Bir Güç… Büyük Bir Güç… ve Allah Var… / Dr. Alper Yücel Zorlu

Bizim bir davamız var. Kendimize acımakla vazgeçilemeyecek, bir elde güneş bir elde ay olsa geri adım atılmayacak; bir mahalleye bir şehre değil, dünyaya gözünü dikmiş bir dava… Bu dava, başlangıç itibarıyla Anadolu “kıtası” büyüklüğünde… “Dünya beşten büyük” derken, “Biz de varız ve buradayız, Anadolu topraklarındayız” diyen bir dava… Çevre bilincini yere tükürmemekle başlatıp tüm kulların haklarıyla devam eden bir dava… Son sözün dünyada değil, ahirette söyleneceği bir dava… Hesabın kullara değil, Allah’a (c.c.) verileceği bir dava…

Hz. Alilerin, Hz. Ebu Bekirlerin, Hz. Osmanların, Hz. Ömerlerin de söz konusu edileceği bir dava… Ardında aslanlar gibi Bedir ashabı var, Kerbela şehitleri var, tüm peygamberler ordusu var… Salihler, şehitler, tüm pîrler, insanlığın mümtaz simaları büyük bir ahlâk ordusu var. Melekler var… İnanmış gönüller, âhı arşı inleten mazlumlar, yetimler var… Bunlar görünmeyen maneviyat orduları… Bir de ezilen Afrika, gözleri ufku bekleyen İslam dünyasının samimi gönül ve gönüllüleri, mücahid ruhları kehkeşanlarda gezenler, şehit olmak için gün sayan yiğitler, nefsine gem vurmuş aslanlar var.

Böyle bir ordunun karşısında kim durabilir!

“Dergi hür tefekkürün kalesi” diyen Üstad boşa dememiş… “Söz orucu” tutanlar, 50 yıllık riyazetlerini boşa tutmamış… Sükûtun diliyle konuşanların zamanı da gelecek bir gün… Gönül diliyle anlaşanların… Gönlü ötelerde ta ötelerde olanların… “Ben” değil “biz” diyenlerin davası…

Dostlarını yalnız bırakmaz Allah… O’nun va’di, vaatlerin en büyüğü, müjdelerin en müjdesi, gönüllere su serpen en büyük ümit… “Hak şerleri hayreyler” dediğimiz sığınak… “Ol!” deyince olduran… “Öl!” deyince öldüren… “Diril!” deyince dirilten…

Bu milletin üstünde nice müjdeler vardır. Nice fedakârlıklarla bu günlere gelinmiş… Ne canlar verilmiş… Bunların, bu toprakların kıymetini bilmeyen, tarihin derinliklerinde atalarının duasını değil, sitemini alır ancak… Kanunî Sultan Süleyman, biraz daha itibar isteyen Zigetvar fatihi Bali Bey’e ne demişti: “Bu devlet 800 küsur yıl önce kuruldu…” Yani “Medine’de kuruldu” demişti. Kökenini oraya dayandırmıştı. Bundan daha büyük bir şeref var mı? İnsanını, sistemini, zaferlerini Hz. Peygamber’in (s.a.v.) yeryüzüne yaydığı büyük bir anlayışa, büyük bir davaya, büyük bir medeniyete sırtını dayamak… Peygamber müjdeleriyle yol aldılar hep…

Bütün hengâme, Ortadoğu’da kopuyor… Sebebi var. Peyami Safa, Batı ve Doğuya dair konuşurken “Asya, insanlığa başını gökyüzüne kaldırmayı öğreten kıtadır.” demişti. Aynen öyle… Orta Doğu ise Peygamber soluğunun yani aslında vahyin, manevî ciğerlerimize dolduğu yer… Oradan Orta Asya’ya, Afrika’ya, Anadolu’ya yayılmış… “Ahmet Yesevî’nin Orta Asya’dan attığı çomaklar Anadolu’da ağaç oldu.” demişti bir ilahiyatçı… Bir Yahudi âlimi, Hz. Peygamber’i (s.a.v.) görünce, “Bu yüz, yalan söylemez…” demiş ve Müslüman olmuştu. O’nun (s.a.v.) dürüstlüğü yayıldı cihana… Zaten yaymak istediği de buydu… Büyük bir “onur savaşı” verdiler. “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” emri nedeniyle “Hud Suresi beni kocattı.” demişti Yüce Peygamber…

Onlar hep, hem maddî ve manevî hem de fizik ve metafizik bir onurun mücadelesini verdiler… İnanan ezilmemeliydi, zillete düşmemeliydi, zulmetmemeliydi, zulme uğramamalıydı… Saygısızlık yapmamalı ve saygısızlığa uğramamalıydı. Merhameti her zerreyi sarmalıydı. İnsanı, kurdu, kuşu böceği, her şeyi layıkıyla sevmeli ve sevdirmeliydi… Yiğitlik ve şecaat, onur ve iffet, merhamet ve sükûnet, himmet ve yücelik, sabır ve sekine, tevazu ve vakar onda olmalıydı… Dimağı temiz, aklı temiz, ahlâkı temiz olmalıydı… Ve öyle oldular, öyle öldüler… Ama ebedi âlemin dirileri olarak mübarek hayatlarına devam ettiler… Ölüm bir son değil, bir başlangıçtı onlar için…

Tüm bunlardan sonra günümüzde “inanmışların” en büyük en yüce söylemi, “İnanıyorum, öyleyse var’ım…” olmalı.

Şenel İlhan Beyefendi, bu duruşun adına yıllar önce “İmanına İnanmak” demişti. Feyz Dergisi’nde yayınlanan bir makalesinde:

“İslam’a alternatif, hiçbir objektif düşünce ürünü bir inanış, asla söz konusu olamaz... Çünkü İslam’a alternatif objektif düşünce demek, İslam’ın evrensel değerlerine zıt, başka doğru düşüncelerin varolması demektir ki, bu Hz. Adem’den beri, en azından objektif düşünce adına mümkün olamadı... Teorilerse malumunuz sürüyle... Hem nasıl olsun ki İslam’a alternatif düşünce… Olamaz çünkü objektif düşünce demek, kesin çürütülemez deliller kullanılarak en tarafsız, en dengeli mantık önermeleriyle hakikati bulmak demektir. Ve bu; objektif düşünmek kendine huy, yani sıfatlaşmış ahlak olmamış kişilerde ancak kendini objektif olmaya zorlayarak elde edilebilen kolay bir şey değildir. Yani daha açığı objektif olmak; İslam’da bütün güzel ahlakların temeli olan dört temel duygudan en azından ikisi olan “hikmet” ve “adalet” duygularının, insanın eli ayağı veya diğer değişmeyecek organları gibi asla değişmeyecek bir biçimde ahlakı gibi olmazsa asla mümkün değildir. O halde bilim adamları veya meslekleri gereği en azından laboratuvarda objektif olmak zorunda olan insanlar bile zorlanarak elde ettikleri bu verilerini laboratuvardan çıktıkları an yorumlarıyla nasıl subjektifleştirdiklerini hep beraber görüyoruz. Bunu, hem bilimin her dalında hem de binlerce teorinin bilim diye yutturulmaya çalışıldığı her alanda rahatça müşahede ediyoruz.”

“…Müslüman’ın kafa yapısı özeldir. Ve olması gerektiği kadar vakarlı, dengeli ve her şeyden önemlisi, kafa yapısından emin, düşüncelerine ve inancına imanı ise maksimum makamdadır. İnanca iman o kadar önemlidir ki, sırf bu konu bile rahatça bir kitap konusudur. Ama en azından nasıl rahatça bir kitap konusu olduğunu açıklamadan geçmek ise sanıyorum okuyucularıma haksızlık olur. Çünkü imanına inanan kişi ki bu imanı inancı olabildiği gibi; bizzat iç dünyasında veya psikolojik yapısındaki menfi ve müsbet değerlerini akl-ı selim aklıyla düşünüp tartan, nasıl onları olduğu gibi görmez de nefsinin sakimleştirdiği aklıyla cimriliğini cömertlik, hırsızlığını ticaret, teori ve kabullenişini iman sanır; mümkün değildir... Böyle olunca da bu tür Müslüman’ın hem inancına imanı hem de kendi ve değerlerine imanı dağ gibidir ve asla sarsılmaz, sarsılamaz. O şöyle bir bakar, mesela: Ateizmin tüm dünyada istisnai bir fikrî sapıklık olduğunu rahatça görebildiği için ateist kafaların varolması ona psikolojik anlamda bile hiçbir şekilde alternatif bir baskı olamaz. Yani koca koca prof’ların ateist veya dinsiz olması, onun peşin olarak üstelik de zerre kadar ön yargı sayılamayacak bir mantıkla reddetmesini sağlayacaktır. İnanın bu sadece ateizm için değil; tüm dinler veya İslam’ın karşısında olduğunu zanneden her ideoloji veya fikir için geçerlidir. Ahlaki anlamda da bu böyledir.

Hangi akl-ı selim ve ahlakı kâmil bir mümin, kızıyla cinsel ilişkiyi mübah gören veya her türlü homoseksüel veya diğer sapık ilişkileri doğal gören kafa yapısını nasıl kendi kafa ve kalp yapısına alternatif kafa yapısı olarak görsün de vesveselensin, mümkün müdür? Elbette her Müslüman nasıl ensest ilişkiyi ve diğer sapık ilişkileri otomatikman reddedip kendini de ön yargılı ve fanatik hissetmiyorsa, işte aynen bunun gibi, akl-ı selim Müslüman da hem ateisti hem deisti, Hristiyan, Yahudi hatta mezhepsizi doğal bir şekilde reddeder ve zerre kadar fanatik de olmaz. İnanın bir istatistik yapılsa dünyadaki ateist sayısının herkes tarafından istisna kabul edilen cinsi sapıklardan daha az olduğu ortaya çıkacaktır. Yani özellikle ateistler, dinsizler, istisnanın da istisnası zavallı bir küçücük azınlıktır. Ama sesleri dünyada ne kadar etkili o da başka konu tabi.”

Aynı makalede şu vurgu çok önemli:

“Sözün özü, imanına inanan, düşünceleri, ahlaki ve genel tüm özellikleriyle kendine de inanan ve güvenen, ayrıca bunda da kesinlikle haklı olan hakiki bir Müslüman; kendinin zıddı tüm düşünce ve kişilere ancak acıyarak ve üzülerek bakar. Ve bu bakış onu ne ön yargılı bir fanatik ne de kendinden başka doğru kabul etmeyen zavallı bir fikir fakiri yapar.

Öyleyse, her devirde ve her zamanda doğruyu ve hakikati kabul eden ezici çoğunluğun karşısında, hem ahlakî ve hem imanî boyutta istisnai konumlara mahkûm sapıkların ve dinsizlerin olması gayet tabiidir...”

Her asırda bu kutsal duruş, bu savunma, bu tebliğ, hakikati haykıran bu ses hiç dinmedi, durmaksızın devam etti. Verilen bütün müjdeler bir bir gerçekleşti. Çünkü gücünü vahiyden alıyordu… Yani Allah’tan… Özellikle günümüzde, sadece insan zihnine inmiş kavramlar değil, yüreklerde yer etmiş imanın tezahürleri her şeyden kıymetli. Bu uğurda çekilen çileler, bazen sabır, bazen tevekkül ve direnme, bazen amel şeklinde, ebedi hayatın canlı şahitleri olarak “deftere” yazıldı, yazılacak… Tarihe geçti ve geleceğe de damgasını vuracak… Hali hazırda kaygılarımızı ve ümitlerimizi, hayallerimizi ve vizyonumuzu beslemeye de devam ediyor. Bu anlamda “Bal arısına vahyeden Allah”, bizlere de bir oluş olarak vahyetmeye devam ediyor. Güç vererek, destek olarak, kalplerden geçeni bilerek, tecellileriyle, an be an bir iş ve oluşta olarak, diri, hayy bir biçimde, tüm vaadettikleriyle, zamanlar bitse de o ebedi bir biçimde, bildiğimiz bilmediğimiz tüm evrende, yaratarak ve yaşatarak… Evet, bir iyilik ve güzellik olacaksa âlemde, ancak O’nun (c.c.) tasarrufuyla, ilhamıyla, yaratmasıyla olacak…

O nedenle, imanına inanmak demek, Allah’ın (c.c.) bütün sıfatlarıyla, esmalarıyla, tecellileriyle, her an, her zerrede, her varoluşta “Var” olduğunu bilmek demektir… Bize düşen, sadece bilmek ve hissetmek, O’nun (c.c.) kudret elinde şekillenmek için dua etmek…