Kudüs'teki Zulme Karşı Yapılacak Çok Şey Var / Prof. Dr. Berdal Aral

Kudüs’te yaşanan olaylarla ilgili değerlendirmelerinizi alabilir miyiz?

İsrail bütün Filistin’i yutmaya karar vermiş, bunu zaten biliyoruz. Epey zamandır “Kudüs bizim başkentimiz.” diyorlar. Trump’tan beri ABD bunu destekliyor. Gazze’ye yönelik operasyon, aslında Cerrah Cami Mahallesi’ndeki operasyon uluslararası insan haklarına, mülkiyet hakkına aykırı. Zaten İsrail’in böyle keyfi kanunları var. Doğu Kudüs’ü Filistinlilerden arındırmak amacıyla keyfi olarak bu kanunları birer birer uyguluyor. Bunlar uluslararası insan haklarına aykırı kanunlar. İnsanlar doğal olarak bunu protesto ettiler. Mescid-i Aksa’da namaz kılan insanlar değişik zamanlarda protesto ediyorlar. Protesto gösterisi yapmak insanî bir haktır; fakat buna karşılık İsrail güçleri ses bombaları, plastik mermiler gibi tamamen insan haklarına, işgal hukukuna aykırı birtakım uygulamalarda bulundular. Pek çok insanı yaraladılar, ardından Gazze’ye operasyon başladı. Bu da bir silahlı saldırıdır. Uluslararası hukuka aykırı en vahim ihlallerden birisidir. Hem hava operasyonu hem de deniz operasyonu yaptılar ve 200’den fazla insanı katlettiler. Binlerce yaralı var ve bunların da çok önemli bir bölümü siviller... Sivilleri öldürmek, çocukları, kadınları, yaşlıları öldürmek, sağlık merkezlerinin vurulması, eğitim merkezlerinin vurulması, özellikle altyapının imha edilmesi, tarlaların yakılıp yıkılması, bütün bunlar savaş suçları, aynı zamanda insanlık suçları.

Dolayısıyla İsrail, Filistinlileri toplu olarak cezalandıran bir intikam operasyonu gerçekleştiriyor. Ama aynı zamanda onların hem Batı Şeria hem de Filistin’den gitmelerini, Gazze’den gitmelerini sağlamaya çalışıyor. Çünkü İsrail etnik temizlik yapan, ırkçı, saldırgan bir devlettir. Hiçbir şekilde bölgede Filistinlilerin yaşamasını istemiyor. İsrail’le müzakere yapmanın bir manasının olmadığı Oslo’yla birlikte ortaya çıktı. İsrail hiçbir şekilde anlaşmalara uymadı zaten. Üstelik Batı Şeria’da yasadışı Yahudi yerleşim merkezlerini inşa etmeye devam etti. Doğu Kudüs ve Batı Şeria’da 150 bin yasadışı Yahudi yerleşimci yaşıyor. Nereden bakarsanız bakın, bütün bunlar savaş suçları ve insanlık suçları. Gazze’ye saldırarak İsrail, aynı zamanda barışa karşı suç da işlemiş oluyor. Saldırı suçu diyoruz biz buna. Durduk yere savaş çıkarmış oldu. Bütün bunlar, yani toplu cezalandırma, intikam operasyonları, bölgeyi Filistinlilerden arındırma çabasıdır. Zaten işgalci bir devlet… Bütün bunların ötesinde, İsrail bütün dünyanın gözü önünde, açıkça Filistinlilerin bir şekilde dayatmayla burayı terk etmelerini sağlamaya çalışıyor. Bütün bunlar uluslararası hukuk çerçevesinde çok vahim suçlar. Dolayısıyla Uluslararası Ceza Mahkemesinin devreye girmesi gerekiyor burada.

Batı, pek çok konuda, hayvan hakları vs. sessiz kalmazken bu olayda sanki dilini yutmuş gibi hiçbir tepki vermiyor. Bunu nasıl okuyorsunuz?

İnsan hakkı derken, onların kafalarındaki insan biz değiliz. Müslüman hakları oraya girmiyor. O çok net. Onların kafalarındaki insan, liberal, Batılı; ya Batı’da yaşayan ya da Batı’nın kendisine yakın gördüğü, kendi dünya görüşünü paylaşan, modernleşmeci, bireyci ve seküler insan tipi. Dolayısıyla bu modele uymadığınız zaman, mesela beyaz olmadığınız zaman zaten burada sizi korumanın bir manası yok. Çünkü siz beyaz değilsiniz(!) Batı ırkçılık yapıyor. Sömürgeciliği insanların gözünde, kendi toplumlarının gözünde meşrulaştırmaya çalışmalarının arka planında; “Beyazlar üstün ırktır, bunlar daha zekidir. Biz olmasak insanlık mahvoldu. İnsanlığı bu noktaya getiren biziz. Zenciler, Çinliler daha aşağıdaki ırklar. Bunlar dünyayı yönetemez. Bunların yönetilmesi gerekir. Bunlar kendi kendilerini yönetemez.” düşüncesi vardır. Burada oryantalizm, ırkçılık, emperyalizm, sömürgecilik, dayatmacılık, dinsel hoşgörüsüzlük, İslam’a karşı kin ve nefret görüyoruz; uygarlık olarak kafalarında Batı uygarlığı var. Bunun dışındaki uygarlıkları hiçbir şekilde kabul etmiyorlar, insanî bulmuyorlar. Dolayısıyla insan hakkı dediğimiz kavram da aslında bütün bu varsayımların içinde inşa edilen bir yaklaşım tarzıdır. Batılı insan hakları modeline uymadığı için bu insanların rengi, kültürü, hayat tarzı vs. farklı olduğu için onlara göre Ruanda’da Hutular Tutsileri katledebilir, yüz binlerce insan ölebilir.

Batı’nın normları kapitalizmle, emperyalizmle bütünleşmiştir. İnsan hakları çok kullanışlı bir dış politika aracıdır bunlar için. Örneğin Çin’i sıkıştırmak istedikleri zaman birdenbire akıllarına Doğu Türkistan gelir; ama Doğu Türkistan Doğu Türkistan olduğu için, onların kültürüne saygı duydukları için, insancıl oldukları için onların haklarını korumazlar, böyle bir şey mümkün değil. “Elimizde nasıl bir malzeme var?” İnsan haklarını kullanacaklar ya kendi menfaatleri için, kimi zaman Tibet gündeme gelir, kimi zaman Doğu Türkistan gelir ya da başka gruplar gelebilir. Bunlar için kullanışlı bir araçtır insan hakları aslında. Kendi insan hakları tasavvuru çok marazi, hastalıklı bir şey. İkinci olarak, insan haklarının zaten emperyalizmle bütünleşmiş olması, kullanışlı bir araç haline gelmiş olması burada önemli sorun.

Batılı mütehakkim güçler için Filistin’de bir İsrail’in olması gerekiyor, çünkü orada İsrail jandarma rolünde. Arap ve İslam dünyasının merkezinde, Batı’nın taşeronluğunu yapmaya hazır, onun menfaatlerini onunla birlikte savunabilen, onun dünya görüşünü benimsemiş; yani Batılı, liberal, modern, İslam karşıtı, İslam dünyasının bütünleşmesini engellemeyi hedefleyen, antiemperyalist her türlü harekete karşı hazır bekliyor. Dolayısıyla böyle bir güç Batı’nın menfaatine olan bir durum. Düşünebiliyor musunuz, Arap dünyası birleşse ne olacak? Bu, onların düşünmek bile istemediği bir senaryo. O yüzden orada bir İsrail var; Batı’nın menfaatine çalışan, ama aynı zamanda kendi menfaatlerine de çalışan... Aslında bunu birbirlerine karşı kullandılar. İslam dünyasında güçlü bir antiemperyalist hareket oluşmasını engellemek istiyorlar, bütünleşmeyi engellemek istiyorlar. Petrolün ve doğal gazın Arap halklarının menfaatine kullanılmasını istemiyorlar. Dolayısıyla bütün bu süreçlere baktığımız zaman, İsrail onlar için çok kullanışlı bir araç.

Almanlarla birlikte pek çok Avrupa halkları bu suçları işlediler. Ortak bir suç var. Avrupa Yahudilerden hep nefret etmiştir, onları hep dışlamıştır, gettolarda yaşamaya zorlamıştır ve en sonunda soykırım yapmıştır. Almanların liderliğinde Batı, bir soykırım suçu işledi. Sorunu çözdüler kendileri açısından, nihai çözümü sağladılar; Yahudi varlığı çok azaldı Avrupa’da. Peki, onun yerine ne yaptılar? Bu sorunu Filistin’in göbeğine bıraktılar; sanki onlar suçluymuş gibi. Yahudi sorunundan kurtulmuş oldular; ama aynı zamanda onların menfaatine çalışan emperyalizmin hizmetinde ve onlarla ortak çıkarları olan Batılı o bütün üstün ırk, üstünlük, oryantalizm felsefesini benimsemiş, hatta abartılı düzeyde benimsemiş bir Siyonist devlet ortaya çıktı. Dolayısıyla bütün bunlardan dolayı bu devletle dalaşmak istemiyorlar.

İslam ülkelerinin pek çoğunun bu konudaki duruşları problemli. Devletler ses çıkartmıyor, milletler ses çıkartıyor gibi bir durum var. Nasıl değerlendirirsiniz?

İslam dünyasında şu anda halkını hakikaten reel olarak temsil eden çok az sayıda yönetim var. Bunların büyük çoğunluğu azınlık yönetimleridir. Azınlık yönetimlerinin tek bir önceliği vardır; kendi rejimini korumak, çünkü her an rejimin yıkılma ihtimali vardır. Halk bunlardan hoşlanmaz, çünkü halkın menfaati yerine kendi kısmî çıkarlarına odaklıdırlar ve iktidarda kalmak için yabancı güçlere muhtaçtırlar. Mesela, Suudi Arabistan rejiminin ABD olmazsa ayakta durma şansı fazla yok. Mısır’daki Sisi rejiminin Amerikan, İsrail desteği olmasa ayakta durma şansı pek fazla yok, büyük çoğunluğu böyledir zaten. Orta Asya’daki Türk Cumhuriyetlerini düşünün. Onlar hiç gündeme gelmiyor. Onlar da çok otoriter rejimlerdir ve büyük ölçüde Rus desteğiyle ayakta dururlar… Yani kendi halkına tamamen yabancılaşmış, halkının dindarlığını yaşamasına da izin vermeyen rejimlerdir. Bunu Müslüman ülkelerin çoğunluğunda görüyoruz. Mesela Cezayir gibi ülkelerde demokrasinin d’si bile yok, yıllardır aynı insanlar iktidardalar. Fransa’yla bu ülkelerin çok yoğun ilişkileri var. Ortak menfaatleri de İslami hareketlerin iktidara gelmesini ve ülkelerin gerçek anlamda özgürleşmesini engellemek. Halkından korkan rejimler bunlar. Fas’ta da bir krallık var, göstermelik seçimler var. Asıl güç kralda ve zaten Fas, İsrail’i tanımaya karar verdi.

Dolayısıyla baktığınız zaman, içlerinde gerçekten halkına yaslanan, halkıyla bütünleşmiş, İslam dünyasının menfaatlerini kollamak isteyen yönetimler pek fazla yok. Ama şunu da unutmayalım: İslam İşbirliği Teşkilatı diye bir örgüt var. Bu örgüt aslında potansiyeli çok yüksek bir örgüttür. Bu örgüt gerçekten harekete geçirilebilirse çok şey değişebilir kanaatimce.

Statükocu yönetimler, azınlık yönetimleri İslam dünyasında hâkimdir evet; ama eğer İslam dünyası içinde gerçekten antiemperyalist duruşu olan ve ümmeti harekete geçirmek isteyen birtakım dinamikler sağlanabilirse, birtakım ülkeler inisiyatif alırsa -İran gibi, Türkiye gibi, Malezya gibi- o zaman diğerleri çok açık olarak bunlara karşı çıkamazlar. Çünkü belli bir ivme kazanır o süreç. Halklar bunu zaten destekliyor. O zaman kendi halklarının gözünde çok açık seçik olarak hain damgası yememek için mecburen harekete geçmek zorunda kalabilir. Dolayısıyla bunun da farkında olmamız lazım. Yani uluslararası kurumları harekete geçirmek gerekiyor; Arap Birliği, İslam İşbirliği Teşkilatı, D8’ler. Bunlar çok önemli.

İslam dünyası niye bu kadar pasif? Aslında halklar pasif değil, rejimler pasif. Halkları bıraksan savaşacaklar. Bu bütün halklar için geçerli. Çok net olarak bunu görüyoruz. Azınlık rejimlerinin iki tane temel fonksiyonu var. Bir, kendi halklarının dinamizmini engellemek ve İslami güçlerin iktidara gelmesini engellemek; ikinci olarak da emperyalist güçlerle işbirliği yapmak. Böyle bir tabloyla karşı karşıyayız; ama İslam dünyası içinde öne çıkan birtakım aktörler daha özgüvenli, kendi halkıyla işbirliği içinde olan, az da olsa demokrasinin olduğu ülkeler bu konuda inisiyatifi ele geçirebilirlerse, diğerleri de bunların peşinden gelmek zorunda kalabilir. Bu çerçevede, İsrail’e karşı ekonomik, siyasî, diplomatik, askerî yaptırım kararı alabilirler. Hiçbir şekilde ilişki kurmayabilirler. Böyle bir şey mümkündür.

Bir yazınızda Barış Gücü’nün kullanılmasından bahsediyorsunuz. Bu konuda neler yapılabilir?

Bir kere, Filistin diye bir devlet var. Bir sürü insanın bundan haberi yok, ama Filistin bir devlet! Şu anda 140 tane devlet Filistin’i tanıyor. Bir Filistin Devlet Başkanı var. Filistin pek çok örgüte üye, uluslararası anlaşma yapıyor. Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde taraf. Her devletin meşru müdafaa hakkı vardır. Dolayısıyla Filistin’in meşru müdafaa hakkı var. Meşru müdafaa hakkı ne demek? Yani silahlı saldırıya maruz kalırsa, kendisini münferiden, tek başına savunma hakkına sahiptir. Kolektif olarak, müştereken başka devletlerle birlikte kendi ülkesini savunma hakkına da sahiptir. Size bir örnek vereyim. Ağustos 1990’da Irak Kuveyt’i işgal etti. Kuveyt, İngiltere’nin kurdurduğu yapay bir devlet aslında. Sırf Irak’ın denize çıkmasını zorlaştırmak için, Irak’ı güçsüzleştirmek için ve İngiliz emperyalizmine ekonomik kazanım sağlamak için -orası petrol açısından çok zengin bir bölge- orada böyle bir devlet kurdurdular. Irak, 1990 Ağustos ayında burayı işgal etti. Peki, işgalden sonra ne oldu? Güvenlik Konseyi harekete geçti. “Böyle şey olur mu? Korkunç bir şey bu. En büyük suçtur.” dediler. Irak’a karşı ekonomik, siyasî, askerî, ticarî ambargo kararı alındı. Irak’ı dünyadan kopardılar. En sonunda askerî zorlama tedbiri aldılar, yani savaş yetkisi verdiler. Kime? Bu işi yapmaya meraklı ABD’ye tabi ve onunla işbirliği yapan birtakım devletlere. Sonuçta 1991 Ocak ayında savaş başladı ve Irak Kuveyt’ten çekilmek zorunda kaldı. Irak’ın Kuveyt’i işgalinden hemen sonra Kuveyt, ABD ile bir savunma anlaşması yaptı. Zaten Güvenlik Konseyi yetki vermese bile, uluslararası hukuka göre, ABD ile Kuveyt birlikte Irak’ın işgaline karşı Kuveyt’i savunma hakkına sahipti. Çünkü uluslararası hukuka göre meşru müdafaa hakkı, yani silahlı saldırıya ve işgale uğradığınız zaman, şu anda Gazze’de olduğu gibi, ilgili devlet ya tek başına ya da başka devletlerle birlikte, müştereken meşru müdafaa hakkına sahiptir. O yüzden, şu anda herhangi bir Müslüman ülke isterse, meşru müdafaa hakkı çerçevesinde her türlü askerî desteği verebilir, birlikte savaşabilir. Bunu kimse gündeme getirmek istemiyor, çünkü işlerine gelmiyor. İsrail’den korkuyorlar; bu kadar basit. Aslında yapılabilir.

Başka ne yapılabilir? Filistin’e her türlü silah verilmesi gerekir, vermek en doğal haklarıdır; çünkü Filistin bir devlet zaten. Nasıl ki Kuveyt, Litvanya bir devletse, Filistin de bir devlettir. Dolayısıyla Filistin’e her türlü ekonomik, malî, ticarî, askerî desteği verebilirler, uçak, tank, istihbarat desteği verebilirler; askerî işbirliği anlaşması yapabilirler, oraya üs kurabilirler. Bunların hepsi yapılabilir. Çünkü Filistin bir devlettir.

Başka ne yapılabilir? Barış Gücü askerleri gönderilebilir. Genel Kurul, BM Genel Kurulu bu konuda yetki verecek. Kurul bu konuda yetkiye sahip. Genel Kurul, bugüne kadar pek çok ülkeye Barış Gücü askeri göndermiştir. Normalde bu işi Güvenlik Konseyi’nin yapması lazım. Ama yapmıyor; çünkü orada emperyalist ABD var. ABD hiçbir şekilde İsrail’e zarar verecek bir şey yapmaz, mümkün değil, bugüne kadar yapmadı. Dolayısıyla bu işi kim yapabilir; Genel Kurul. Genel Kurul’un böyle bir yetkisi var. Genel Kurul, Barış Gücü askeri gönderebilir. Bunun örnekleri var. Mesela 1956 Süveyş krizinden sonra Mısır’a gönderdi. 1960 yılında Kongo’ya gönderdi. Genel Kurul isterse gönderebilir. Ama şunu unutmayalım: Genel Kurul kararları bağlayıcı değildir, tavsiye niteliğindedir; fakat bir devlet tavsiye niteliğindeki bir karara uyabilir. En doğal hakkıdır bu. Örnek vereyim. 1950 yılında BM Genel Kurulu ABD’nin isteğiyle Kore’ye asker gönderilmesi hususunda bir karar aldı. Bu Genel Kurul kararından sonra 1950’de Kore’ye asker gönderildi. Buna biz “barış için birleşme kararı” diyoruz. 1950’de alınan bu karar kabul edildi. Demek istediğim, Genel Kurul eğer bu konuda karar alırsa Barış Gücü askerleri gönderilebilir. Burada 3’te 2’lik oy çokluğu gerekir. Bunlar hep yapılabilir. Yapılacak bir sürü şey var aslında; ama maalesef bunlar konuşulmuyor.