetiştirilebilir? Bunun teorik yönünden ziyade pratik yönünün nasıl olacağını aktarabilir misiniz?

İster genç, ister yaşlı olsun herkes tasavvuf terbiyesi alabilir, nefsini ıslah için çaba harcayabilir. Bu konuda mürid ve sülûk ehlinin gözeteceği usul ve esaslar tasavvuf kitaplarında, özellikle “Âdâbü’l-Mürîdîn” denilen eserlerde ayrıntılı olarak anlatılmıştır. Ayrıca menakıbnameleri okumanın da faydası var. Fakat bütün bunlar âlim, ârif bir ustanın gözetiminde ve denetiminde olmalıdır. Unutmamak gerekir ki tasavvuf, bir ilim yolu olmaktan çok amel yoludur. Bir fikir ve anlama meselesi olmaktan fazla bir yaşama ve uygulama meselesidir, bir ahlâk konusudur.

Efendim bize vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederiz. Son olarak okuyucularımıza söylemek istediğiniz bir şey  var mı? 

Uludağ:  Şunu söylemek isterim; tasavvuf hareketi ve hayat tarzı, İslam medeniyetinin ve kültürünün çok önemli bir parçası ve temel unsurudur. Bunu inkar etmek ve hayatımızdan silmek kimliğimizi tahrip eder, değerlerimizi işlevsizleştirir. Tasavvufun dindarlığımıza; ahlâk, adap ve terbiyemize, ilim ve fikir hayatımıza;  şiir, edebiyat, musiki, mimari, hüsn-ü hat ve tezhib gibi estetik sanatlarımıza, hatta ekonomimize katkıları büyüktür, önemlidir, değerlidir. İmam Gazali, Kuşeyri, Sülemi gibi ilim ve fikir adamları, İbni Arabi, Sadreddin Konevi ve Sühreverdi, Halebi gibi hakimler ve mütefekkirler; Sena, Attar, Cami, Mevlana, Ahmed Yesevi, Yunus Emre, Niyazi Mısri, Eşrefoğlu Rumi gibi şairlik yönü kuvvetli büyükler, bestekarlar hep tekke ve dergahlarda yetişmişler ve tasavvufla beslenmişlerdir. Kırşehirli Ahi Evran’ın ve fütüvvet ehlinin sanata, üretime ve ekonomik hayata katkıları önemlidir. Olumlu etkileri hala devam etmektedir. 

Anadolu ve Rumeli’de yetişen evrensel değerler ve şahsiyetler de tasavvuftan çıkmıştır.  Mevlana’nın vefat ve doğum yıl dönümleri UNESCO (Birleşmiş Milletler Bilim Kültür ve Eğitim Örgütü)  tarafından dünya çapında kutlanmış ve anma törenleri düzenlenmiştir. Aynı şey Yunus Emre için de yapılmıştır. 2012 yılı da UNESCO tarafından bestekar derviş “Itri yılı” olarak kabul edilmiştir.  Başka hangi ilim veya sanat dalı bu çapta evrensel değerler yetiştirmiştir? Bu sebeple sufilik aleyhinde bulunmak tasfiyeciliktir, kültürümüzü ve medeniyetimizi elimizle harap ve berbat etmektir. 

Ahlâkın Önemine Dair Hadis-i Şerifler

“İmanı en mükemmel mümin, ahlâkı en güzel olan mümindir.” 

(Ebu Davud)

“Terazide en ağır basan amel, güzel ahlâktır.” (Tirmizi)

“İnsana verilen en iyi şey güzel ahlâktır.” (Ahmed b. Hanbel)

“Kişinin asaleti ahlâkıdır.”

(Muvatta)

“En hayırlınız, huyu en güzel olanınızdır.” (Buhari, Müslim)

“Din güzel ahlâktır.” (İhya)

“Allah’ın yarattığı en muazzam şey, güzel ahlâktır.” (İhya)

“Güneş karı erittiği gibi, güzel ahlâk da hataları eritip siler.” (İhya)

“Kul, ibadetçe zayıf olduğu halde güzel ahlâkı sayesinde ahirette yüksek mertebeler kazanır.” (İhya)

“Güzel ahlâklı olması, kişinin mutluluğudur.” (İhya)