Nedeni anlaşılmayan birtakım iç sıkıntılara Anksiyete deniyor. Çok farklı neden ve saiklerle insan kendini huzursuz hissedebiliyor. Bunların hangilerini tespit edip çözümleyebilirse onu devre dışı bırakıp bir nebze rahatlık elde ediyor. İnsanın iç sıkıntılarının kökeninde ayrılık (seperation) anksiyetesi yatıyor. Bu nedenle ayrılıktan kaynaklanan iç sıkıntısına “temel anksiyete” deniyor. Seküler terapistler, bu sıkıntının ana rahminden ayrılmakla yani doğumla başladığını ve kişinin yaşı ilerledikçe bu ayrılık anksiyetesinin şiddetini artırarak yaşam boyu devam ettiğini söylerler. Kişinin, bağlı bulunduğu bir figürden uzun süre ayrı kalması sıkıntı reaksiyonunu doğurmakta, buna karşı kaybedilen objenin telâfisi gayretleri ortaya çıkmaktadır. Bu suretle sıkıntı giderilmeye, bozulmuş olan ruhsal denge yeniden kurulmaya çalışılıyor. Psikoanalistlere göre de sıkıntının tek sebebi, sevilen objeden ayrılmaktır.
Ayrılık anksiyetesinin; beslenme, birtakım bedensel ihtiyaçların giderilmesi, seksüel doyum gibi fizik etkenlerle de ilgisinin olmadığı anlaşılmıştır. Ayrılık anksiyetesi sadece duygusal bağlantının kaybına bağlıdır. Afektif bağlantıların kaybı, fizik beraberlik devam etse dahi ayrılık anksiyetesine sebep olmaktadır. Kaybedilen figürün tekrar bulunma ihtimali kalmazsa anksiyete, bunu telafi için gayesiz birtakım hareketlere, anlamsız arayışlara yönelmektedir.
Kıssaların en güzelinde (ahsenül kasas) adeta yok yok! Ona hangi açıdan baksak o zaviyeden yeni bir şey görürüz. Firak yani ayrılık cihetinden baksak ne görürdük acaba? Mesela bazen vuslat isteyip de onu elde edemeyenler, mahbubu firaka mahkûm ediyor. Bunu görürdük! Yusuf’un ruhuna meftun olan Yakup, babalarından aynı ilgiyi görmek isteyen diğer kıskanç çocukların gadrine uğruyor. Psikoanalitik açıdan kuyu, ana rahmini simgeliyor. “Keşke doğmasaydın, doğduğun yere geri git!” dercesine Yusuf’u susuz ve derin bir kuyuya bırakıp dönüyorlar. Bu kadarla yetiniyorlar. Bir tavuk kesip kanını Yusuf’un gömleğine bulaştırıyor, suçu da kurdun üzerine atıyorlar. Demek ki insan tavuk öldürüp kurda suç yüklemekle yetinebiliyor. Ağlamaktan göz pınarları kuruyan ve nihayetinde kör olan Yakup, bundan böyle firakın sınırsızlığını temsil eden bir mekan seçiyor kendisine; çöl… Demek ki Nefs-i Mutmaine, ruhaniyete iştiyakı nedeniyle kendi varlığını bile feda etmekten çekinmiyor. Kuyudan yeni bir hayata doğan Yusuf, bu kez kendisini Züleyha’nın karşısında buluyor. Züleyha Yakub’un aksine Yusuf’u nefsani bir aşkla seviyor. Ondan ruhunu değil fizik bedenini istiyor. Gerçekleşmeyen vuslatın maliyeti, sonuçlarına katlanılması gereken bir iftira faturası olarak Yusuf’a kesiliyor. Ölebilirdi de! Demek ki Nefs-i Emmare kendi çıkarları için sevdiğinden bile vazgeçebiliyor. Bu noktada Züleyha ile ilgili mitolojik soslar ekleyerek konunun insicamını bozmaya gerek görmüyoruz. Zaten zahirin ve fizik bedenin güzelliğine temayül göstermek bir marifet içermiyor. Marifetin mahalli ruhtur. Kötünün de baş gözü pekâlâ zahiri güzelliklerde olabilir. Hak etmediği halde birçok zahiri değerlerin üzerine çöreklenmek ister. Nitekim Hz. Yusuf esir pazarında açık artırmayla satılırken onun güzelliğine meftun olan doksan yaşındaki bir kocakarı da müşteri olmuş. Demiş ki; “Eğirdiğim bir yumak ipliğim var. Onu size vereyim de bu delikanlıyı bana satın!”
Artık Yusuf’un âlem-i gurbette kuyudan sonraki ikinci mekânı zindandır. Yusufsuz kalan Yakup çöllerde, Yakupsuz kalan kıskanç çocuklar (Bünyamin hariç) hasrette, ilk etapta canını kurtaran Züleyha’nın mekânı saray ama yüreği mahpus olan cânanda. Tüm bu ayrılıkların nedeni Yusuf. O, ayrılıkların ve mahrumiyetlerin simgesel mekânı olan zindanda ve ayrılıkların tümünü birden yaşıyor. Ruh denen zarf, tüm latifeleri, aklı, vicdanı, mutmain nefsi ve vicdanı, kıymetli evraklar gibi güzelce katlayıp kendi içinde cem etmezse huzur bulamaz.
Temel anksiyete temel ayrılıktan doğar. Fakat temel ayrılık nedir, hangi ayrılıktır? Sevilen obje nedir? Felsefenin Varoluşculuk akımına göre, insan kendi varlığından haberdar olan tek mahlûktur. Aynı zamanda insan başka varlıkların da varoluşlarını idrak eder ve onlarla aynı dünya içinde yaşar. Fakat insan bu beraberliği kabul etmemekte, kendi özelliğini ortaya koyabilmek için diğer varlıklarla kendisi arasına bir mesafe koymaya çalışmaktadır. Nihayet insan, var olması mümkün bulunanların varlığından da haberdar olmaktadır. Böylece insan, varlığına bir sebep, bir sahip aramak gayretine düşer. İşte bu idrak, bu yalnızlığının farkına varma ve bu arama gayretleri insanın sıkıntısına sebep olur. (Mahiyeti yanlış da olsa bazı görüşlerin doğru cihetleri olabiliyor). Karl Jung da arketipler bahsinde ayrılığın ana rahminden kopmakla başlamadığını, daha daha gerilerde metafizik merhalede psijik cevherin yaşadığı derin bir travmadan kaynaklandığını tespit eder.
Temel ayrılık, Allah’tan ayrıldığımız zamanda başlayan ve hâlâ devam etmekte olan asıl ayrılıktır. Bu ayrılık ezel’de, elest bezmi’nde, misak’ta doğdu. Demek ki misak esprisine göre insan, ruhu itibarıyla Allah’tan ayrılmıştır. Allah mutlak güzel, mutlak iyidir. Halbuki O’ndan ayrılmış olan bizler, şu anda madde denen süflî kesafet yığınıyla iç içe geçmişiz. Kafes içerisinde mahkûmuz. Bütün sıkıntılarımız Allah’tan ayrılmamızın sonucudur. Bu bağlamda inanç kaidelerini devreye sokarak konuşmacıyı susturmak, hissetmeye çalıştığımız tasavvufi zevki inkisara uğratacaktır. Biline!.. Kelimeler vâkıayı izahta kifayetsiz kaldığı için böyle konuşuyoruz. Muhammed İkbal “Allah’a duyulan özlem bu âlemde binlerce put ortaya çıkardı.” diyor. Yani temel ayrılık, bu noksanlıklar dünyasında objesini aradı ve onu bulmak arzusuyla kıvranırken farkında olmadan putları onun yerine koydu. Madde ruhun pusulasına taş koyduğu için Ahdin gerçekleşmesinin önünde engeller oluştu. Tasavvufi manada Rûhu maddeden kurtarmak için Fena istenir. Riyazet ve mücahade yoluyla ruhun, madde tarafından zehirlenmeden Allah’ı bulabilmesini sağlamak arzulanır. Aslında insanlar hep Allah’ı arıyor. Allah insanın herşeyi. Peki! Hasretin elemiyle bir mum gibi yanıp kıvrılarak, bir buhurdan gibi tütmek gerekirken insan ne yapıyor? İnsan, şer bir kuvvetin itmesiyle arayıp durmaktan ye’se düşüyor. İşte zevk, işret, eğlence ve şuh kahkahalar ayrılığın unutulması için peydahlanmış avuntular olarak karşımıza çıkıyor. Ne bulduysa onunla yetinip avunuyor, vakit geçirip oyalanıyor. Sonunda resmin güzelliğine tutsak olup ressamı unutuyor!.. İnsan değer vermediği şeyi unutur. Unutmanın Alzheimer hastalığına düçar olmaktan başka mazereti yoktur. Unutmak, unutulana karşı ağır bir hakarettir. Bunlar cehennemin sonsuzluğuna terkedilirken “Biz de sizi unuttuk!” (Secde 32/14) nidâsını duyacaklar. Bu bir ironi! O hiçbir şeyi unutmaz ancak onları aşağılamak ve incitmek için böyle söyleyecek…
Hz. Mevlana ne güzel anlatır: “Ney’i dinle ki neler, neler söylüyor. Sevgilinin nice sırlarını haykırıyor. Yüzü sararmış, içi boşalmış, başı kesilmiş ve neyzenin nefesine terkedilmiş de dilsiz ve kelâmsız, Hudâ, Hudâ diyor.” Çünkü ney, yetiştiği kamışlıktan kesilip ayrılmış, göğsüne ateşle delikler açılmış; başına, ayağına, hattâ boğumları arasına mâdenî halkalar ve teller takılmış, koparıldığı yerdeki rutûbetten mahrum kalmış, bundan dolayı kupkuru ve sapsarı kesilmiştir. İçerisi tamamıyla boştur. Ancak neyzenin nefesiyle dolar. Kendi başına kalırsa ne sesi çıkar ne sedâsı. Görevi; neyzenin dudaklarıyla parmaklarına âlet olmak, onun arzu ettiği nağmelerin çıkmasına aracılık etmektir.