Ku'ran Işığında Bilim / Prof.Dr. Ömer Çelik

Bilim, ilim, sonuç itibariyle Allah’ın yarattıklarının insan tarafından, Allah’ın evrende yarattığı varlığa ve eşyaya dair bilginin insanoğlu tarafından anlaşılmasıyla başlamasından ibaret. Kur’ân’ın bu anlamda yorumlanmaya başlamasının tarihçesi nerelere uzanmaktadır?

Öncelikle Kur’ân-ı Kerîm’in nasıl bir kitap olduğu ve Cenâb-ı Hakk’ın bu kitabı Peygamberimiz’e (sav), insanlığa niçin indirdiği noktasından bir iki cümle ifade ettikten sonra sorunuzun cevabına geçmek istiyorum. 

Kur’ân-ı Kerîm bir hayat kitabı. Yani insanlığın hayatını tanzim etmek üzere; insanın hem kalbine hem aklına yol göstermek, insanın yolunu aydınlatmak; bu dünya hayatında insanın hangi şartlar, hangi kurallar, hangi kanunlar çerçevesinde, nasıl bir haram-helal çerçevesi içerisinde yaşayacağını belirlemek; daha kısa bir ifadeyle, insana kılavuzluk yapmak üzere gönderilmiş bir kitaptır Kur’ân-ı Kerîm ve son ilahi kitaptır. Çünkü daha önceki bütün kitaplar tahrif edildiği ve artık güvenilecek durumları kalmadığından dolayı, insanın güvenebileceği, dayanabileceği ve yolunu bulabileceği yegâne güvenilir kitap olarak en son Kur’ân-ı Kerîm indirildi. Böyle bir gayeyle gelmiş olan Kur’ân-ı Kerîm, her ne kadar günümüz Müslümanlarınca, sadece hatmedilen, namazda kıraat edilen, aşr-ı şerif olarak okunan bir kitap gibi telakki edilse de Kur’ân-ı Kerîm’in muhtevasına baktığımız zaman; Kur’ân-ı Kerîm’in kâinata, varlığa, olaylara, hadiselere çok geniş bir perspektiften baktığını görüyoruz. Kur’ân, bize sadece namazı emreden bir kitap değil. Kur’ân-ı Kerîm, bize sadece Allah’ı zikretmeyi emreden bir kitap değil. Kur’ân-ı Kerîm, sadece bize ahiretten haber eden bir kitap değil. Kur’ân-ı Kerîm, sadece bize ahlâkı öğütleyen bir kitap değil. Tabi ki Kur’ân-ı Kerîm’de namaz da vardır, ahlâk da vardır, iman da vardır. Ama Kur’ân-ı Kerîm’in muhtevasının bunlarla sınırlı olmadığını, bunun ötesinde, kâinatta, varlık âleminde, dünyada ne varsa hangi varlıklar varsa hangi olaylar, hadiseler söz konusuysa Kur’ân-ı Kerîm’in bunların hepsine dikkatlerimizi çektiğini, bize bilgi verdiğini, bizi o konularda yönlendirdiğini rahatlıkla görebiliyoruz.

Şöyle bir misalle izah edecek olursak: İlimler tasnifinde pek çok ilim var. Bunların içerisinde dini ilimler dediğimiz ilimler var; fıkıh, tefsir, hadis vb. Mesela, biz Müslümanlar fıkıh ilmini çok önemseriz, ahkâmı çok önemseriz; haramlar-helaller nedir bunu önemseriz. Gerçekten de önemlidir. Ama Kur’ân-ı Kerîm’e baktığımız zaman bu muamelât, haram-helal kısmıyla ilgili, 6.236 ayet-i kerimeden ortalama 500 ayet-i kerimenin bu alanla ilgili olduğunu görüyoruz. Geride kaç ayet kaldı? Geride 5.500’den daha fazla ayet-i kerime var.

Bununla birlikte, bugünkü modern bilimlerin alanına girmiş olan fizik, matematik, kimya, biyoloji, astronomi, psikoloji, sosyoloji, antropoloji; yani şu an insanlığın üzerinde çalıştığı, üniversitelerin, enstitülerin, araştırma merkezlerinin üzerinde çalışmış olduğu ve sürekli çalışmaya devam ettiği bu alanlara, Kur’ân-ı Kerîm’in pek çok ayette yer verdiğini görüyoruz. Genel bir ifade kullanmak gerekirse 300 civarında, açık olarak ahkâma dayalı ayet olup, 750’den fazla ayet-i kerimenin de göklerden, Güneş’ten, Ay’dan, yıldızlardan, dağlardan, denizlerden, gemilerden, madenlerden, insanın farklı özelliklerinden, bütün havyanlar âleminden, bitkiler âleminden, yağmurdan, buluttan, uzaydan ve uzayda meydana gelen hadiselerden, yedi kat gökten, yani varlık âleminin görünen ve görünmeyen bütün alanlarından bahsettiğini ve bunlara çok önem verdiğini görüyoruz. 

Dolayısıyla, burada öncelikle Kur’ân’ın nasıl bir hayat kitabı, kâinata, evrene nasıl, hangi yönden bakan bir kitap olduğunu tespit etmek önem arz ediyor. Başlangıçta bunu ifade etmek istiyorum.

Kur’ân-ı Kerîm, bir defa, ilmi, bilgiyi çok önemseyen, ilme, bilgiye çok değer veren bir kitaptır. Bilgiyi elde etme, araştırma, deney, gözlem yapma açısından Müslüman’a kesinlikle hiçbir kısıtlama getirmeyen ve Müslüman’ı, yani muhatabını, insanı, bütün gücünü kullanarak bilimsel araştırmaya, incelemeye sevk eden, yani varlık olaylarını tahlil etmeye ve onlardaki ilahî kanunları bulmaya sevk eden ve bu konuda hiçbir engel ve sınırlama kabul etmeyen bir kitap. İlme çok önem verdiğini görüyoruz.

Bilim, insanlığın ortak malı ve müminin de yitiği olduğuna göre bu konu nihai anlamda nasıl değerlendirilebilir? “Varlığımızın delillerini, (kâinattaki uçsuz bucaksız) ufuklarda ve kendi nefislerinde onlara göstereceğiz ki, o Kur’an’ın gerçek olduğu onlara iyice belli olsun. Rabbinin, her şeye şâhit olması yetmez mi?” (Fussilet, 41/53) ayeti ışığında konuyu değerlendirebilir misiniz?

Kur’ân-ı Kerîm; insanlığın üzerinde çalıştığı, inceleme yaptığı tıp, eczacılık, astronomi vb. bütün ilimleri teşvik eden, onlara ışık tutan, onlardan bahseden, onlara yol gösteren, yön gösteren, o alandaki araştırmaları teşvik eden, kesinlikle engelleyici, kısıtlayıcı tavır takınmayan ilahî kitaptır.

Bahsettiğiniz ayet-i kerime, özellikle Kur’ân-ı Kerîm’in bu bilimlere nasıl ışık tuttuğunu, yol gösterdiğini ve bilimsel araştırmalar konusunda Kur’ân’daki ifadelerin, ayetlerin ne kadar doğruyu ifade ettiğini, Allah’tan geldiğini tasdik edecek bir netice, bir sonuç doğuracağını ifade ediyor.

O ayette çok ilginç bir ifade kullanılıyor. Ayet-i kerimenin baş tarafında “senurîhim” diyor. Arapçada “sin” harfi gelecek zamanı ifade eden bir harftir, edattır. “Senurîhim” kelimesi “Biz onlara göstereceğiz.” demektir. Yani bu, ayetin inişinden başlayarak, kıyamete kadar devam edecek bir süreci ifade ediyor. “Biz onlara göstereceğiz.” Peki, ne göstereceğiz? “Senurîhim âyâtinâ” “Bizim gerçekten Allah olduğumuzu; kadir olan, her şeyi bilen, yani bütün kemâl sıfatlara muttasıf bir Allah olduğumuzu ve gönderdiğimiz kelamın Hakk kelamı olduğunu gösteren ve buna delil olacak, bunu ispatlayacak delillerimizi göstereceğiz.” “fil-âfâki vefî enfusihim” “Hem dış âlemde, yani gökler, denizler, yeryüzü ve tüm kâinatta hem de insanın iç dünyasında; yani insanın anatomik yapısı, beyni, kalbi, organları, damarı, kanı, yaradılışı, ana rahminde geçirdiği süreçler, insanın doğması, büyümesi, ölmesi, yani bedenen ve ruhen insanın üzerindeki cereyan eden olaylar.” Bilim adamları bu alanlarda çalışmalar yapacaklar, Allah’ın buradaki kudretini, sanatını ortaya koyacaklar. Mesela, diyelim ki beyinle ilgili araştırma yapacaklar ve insandaki beynin ne kadar kompleks ne kadar sırlar yumağı ne kadar Allah’ın sınırsız kudretinin tecelli ettiği bir şey olduğunu gördükçe onun karşısında hayran kalacaklar ve diyecekler ki: “Bunu böyle yaratan Allah ne kadar sonsuz bir kudret sahibi!” ve sonuçta Allah’a teslim olacaklar.

Yapılan bütün bu ilmî çalışmalar ve ilmî çalışma neticesinde ulaşılan bilimsel neticeler; Kur’ân’daki bu alanla ilgili ayetlerin ne kadar doğru tespitlerde bulunduğunu gösterecek ve “1400 sene önce veyahut da asırlarca önce böyle bir şeyi bir insan mümkün değil söyleyemez. Bunu ancak bu varlığı yaratan Allah bilebilir.” dedirterek, Kur’ân-ı Kerîm’in gerçek Hakk kelamı, Allah kelamı olduğunu ortaya koyacak.

Dolayısıyla, ayet şunu bize söylemiş oluyor: Doğru, sahih nakille, yani bize doğru şekilde gelmiş olan ayetle, Allah’ın sözü ile, doğru olarak ulaşılan bir bilimsel neticenin kesinlikle birbiriyle çelişmeyeceği; tam aksine, bunların birbirini destekleyeceğini, bir uygunluk olacağını da ortaya koymuş oluyor. Yani sahih nakil ile doğru bilgi kesinlikle çelişmez, onlar sürekli birbirini destekleyeceklerdir. Ayet de bunu ifade ediyor.

Bu konunun sadece ve gördüğü şeyler itibariyle, tabir yerindeyse sadece akla kapı açarak imanını muhkem kılma çabasının, imanın gaybî yönüne olan itikadımızı eksik bırakmaması için nasıl düşünmemiz yerinde ve doğru olur? Yani sadece bilimsel gelişmeler ışığında bir tasdik ve teslimiyet boyutu oluşmaması için ne yapmalıyız. Bu konudaki irfanî duruş ne olmalı?

Kur’ân-ı Kerîm, Allah kelamı olarak, bütün bilimlerin önünde ve üstündedir. Çünkü insan mahsulü olan, yani insanın aklının ürünü olan, insan çalışmasının ürünü olan çalışmalarda, bilimsel çalışmalarda, netice itibarıyla ulaştığımız sonuçlar doğru da olabilir yanlış da olabilir. Ki bilim tarihine baktığımız zaman, bunları görebiliyoruz. 

Dolayısıyla, burada bilimi değil, ayetleri esas almak lazım. Yani iman nokta-ı nazarından. Çünkü bilimsel veriler, bilimsel sonuçlar sürekli gelişmeye, bir sonrakinin bir öncekini ortadan kaldırmasına açıktır. Bugün, Dünya, Güneş, Ay hakkında bilimsel veriler var ama bunlar da nihai bilgiler değildir. Elimizdeki ulaşabildiğimiz bilgiler doğrultusunda biz böyle düşünüyoruz. Yarın Güneş’le alakalı, Dünya’yla alakalı, Ay’la alakalı şu an elimizde mevcut olmayan daha farklı bilgiler, daha farklı sonuçlar ortaya çıkabilir. Dolayısıyla, burada hiçbir bilimsel gelişme veyahut da Kur’ân-bilim ilişkisi bizim Kur’ân’a olan, Allah kelamına olan imanımızı sarsacak bir nitelikte olmamalıdır. Burada Kur’ân’ı, nas’ı esas almalıyız. Bilimsel gelişmeler vasıtasıyla Kur’ân-ı Kerîm’i anlamaya çalışırken, veyahut da Kur’ân’da bu tür şeylere işaret olduğunu söylerken de yine çok dikkatli bir ifade kullanmalıyız. “Şu anki bilgilerle anladığımız kadarıyla, şu anki bilimin bize verdiği bilgiler doğrultusunda ve ayetten de ayetteki şu kelimeden de anladığımız kadarıyla şöyle bir şey gözüküyor.” demek daha doğru olur. Ama burada yüzde yüz böyledir diyemiyoruz. Böyle bir işaret olabilir; ama yarın diyelim ki farklı bir şey ortaya çıktığı zaman, “Ayet bunu söylüyordu hani, ne oldu; ayette bir eksik mi var?” falan tarzında, bizim veyahut da insanımızın Kur’ân’a imanını zedeleyecek, imanına halel getirecek böyle kesin ifadelerden uzak durmamız gerekiyor. Çünkü bilim değişebilir, ama ayet asla değişmez. Yani kasıtlı olmamak şartıyla, yanlış yorumlar olsa bile, bu da Kur’ân-ı Kerîm’in ilahi kelam oluşuna halel getirmez. Bizim yanlış yorumumuz, yanlış tevilimiz, Kur’ân-ı Kerîm’in ilahi kelam oluşuna bir halel getirmez. Orada yine Allah en iyisini bilir diyerek, çok dikkatli ifadeler kullanmak gerektiğini belirtmemiz gerekiyor.

Kur’ân-bilim veyahut da Kur’ân-teknoloji bağlantısını ele alırken; tabi, Kur’ân-ı Kerîm’in bu alanda vermiş olduğu bilgilerden hareket edelim veyahut da ondan örnekler vererek ilerlemeye çalışalım.

Bu konuyu somutlaştırmak gerekirse Kur’ân ve teknoloji ilişkisine dair mevcut bilimsel gelişmelerin ışığında ne söyleyebilirsiniz?

Kur’ân-ı Kerîm, peygamberlerden bahsediyor. Peygamberlerin topluma her bakımdan örnek olan insanlar olduğunu görüyoruz. Yani bir peygamber gelecek, “Sizin ticaretiniz beni ilgilendirmez.” diyecek; bir peygamber gelecek, “Sizin siyasetiniz beni ilgilendirmez.” diyecek; bir peygamber gelecek, “Sizin adalet sisteminiz beni ilgilendirmez.” diyecek; böyle diyen bir peygamber yoktur. Peygamberler, toplumların her yönden önderleridir, örnekleridir. Yani toplumun lideridir.

Adem aleyhisselama bakıyoruz, ilk insan, ilk peygamber. Tabi çok kalabalık bir insan kitlesi yok, nesli çoğalmaya başlıyor. Ama Cenâb-ı Hakk’ın ona, yeryüzünde yaşamak için gerekli olan, hayatın gerekleri olan bütün ilmi, irfanı, teknolojiyi öğrettiğini; toprağı nasıl işlemesi gerektiğini, nasıl ekmesi gerektiğini öğrettiğini, bununla beraber, ateşi nasıl yakması gerektiğini, kap kacağı nasıl yapması gerektiğini öğrettiğini; yani insanın hayatta yaşaması için gerekli olan bütün şeyleri bizzat öğretip bunları yaptırdığını, ona bu vahyi bildirdiğini görüyoruz. Nereden biliyoruz bunu? Bakara suresi 30. ayetten 38’inci ayet-i kerimeye kadar Hazreti Adem’in kıssası anlatılıyor. Oradaki “Ve alleme âdeme’l esmâe kullehâ” “Allah, Adem’e bütün varlıkların isimlerini öğretti.” ayetine baktığımız zaman, o öğretilen isimler içerisinde, yaşayabilmek için gerekli olan bütün bilim ve teknolojinin de yer aldığını, böyle izah yapıldığını görüyoruz.

Nuh aleyhisselama bakıyoruz; bir toplum ki ne gemiden haberi var ne denizden haberi var… Yani insanlık denizde bir kayığı yüzdürüp de ondan istifade etmekten acizken bir peygamber gemi yapıyor. Allah’ın Peygamberi, insanlık tarihine ilk defa gemiyi kazandırıyor. Gemiyi aklen yapmıyor. “Gemiyi biz vahyettik.” diyor Cenâb-ı Hakk. Yani o gemiyi nasıl yapacağını bizzat Cenâb-ı Hakk vahiyle tarif ediyor. Yani vahiy, Nuh aleyhisselamın aklına önderlik yapıyor ve gemi yapılıyor.

Aynı durumu Davut aleyhisselama baktığımız zaman çok daha net görüyoruz. Bakırı eritip ondan eşya yapmasında, Süleyman mabedini yaparken kullanmış olduğu teknolojide hem kendi aklını, irfanını hem de cinleri kullanmasında, Davut aleyhisselamın özellikle savunma sanayindeki zırh için demiri kullanmasında… Yani peygamberler tarihinde, vahiy alan peygamberlerin beşeriyete, insanlığa, hayatın diğer alanlarının yanında, aynı zamanda bilim ve teknolojide de hep örneklik teşkil ettiğini görüyoruz.

Meseleyi Peygamberimiz’e, Kur’ân-ı Kerîm’e getirdiğimiz zaman; Kur’ân-ı Kerîm’de o peygamber kıssaları üzerinden bize mesajlar var. “Biz onlara şunları, şunları öğrettik ki siz de onu kullanabilesiniz.” Mesela, “Biz, Davud’a demiri yumuşattık, ona demiri kullanma bilgisini verdik.” Davud Peygamber demiri eline aldığı zaman, hamuru eğip büker gibi onu şekle sokabiliyordu ve bundan zırh yaptığını söylüyor. Bu ayet-i kerimenin peşinden diyor ki, “Ey ahali-i Davud, siz Allah’a şükrünüzü arz edin.” Bu ayetle beraber, Ümmet-i Muhammed’e (sav), “Siz de savunma sanayinde özellikle demirden istifade edin, demiri kullanın.” mesajı olduğunu görüyoruz.

O peygamberlerin hayatlarından bağımsız olarak Kur’ân-ı Kerîm’e baktığımız zaman,  Kur’ân-ı Kerîm’de savunma sanayini, askeri sistemi ele alalım. Orada Cenâb-ı Hakk’ın, o dönemin savaş vasıtalarına temas ettiği gibi, daha sonraki dönemleri ilgilendirecek bir yol gösterdiğini görüyoruz. Enfâl suresi 60. ayet-i kerimede Cenâb-ı Hakk, “Sizler, bir Müslüman toplum olarak, Müslüman devlet olarak, düşmanlarınıza karşı güç elde edin, kuvvet biriktirin.” Efendimiz aleyhisselam o kuvveti “erramyu” “atmak” diye tefsir ediyor. “Öyle silahınız olsun ki öyle gücünüz olsun ki siz bu güçle Allah’ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve bunlardan başka sizin bilmediğiniz fakat Allah’ın bildiği diğer düşmanları korkutursunuz.” Ne demek bu? Ayet-i kerime, savunma sanayinde, bir Müslüman’ın, dönemin gerektirdiği bütün teknolojiyi üretmesi ve kullanması noktasında çok açık talimat veriyor. Âdiyât suresinde motorlu ve ateşli silahlara işaret ediliyor. Hâlbuki Efendimiz zamanında böyle bir şey yok; kılıç var, kalkan var, ateşli bir silah, tabanca vs. yok. Ama “Fel-mûriyâti kadhâ” yani “koşarken ayaklarından ateşler saçan atlar” gibi düşünülse de burada Elmalılı’nın tespitiyle, ilerleyen zamanlarda ateşlenen, motorlu silahların da üretileceği ve Müslüman’ın bunu kullanması gerektiği, ayet-i kerimenin ta o zamandan Müslüman’ın ufkunu açtığı ifade ediliyor.

Sanayide, ticarette, her türlü alanda bunu değerlendirebiliriz. 

Mesela, Cenâb-ı Hakk, Yakup aleyhisselamın, oğlu Yusuf’un kokusunu Mısır’dan aldığını bildiriyor. Arada 2 bin kilometre mesafe var ve buna ilişkin hiçbir teknolojik cihaz kullanılmış değil. Ama Mısır’dan bir kervan hareket ediyor; Yakup aleyhisselam ta oradan “Yusuf’un kokusunu alıyorum.” diyor. Diyorlar ki: “Peygamberdir, Allah onun burnunda Yusuf’un kokusunu yaratmıştır veya önceki çocukluğundan kalma koku harekete geçmiştir, almış olabilir.” Ama bugün bu ayet-i kerimenin yorumuna baktığımız zaman, ki yine ilk defa Elmalı bununla ilgili çok güzel izahta bulunuyor: “Bu, her ne kadar bir peygamberin mucizesi gibi gözükse de burada koku nakliyle ilgili olarak ciddi manada bilimsel işarette bulunuluyor ve insanlığın önüne böyle bir ufuk konuluyor.”

Belkıs’ın tahtının gelmesinde de eşyanın nakli konusunda benzer bir durum söz konusu. Ses ve görüntü nakli zaten çok daha kolay bir şekilde… Onunla ilgili örnekler de var Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadis-i şeriflerde.

Yani böyle teker teker indiğimiz zaman ayet-i kerimelere, hayatın her alanıyla ilgili Müslüman’ın ufkunu açan, Müslüman’a yol gösteren, “Bu konuda mutlaka çalışma yapmalısınız.” diyen bilgiler, ifadeler yer aldığını görüyoruz. Yıldızlar, Güneş, onunla ilgili verilen bilgiler çok daha açık bilgiler tabi. Zamanın hesaplanması, onların hesap vasıtası olması vb…

Bütün bunları dikkate aldığımız zaman, Kur’ân’ın, Müslüman’ı, insanı, hayatın her alanında dünya imkânlarından, bilimin imkânlarından istifade etme noktasında yönlendirdiğini ve ona ışık tuttuğunu söyleyebiliriz.

Sizce tüm bu bilimsel güzel gelişmeler insana, insan olma noktasında ne kattı? Bu konuda günümüzü değerlendirir misiniz? Mesela bu konuda Batı’nın, Uzakdoğu’nun, Ortadoğu’nun ve İslam dünyasının durduğu yeri yorumlayabilir misiniz?

Kur’ân-ı Kerîm’in bilime, bilimsel araştırmalara böyle sınırsız bir tolerans tanıdığı ve yol gösterdiği, bende oluşan bir kanaat ve bu kanaatimi ifade etmek istiyorum. Fakat Kur’ân-ı Kerîm bize bir şey daha söylüyor. Diyor ki: “Yaratılan bütün varlıkların, eğer dikkatli ve ölçülü bir şekilde onlardan istifade edilirse insana faydası olabilir; eğer usulüne uygun, dikkatli kullanılmazsa bunların insana kötülüğü de olur.” Yani Allah, hikmetsiz bir şey yaratmaz; yarattığı her varlığın mutlaka bir hikmeti vardır. Mutlaka bir hikmeti vardır, mutlaka o yerli yerince kullanılmak üzere ve bir ihtiyaç üzere yaratılmıştır. Çünkü Allah abesle iştigal etmez, abes bir şey yaratmaz. Fakat bir taraftan da Cenâb-ı Hakk, bazı varlıkların şerrine dikkat çekiyor, kötülüğüne dikkat çekiyor, zararına dikkat çekiyor ve kendimizi o varlıkların şerrinden korumamızı istiyor.

Bakınız, hemen Felâk suresine yer verelim: “De ki: Yarattığı şeylerin kötülüğünden, karanlığı çöktüğü zaman gecenin kötülüğünden, düğümlere üfleyenlerin kötülüğünden, haset ettiği zaman hasetçinin kötülüğünden, sabah aydınlığının Rabbi’ne sığınırım.” Demek ki Allah’ın yarattığı şeylerin bir şer tarafı olabilir. Yağmur nedir? Yağmur, Allah’ın yarattığı rahmet olan bir şeydir. Su; hiç zararı olur mu? Ama belli bir ölçünün üzerinde yağdığı zaman, sel olduğu zaman zarar vermeye başlıyor. Bir baraj; zararı olur mu? sulamalarda kullanıyoruz, içme suyu olarak kullanıyoruz. Ama barajın kapağı patladığı zaman şer oluveriyor. Isı, ışık; bir zararı olur mu, ısıtıyor bizi. Ama güneş diyelim ki 60 dereceyi bulduğu zaman, beynimiz fokurdamaya başlıyor, zararı oluyor. Bıçağın zararı olur mu; ekmeği kesiyoruz, patatesi kesiyoruz. Ama elimizi kestiğimizde zararı oluyor. 

Demek ki eşyayı tanıma ve kullanmamıza bağlı olarak, eşyanın faydalı tarafı olduğu gibi zararlı tarafı da var. Yani bütün nimetlerin, hatta nimet olan şeylerin bile, dikkat etmediğiniz zaman zarar vermesi, şer olması muhtemeldir. Tabi ki bilim dediğimiz teknoloji alanında da yine Cenâb-ı Hakk’ın istediği istikamette bunlar kullanıldığı takdirde fayda verecekken, bunları zararlı yönde kullanmaya başladığımız zaman, bunlar zarar da verebilir. Bu, tamamen insanın bunu kullanmasına ve kullanma sanatına bağlı olan bir şeydir.

Her şeyin bir şerri olabileceği ihtimalini belirttikten sonra, bu bilim ve teknolojinin günümüzde kimlerin elinde olduğuna ve bu bilim ve teknolojiyi niçin kullandığımıza bakalım. Bilim ve teknoloji insanlığa huzur mu getirdi, yoksa insanın huzurunu mu aldı? İnsana fayda mı, zarar mı getirdi? Bu tartışılabilir. Tabi ki faydalı olan tarafları da var ama dikkatli kullanılmadığı zaman, yanlış amaçlarla kullanıldığı zaman zararları da var. Burada, mutlak anlamda iyidir, mutlak manada kötüdür diye bir ifade kullanmak istemiyorum. Tam tersine, eğer istifade edilmek üzere kullanılırsa faydalıdır ama kötülük için kullanılırsa zararlıdır. Mesela, atom bombasını ele alalım. Atom bombasını bir Müslüman üretmelidir. Ayet-i kerimenin işaret ettiği gibi, Allah’ın düşmanlarını tehdit etmek üzere; “Eğer sen yanlış yaparsan bak seni bu şekilde imha ederim.” diye korkutmak üzere kullanmalıdır. Ama bunu Müslüman elde etmeden, kâfir elde ederse kâfir yaparsa, bu kez biz onu değil, o bizi korkutmaya başlar. Bir Müslüman, üretmiş olduğu atom bombasıyla haksız yere kesinlikle bir karıncanın bile canına zarar vermek istemezken; bu imkân, şefkatten, merhametten, sevgiden, imandan mahrum olan insanların eline geçtiği zaman felaketlere yol açabilir. Bu da zaten yaşadığımız hadiselerdir. 

Dolayısıyla, Batı’ya baktığımız zaman, Doğu’ya baktığımız zaman, İslam’a baktığımız zaman, buralarda meydana gelen gelişmelerin yalnız fayda verdiğini ya da yalnız zararlı olduğunu söyleyemeyiz. Ama eğer bu bilim ve teknoloji, bir Avrupalının, Amerikalının veya Çinlinin değil de bir Müslüman’ın elinde olacak olsa, bugünkü zararından çok daha fayda verebilecek bir konumda olabilir. Yani bunun kimin elinde olduğu, nasıl bir zihniyetin, nasıl bir kalp sahibi insanların elinde olduğuyla alakalı ve ona göre farklı sonuçlar doğurabilecek bir meseledir diyebiliriz.