Bütün enerjimizi, güzel kadınlara ve yakışıklı erkeklere harcayabilir, ömür boyu sadece bu işlerle uğraşabilirdik. Bütün enerjimizi sadece gayrimenkul edinmeye hasredebilirdik. Bütün enerjimizi sadece ama sadece güzel arabalar almak gibi bir çabayla dünya hayatını geçirmeye çalışabilirdik. Bunları düşünürken midemin bulandığını hissedebiliyorum…
Zaten öleceğini bilen ve ölümü gayriihtiyari bekleyen adamın ahiret tefekkürü kaliteli olur. Herhangi bir telaşa kapılmadan, ölümü şöyle bir hissetmek… Toprağın kara bağrında, sıcak ya da soğuk ama incinmeden, severek…
Son demlerini yaşadığını fark eden ama soğukkanlılıkla bekleyen; fakat hala bitmemiş kutsal bir hesabı olan insan… Üstelik hem dünyaya hem ahirete ait bir hesap… Dünya-ahiret dengesi denilen şey, kuyumcu terazisinde ölçülmez ki… İşte bunun ölçüleceği yer burası…
Son nefeslerde, son demlerde söylenmiş sözler vardır, vasiyet türünden... Bir kısmı devlet kurar, bir kısmı geri kalanlara dünyalık bir tavsiyedir, bazılarında ise ahirete yönelik tavsiyeler vardır. Bazıları, duygusal ve gerçekçi paylaşımlardır. “Annene iyi bak”, “Oğlum ya da kızım sana emanet.”, “Şu borcumu da sen öde.” gibi... Ya da ölecek ama dünyevî bir hesabı var... Tıpkı tüccar Salomon fıkraları gibi... Ya da, ölecek ama o kısa anında hâlâ ahirete yönelik bir yatırım peşinde; işte bu gayet rasyonel, çünkü gittiği yere ait ve âna dair düşünceli bir hazırlığın peşinde... Hep ilgimi çekmiştir, filmlerde işkence gören ama konuşmayan ve sonunda da ölen yiğit insanların hali... Yaşamakla ölmek arasında bir tercih ama hak bir davaya inandığı için ölmek pahasına yeryüzünü imar etmeye devam etmek... Ama gittiği yer belli, ahiret... Ya Rabbi. Bu ne soğukkanlılık... Bu soğukkanlılığın altında, Allah’a ve ahirete gerçekten iman, hesap verme kaygısının yol açtığı ciddiyet ve sonsuz hayallerle dolu bir ümit olmasaydı, insan asla böyle davranamazdı.
Nerede kalmıştık, evet, “ahirete iman...” Allah var değil mi, ahiret de vardı, öleceğiz üstelik… Sanki üzülür gibi söylemeyelim bunu… Dost’a kavuşmanın başka yolu yok ki… Mükâfat almanın da başka yolu yok… Ölmek ve dirilmek… Ne dersiniz, ölmemek için bir çaba harcamalı mıyız? Yoksa yaşamak nasıl bir şey! Adamın ölüm korkusu yok ama ölümü de hiç aklına hiç getirmiyor… Eh, bir tarafı kabiliyet, ama dünyevileşmenin tam göbeğinde, dünyaya ve zevklerine kendini feda etmiş bir tip... Bir de ölümü unutması mümkün olmayan ve bir inanca sahip, gerçek bir davası olan insanların hayat ve mücadeleleri var yeryüzü fotoğraflarında…
Bizler hakikaten, tok bir biçimde bu konuşmaları ve yazışmaları yapacak insanlar mıyız? İşin bir de bu tarafına bakmak lazım. Öyle durumlar var ki, sözlerin çapı bizi aşar. İnsan olma noktasında empatik olarak burada konu bize ait, fakat biz nasıl duygulanıyoruz, kendimize dair içsel durumlarımızda neler var? Ölüme dair muhasebe ve tefekkürlerin temelinde ne yatıyor? Ahirete gitmek kaçınılmaz, çünkü her nefis ölümü tadacaktır... Mesela, ahirete gitmeli miyiz diye bir soru ya da sorun yok… Çünkü bilimsel tecrübe, bizden önce ölenlerin varlığı vs. Size göre ahiret, bir Bermuda üçgeni ise problem yok… “Giden gelmiyor.” şeklindeki Yemen türküsünü şimdiden söyleyebilirsiniz, doğru çünkü giden gelmiyor… Ama siz inanmasanız da ahiret de en büyük hakikat… Ama gittiğiniz yer sizin gönlünüzde, ayrıldığınız dünyadan daha kıymetli ise işte o zaman gideceğimiz yere dair hasret, ilgi, merak ifade eden müşfik sözler söylemek, düşünmek, duygulanmak gerekir… Mesela “taleal bedru aleyna” gibi olabilir… Duygusal bir şeyler paylaşmak gerekirse; ölüm de güzel, ölüm meleği de… Sur’u üfleyene bir soğukluğunuz yok, canınızı alana mı var? Öyleyse, benden sonra tufan kafasında bir bencillik de var burada… İnsan nefis hastalıkları anlamında “hasta” olunca, hastalık her yere, her düşünceye, her duyguya sirayet ediyor, etkiliyor, yayılıyor. Şenel İlhan Beyefendi, “Nefis ilimleri ahirette de işimize yarar.” demişti. Bu ilimlerin varlığı avantaj, yokluğu çile, nefis ilimlerine dair yoksunluğun kokusu şimdiden çıkıyor, her zamanki gibi, haklıymış hazret…
RÜYALARDAKİ AHİRET…
“İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar.” hadisi, şu anki ahiret algımızın, gayriihtiyari olarak yani elimizde olmayan nedenlerle henüz uyanmamış bir adamın, gerçek hayata yani “uyanmışlığa dair algısını” yansıtıyor oluşudur. Çünkü bu sözle, halen dünyada yaşayan insana seslenilmektedir. Öyleyse iki şeye iyi inanmak gerekiyor. Birincisi, uyuyor oluşumuz, yani uykuda oluşumuz… İkincisi “ölmekle uyanacak” oluşumuz… Oysa insan, uykuda çok şey yaşayabilir. Mesela uyarılabilirsiniz, size seslenebilirler, size dokunabilirler… Siz duygulanırsınız, ağlarsınız, gülersiniz, öfkelenirsiniz… Aynen böyle olmuyor mu zaten!..
Rüyada yani “rüyanın içinde rüya tabiri yapılmasının” rüyanın verdiği mesajı direkt yansıtması da “rüyadaki ahiret” yaklaşımına iyi bir gönderme aslında… Çünkü gerçeğin ta kendisi… Allah’ın (c.c.) sonsuz merhametinin bir tecellisi ki, peygamber haberleri bizlere, insanlığa ulaşmış… Hayatın ortasında tüm benliğiyle var olan insan için peygamberlere iman ve ahiret inancı birlikte bulunmak zorunda demek ki… Çünkü ahiret ile ilgili her bilgi çok kıymetli… Ve bu bilgileri, ancak, kutsal kitaplardan, peygamberlerden alabiliyoruz. Bu anlamda bakıldığında, ahir zaman bilgileri de çok kıymetli… Hz. Peygamber’den gelen her bilgi çok kıymetli… Günümüzdeki deistlerin kulakları çınlasın… Belli ki, sadece Peygambere değil, Allah’a (c.c.) da inanmıyorlar. Ahirete ve kabir hayatına dair haberlere inanmamaları da deistlerin özelliklerinde var. Oradaki yaralar ve yıpranmışlıklar, kabir hayatı, hesap vermek, mükâfat ve cezalar, ahiret hayatına dair inanç alanlarını yaralamış… Bütün bunlar yara almış da Allah inancı yara almamış mı? Ne dersiniz? Kur’an’ın pek çok yerinde “Allah ve Resulü” şeklinde geçen vurguyu nereye koyacağız?
Dr. Mehmet Öztürk’ten bazı güzel değerlendirmelere de burada yer vermek isterim;
“Rüyalar; Allah’ın varlığı, eşyanın hakikati (künhü, arkhesi), kaderin gerçekliği, zaman-mekân algısındaki rölatiflik, ahiretin varlığı, İslam’ın hak oluşu, materyalizm ve pozitivizmin çürütülmesi, ruhun varlığı, sonsuzluk, sınır ve son problemi, fizik-metafizik ilişkisi, değişik boyutların varlığı, gaybın bilinmesi vb. çok değişik konularda müthiş deliller ortaya çıkartan bir inkişaf sahası olmuştur.
Tarih boyunca insanlar, anlamlar taşıdıklarına inandıkları rüyalardan çeşitli mesajlar çıkarmaya çalışmış, gelecek hakkında birtakım öngörülerde bulunmuşlardır. Rüyaların dili, tabiri ve yorumunda simge ve semboller büyük önem taşımıştır. Çoğu zaman rüya deyip geçtiğimiz, hafife aldığımız bu gerçeklik, hayatı ve ölümü anlama ve anlamlandırmada bir “dünya görüşü” elde etme bakımından insanlara çok değerli argümanlar sunmaktadır. İnsanları hayrette bırakan değerlendirmelere neden olmakta, imanî birtakım hakikatlerin kanıtlanması ve anlaşılmasında da çok büyük katkılar sağlamaktadır.”
“Rüyalardaki algılama mekanizmasıyla dünyadaki algılama mekanizması arasında hiçbir fark olmadığını ifade etmiştik. “Dünyadan haberi olmayan ve sürekli rüya gören kişi, rüyayı gerçek hayat sandığı için dünya hayatını inkâr edebilmektedir. Ama ne zaman ki rüyadan öldüğü (uyandığı) vakit rüyanın ahireti olan dünyaya gözlerini açmakta, aynen bunun gibi dünyada ölen kişi de ahirete gözlerini açmaktadır.” Bu şekilde kurulacak bir paralellik ahiretin varlığı hususunda bir karine teşkil edecektir. Böyle bir yaklaşım, ahiretin varlığını anlama, kavrama noktasında büyük bir kolaylık sağlayacaktır. Çünkü rüyalar, insanın değişik boyutlarda yaşayabileceğine büyük bir delil teşkil etmiş olmaktadır.
Rüyalar, “madde algısı” üzerinde de önemli bilgiler ihtiva etmektedir. Rüya gören kişi rüyadaki objeleri hakikat gibi algılamaktadır. Ne zaman ki uyanıp gözlerini dünyaya açmakta, o zaman rüyadaki madde algısının buharlaşıp kaybolduğunu görmektedir. Rüya gören, rüyadaki varlıklarla ilgili olarak; “Hayır, bunlar mutlak varlıktır. Gerçek hayat rüyadaki hayattır, dünya hayatı yoktur.” iddiasında bulunup rüyada pozitivist ve materyalist bir tutum sergileseydi, uyandığında bütün bu iddialarının boş bir kuruntu ve hayal olduğunu görecekti. Aynen bu örnekte olduğu gibi, ahirete nispetle dünyadaki varlık da izafi bir değer taşımaktadır. Aslolan ahiret yurdudur.”
“Rüyalarda olduğu gibi “uyku”nun kendisi ve hayatımızda geçirmiş olduğumuz bazı evreler de birtakım derin hakikatlerin ortaya çıkmasına yardımcı olan mesaj ve hikmetlerle yüklüdür: Diyelim sekiz saat uyudunuz. Uyandığınızda size bir “an” gibi gelmektedir. İsterseniz günlerce uyuyun fark etmez. Nitekim Ashab-ı Kehf, Kur’an’da beyan buyrulduğuna göre 309 yıl uyumuşlar ve uyandıklarında geçen bu süreyi algılayamamışlardır. Zaman ve mekân bilinci uykuda kaybolmaktadır. (Zaman ve mekân izafiliği)
Anne karnında geçirilen dokuz aylık ve doğduktan sonraki ilk birkaç yıllık süreyi “var” olduğumuz halde “yok”muşuz gibi hiç hatırlamayız. Ortalama 60 yıllık hayatı bulunan bir insan, günde sekiz saat uyuyarak ömrünün üçte biri olan 20 yılını uyuyarak geçirmektedir. “Hareket” ve “bilinç” olmayınca hesaplar altüst olmaktadır. Tüm bu gerçekler, insanların üç boyutta (en, boy, yükseklik) ve zaman kaydında sınırlanmış aciz yaratıklar olduğunu tüm çıplaklığıyla ortaya koymaktadır. Anne karnındaki bebeğin eli, ayağı, gözü, kulağı gibi organlar anne karnında iken bir işe yaramazlar. Bebek, tüm hayat fonksiyonlarını kordon denen göbek bağı ile gerçekleştirir. Sıvı bir kesenin içerisinde boğulmadan dokuz ay yaşar. Anne karnında bir işe yaramayan gözün, kulağın, ayağın… gelecekteki dünya hayatına delil teşkil etmesi gibi, rüyalardaki semboller de kaderin dolayısıyla ahiretin varlığı hususunda haber vermekte ve delil teşkil etmektedir. Anne karnındaki bebeğin organlarının doğacağı dünya hayatına yönelik mesajlar taşıması gibi, rüyalar da barındırdıkları şifre ve manalarla geleceğe ve dünya hayatından sonra doğacağımız ahirete yönelik sırlı mesajlar taşımaktadır. Anne karnında, dünyada, rüyalar boyutu gibi değişik hayat standartlarında yaşanılabildiğine göre cennet, cehennem vb. hayat formlarında da yaşanılabilmesi için hiçbir engel yok demektir. Elest bezmi, ruhlar âlemi, anne karnı, dünya hayatı, âlem-i berzah ve ahireti kapsayan sonsuzluk yolculuğunu yukarılarda zikredilen hakikatler zaviyesinden değerlendirmek, insanı fırtınalı kesret okyanusunda boğulmaktan kurtaracaktır. Kâinatta her bir varlık; Allah’tan gönderilmiş, açılıp okunmak için alıcısını bekleyen bir mektup gibidir. Okuma-yazma bilmeyen ümmî bir Peygamber’in (s.a.v.) şahsında tüm insanlığa ferman buyrulan “ikra (oku)” emrinin altında yatan Rabbânî sır da bu olsa gerektir. Bu mektupları iyi okumak, anlamak ve gereğini yerine getirmek şiarımız olmalıdır. Kulluk denen şey de zaten bu değil midir?”
Sözlerimizi Üstad’ın şiiriyle sonlandıralım ki bedii bir zevk olsun:
“Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber
Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber…” (N.F.Kısakürek)