Vermek İstemeseydi İstemeseydi Vermezdi

 

İnsanoğlu yaratılışı itibarıyla zayıf olarak dizayn edilmiş bir varlıktır. Fizyolojik, psikolojik, bedensel, ruhsal her anlamda yardıma muhtaç bir biçimde formatlanmıştır. Karakteristik bu yapısının zorunlu sonucu ise “sığınma güdüsü” biçiminde tezahür etmiştir.

Bu bağlamda “dua”; Allah’a sığınmak, yalvarmak, yakarmak, niyaz etmek, yardım dilemek anlamlarına gelmektedir. Dua, kulluğun zirve makamı, mü’minin miracı, ibadetin de özüdür. Kulun Rabbi ile buluşması ve konuşmasıdır.

Anne karnındaki bir bebekte gözün varlığı ilerde görmek isteyeceğine, burnun varlığı koklamak isteyeceğine, ayakların varlığı da yürümek isteyeceğine bir karinedir, bir delildir. Bilindiği gibi bu organlar anne karnında iken bir fonksiyon icra etmezler, herhangi bir işe de yaramazlar. Bu ve benzeri organların herhangi bir işe yaramamakla beraber anne karnında var olma nedenleri, doğum sonrası ikinci bir hayatın var olmasına delil teşkil etmektedir. Aynı şekilde anne karnındaki bir bebek tüm gıdasını kendi midesiyle değil göbek kordonu yoluyla annesinden temin etmektedir. Anne karnında midesinin var olması doğum sonrası gıda ihtiyaçlarının karşılanmasına yönelik birtakım isteklerinin de var olacağına kanıt teşkil etmektedir.

 “Kozmik antropi kanunu” gereği yüce Yaratıcımız, her şeyi insanoğlunun en ideal ve en uygun şartlarda yaşayabileceği şekilde dizayn etmiştir.  O halde “antropik ilke”ye, “evrenin; insanoğlunun dilek, istek, güdü ve ihtiyaçlarının en optimal düzeyde karşılanabileceği biçimde yaratılmış olması” da diyebiliriz. Anahtar - kilit misali.

Bu perspektifle değerlendirildiğinde başlık olarak kullandığımız, “Vermek İstemeseydi İstemeyi Vermezdi” ifadesi, “antropi yasası”nın metafizik izahından başka bir şey değildir aslında: Görme isteği göze, göz ise görme isteğine delildir. Anne karnında bu ihtiyaçların karşılanamıyor olması nasıl ki anne karnındaki hayata nispetle ahiret konumunda olan dünya hayatının varlığına delil teşkil ediyorsa, aynı şekilde bu dünya hayatında karşılanamayan en soylu ve güçlü isteğimiz olan “sonsuzluk” arzumuz da mutlak ahiretin varlığına delil teşkil etmektedir.

Eğer Allah insanın görmesini istemeseydi, ona görme arzusunu ve görme duyusunu yani gözü vermezdi. Şayet yiyecek vermek istemeseydi, yemek yeme arzusunu vermezdi. İnsanlardan evlenmelerini istemeseydi, onlara evlenme duygusunu vermezdi.  Allahu Teala, organları, bu organların  ihtiyaç ve isteklerini ve bu isteklerin karşılanacağı varlıkları “mütemmim cüz” olarak birbirine bağlı ve birbirlerine delil olarak yaratmış. İnsanlara istediklerini vermek istemeseydi, onlara isteme kabiliyetini vermezdi. Midenin, açlık diliyle yaptığı duayı kabul etmek istemeseydi, ona ne açlık duygusunu, ne de açlığı seslendirme arzusunu verirdi.

İnsanların dilek, istek ve ihtiyaçlarını kavli ya da fiili olarak ortaya koymalarına “dua” diyoruz. Allahu Teala mademki vermek istedi, aynı şekilde de istemeyi verdi.

Tüm bu izahlardan anlıyoruz ki “dua” fıtrî bir ihtiyaç, antropik bir gereklilik, aynı zamanda da ahiretin ve Allah’ın varlığına da bir delil olmaktadır.

“Kullarım sana Beni sorarlarsa bilsinler ki Ben, şüphesiz onlara yakınım. Benden isteyenin, dua ettiğinde duasını kabul ederim. Artık onlar da davetimi kabul edip Bana inansınlar ki doğru yolda yürüyenlerden olsunlar.” (Bakara 2/186)

Dua dinin ve kulluğun özüdür. Kul ile Allah arasında olması gereken en önemli bağdır, rabıtadır. İnsanın kıymeti duası kadardır.

DUANIZ OLMASA RABBİM SİZE NE DİYE DEĞER VERSİN?

“De ki: Duanız olmasa Rabbim size ne diye değer versin? Ey inkârcılar! Yalanladığınız için azap yakanızı bırakmayacaktır.” (Furkan 25/77)

Yukarıdaki ayet ne kadar da çarpıcıdır. Allah katında insanın değerinin, duasıyla ölçüldüğünü anlıyoruz. Ne zenginlik ne mal ne evlat ne de makam referans değil oralarda. Kıymet-i harbiyeniz, ancak duanız…

Dua, kişinin hiçlik ve yokluğunu izhar ve ispat makamıdır. Yakınlıktır. Kulun Allah’a en yakın olduğu hal secdedir. O nedenledir ki “secde” kulluğun şahikasıdır. İnsan, en yüksekteki organı olan ‘baş’ını en aşağıdaki ‘yer’e koyarak kendi varlığını nefy ederek Hakk’ı ispat ile “nefy-ü ispat” sunumunda bulunmuş olmaktadır. Secde, Allah’ın ululuk ve azameti karşısında kendi küçüklüğünü beyan etmiş olmanın sembolik ve seremonik bir ifadesidir ve şereflerin en büyüğüdür.

“Rabbiniz şöyle dedi: Bana dua edin ki duanıza icabet edeyim. Bana kulluk etmeyi büyüklüklerine yediremeyenler alçalmış olarak cehenneme gireceklerdir.” (Mümin 40/60)

Ayetten de anlaşılacağı üzere duadan kaçınmayı Rabbimiz kibirlenmek olarak ifade buyurmaktadır. Tersinden ifade ile; dua etmek ise tevazu ve kulluk beyanı olmaktadır.

İnsan egosuna en ağır gelen hareket; eğilmek, dilenmek ve yere kapanmaktır. Allah, yarattığı insanı en iyi bilen olduğuna göre, insana en zor gelen dilenme ve yere kapanma beyanı ve ritüeli olan dua ve secde ile insan nefsini terbiye etmiş olmaktadır. Aksi bir keyfiyet, maazallah kişiyi yukarıdaki ayetin ihtarıyla karşı karşıya getirecektir.

Bediüzzaman Hazretlerinin dua hususundaki şu tespitlerini çok önemli bulduğum için aynen aktarıyorum:

“Dua, ubudiyetin ruhudur ve hâlis bir imanın neticesidir. Çünkü dua eden adam, duası ile gösteriyor ki: Bütün kâinata hükmeden birisi var ki; en küçük işlerime ıttıla’ı var ve bilir, en uzak maksatlarımı yapabilir, benim her halimi görür, sesimi işitir. Öyle ise bütün mevcudatın bütün seslerini işitiyor ki benim sesimi de işitiyor. Bütün o şeyleri o yapıyor ki en küçük işlerimi de ondan bekliyorum, ondan istiyorum. İşte duanın verdiği hâlis tevhidin genişliğine ve gösterdiği nur-u imanın halâvet ve safîliğine bak, “Duanız olmasa Rabbim size ne diye değer versin?” ayetinin sırrını anla ve “Bana dua edin cevap vereyim.” fermanını dinle.”

“Hem, dua bir ubudiyettir. Ubudiyet ise semereleri uhreviyedir. Dünyevî maksatlar ise o nevi dua ve ibadetin vakitleridir. O maksatlar, gayeleri değil. Mesela: Yağmur namazı ve duası bir ibadettir. Yağmursuzluk, o ibadetin vaktidir. Yoksa o ibadet ve o dua, yağmuru getirmek için değildir. Eğer sırf o niyet ile olsa; o dua, o ibadet hâlis olmadığından kabule lâyık olmaz. Nasıl ki güneşin gurubu, akşam namazının vaktidir. Hem Güneş’in ve Ay’ın tutulmaları, küsuf ve husuf namazları denilen iki ibadet-i mahsusanın vakitleridir. Yani gece ve gündüzün nurani âyetlerinin perdelenmesiyle bir azamet-i İlahiyeyi ilâna medar olduğundan, Cenab-ı Hak ibadını o vakitte bir nevi ibadete davet eder. Yoksa o namaz, (açılması ve ne kadar devam etmesi müneccim hesabıyla muayyen olan) Ay ve Güneş’in husuf ve küsuflarının inkişafları için değildir. Aynı onun gibi, yağmursuzluk dahi yağmur namazının vaktidir. Ve belaların istilası ve muzır şeylerin tasallutu, bazı duaların mahsus vakitleridir ki insan o vakitlerde aczini anlar, dua ile niyaz ile Kadîr-i Mutlak’ın dergâhına iltica eder. Eğer dua çok edildiği halde belalar def’ olunmazsa denilmeyecek ki: “Dua kabul olmadı.” Belki denilecek ki: “Duanın vakti, kaza olmadı.” Eğer Cenab-ı Hak fazl u keremiyle belayı ref’ etse; nurun alâ nur... O vakit dua vakti biter, kaza olur. Demek dua bir sırr-ı ubudiyettir.

Ubudiyet ise hâlisen livechillah olmalı. Yalnız aczini izhar edip dua ile ona iltica etmeli. Rububiyetine karışmamalı. Tedbiri ona bırakmalı. Hikmetine itimat etmeli. Rahmetini ittiham etmemeli. Evet hakikat-ı halde âyât-ı beyyinatın beyanıyla sabit olan: Bütün mevcudat, her birisi birer mahsus tesbih ve birer hususî ibadet, birer has secde ettikleri gibi; bütün kâinattan dergâh-ı İlahiyeye giden bir duadır. Ya istidat lisanıyladır (Bütün nebatatın duaları gibi ki; her biri lisan-ı istidadıyla Feyyaz-ı Mutlaktan bir suret talep ediyorlar ve esmasına bir mazhariyet-i münkeşife istiyorlar). Veya ihtiyacı fıtrî lisanıyladır. (Bütün zîhayatın, iktidarları dâhilinde olmayan zaruri ihtiyaçları için dualarıdır ki; her birisi o ihtiyacı fıtrî lisanıyla Cevvad-ı Mutlaktan idame-i hayatları için bir nevi rızk hükmünde bazı metalibi istiyorlar). Veya lisan-ı ızdırarıyla bir duadır ki: Muztar kalan her bir zîruh; kat’î bir iltica ile dua eder, bir hâmi-i meçhulüne iltica eder, belki Rabb-i Rahîmine teveccüh eder. Bu üç nevi dua, bir mani olmazsa daima makbuldür.”

“Duanın en güzel, en latif, en leziz, en hazır meyvesi, neticesi şudur ki: Dua eden adam bilir ki; birisi var ki onun sesini dinler, derdine derman yetiştirir, ona merhamet eder. Onun kudret eli her şeye yetişir. Bu büyük dünya hanında o yalnız değil; bir Kerim zât var, ona bakar, ünsiyet verir. Hem onun hadsiz ihtiyaçlarını yerine getirebilir ve onun hadsiz düşmanlarını def’ edebilir bir zâtın huzurunda kendini tasavvur ederek, bir ferah, bir inşirah duyup dünya kadar ağır bir yükü üzerinden atıp “Elhamdülillâhi Rabbi’l-Alemin” der. (Risale-i Nur Külliyatı, I, 489, (24. M.)

     Kendisini her şeyden müstağni addeden insan, mutsuzluk anaforuna kapılmaktan kendisini kurtaramaz. Dua ve şükürden uzak her türlü tatmin ve ihtiyaçsızlık, kişinin azgınlık ve şımarıklığını tetiklemekten öteye bir sonuç doğurmaz. İnsan her zaman kendisini, Yaratan’ına karşı muhtaç hissetmek durumundadır. Fıtratı, hilkati bu şekilde dizayn edilmiştir. Kulluk kalibre ve kalitesi de bu sırra mebnidir. İhtiyaçsız olan yegâne varlık Yüce Allah’tır. Çünkü O Samed’dir: Hiçbir şeye muhtaç olmayan, aksine her şeyin kendisine muhtaç olduğu Zat’tır.

Dua aynı zamanda insanın, başta Allah’a olmak üzere ulvi değerlere, kendisine, başkalarına, hatta bütün varlığa karşı duyduğu sevgi, ilgi, bağlılık ve yakınlık hissinin şiddeti ölçüsünde ruhunda meydana getirdiği dinginlik, neşe, sevinç ve mutluluk hâlidir. 

Kişiyi yalnızlığın “bir”liğinden, beraber olmanın “bir”liğine yükselten en büyük kuvvet, dua ve muhabbettir. Dua, “iki”liği ortadan kaldırmaktır. Tevhid sırrıdır.

Aradan mesafeleri, kini, öfkeyi, kıskançlık ve düşmanlıkları kaldıran, sırat-ı müstakim üzere ortak hareket etmeyi sağlayan bir sinerjidir dua.

Dua, hayata pozitif bakmaktır. Yarısı boş olan bardağı, “yarısı dolu” olarak tanımlamaktır. Hayata her zaman olumlu yönden bakmanın insan beden ve ruh sağlığı açısından büyük önem taşıdığı bilimsel bir gerçekliktir. Aksi halde, stres dolu bir hayatla bir ömür boyu boğuşmak durumunda kalınacak demektir.

Başa gelen her şey Allah’ın izni ile vuku bulmaktadır. Her olayı bu zaviyeden değerlendirmek esas olmalıdır. Hiçbir şey tesadüf değildir. Tezahür eden her ne olursa olsun, ya külli iradenin bir tecellisi ya da cüz’i iradenin yapıp etmelerinin ve dua sırrına matuf tecellilerin birer sonucudur. Ama neticede tamamı “kader” cümlesindendir.

Allah karşısındaki kıymetinizi öğrenmek istiyorsanız duanızı kontrol ediniz. Duadaki muvaffakiyetiniz aslında kulluk seviyenizdir. İbadet rakamlarındaki artışlar, beraberinde nitelik ve muhteva anlamında da belli bir kaliteyi getirmiyorsa yorgunluktan öte bir kazanç sağlamayacaktır. “İki günü birbirine müsavi (eşit) olan ziyandadır.” hadisi, ibadetlerde sayısal artışla ilgili olmayıp kullukta derinlik ve enginlik kazanmaya yönelik bir uyarıdır. Yoksa ‘zikrinizi, namazınızı, sadakanızı şu kadar sayıda artırın’ çağrısı değildir. Eğer öyle olsaydı, ameller tahammülü imkansız birer yük halini alırdı. Oysa buradaki ikaz; dua ve ibadetlerde “derinleşme ve devamlılığı” ihtar eden bir nitelik taşımaktadır.

Şimdilik, Hz. Mevlana’nın içli bir yakarışına iştirak ederek “dua” içerikli yazımızın bu ilk bölümünü burada noktalayalım:

 “Ya Rabbi! Bana senin zikrini unutturacak, sana şevkimi söndürecek, seni tesbih ederken duyduğum lezzeti kesecek bir hastalık, ne de beni azdıracak, şer ve kötülüğümü artıracak bir sıhhat ver. Ey merhametlilerin en merhametlisi! Merhametinle duamı kabul et.” (Amin)