Kur’ân’ın evrenselliği üzerine eserleriniz var. Genel anlamda Müslüman olarak evrensellik deyince ne anlamalıyız? Bu anlamda evrensel değerlerimiz nelerdir?
Evrensel kelimesi yeni çıkmış bir kelimedir. Ama özellikle Batı’nın küreselleşmesi, Batılıların dünyaya egemen olması, dünyaya yayılması bağlamında, birtakım değerlerin evrenselliğinden söz edilmeye başlanmıştır. Dolayısıyla bu yönüyle, bu içeriğiyle evrensellik yeni gibi karşımıza çıkıyor. Ama içerik itibarıyla, yani ifade ettiği anlam itibarıyla asıl evrensellik 1400 sene evvel ifade edilmişti. Mesela, “Seni âlemlere rahmet olasın diye gönderdik.” (Enbiya, 21/107) ifadesiyle Peygamberimiz’in (sav) nübüvvetinin evrensel bir nübüvvet olduğu açık bir şekilde ifade ediliyor. Yine Kur’ân’la ilgili, “O, bütün âlemlere bir zikirdir.” (Sad, 38/87) Dolayısıyla burada da bir evrensellik vurgusu vardır. Zaten bildiğiniz gibi evrenselliğin Arapça karşılığı “âlemiyettir”. Âlemiyet “âlem” kelimesiyle mevcuttur. “Âlem”, “evren” demek. Dolayısıyla “âlemiyet” demek “evrensel” demek. Kur’ân-ı Kerim’in 1400 sene evvel, Resulullah’ın peygamberliğinin evrensel olduğunu ifade ettiğini görüyoruz. Hem net bir şekilde âleme gönderildiğini ifade etmek suretiyle evrenselliği ifade ediliyor hem de başka ifadelerle. Mesela: “(Ey Muhammed!) De ki: Ey insanlar! Şüphesiz ben, yer ve göklerin hükümranlığı kendisine ait olan Allah’ın hepinize gönderdiği peygamberiyim...” (A’râf, 7/158) Bu hitap genel bir hitap olduğuna göre, demek ki bu genel kavramın içerisine bütün insanlık giriyor. Bütün insanlığı ilgilendiren bir şey, dolayısıyla evrensel. Bundan hareketle, Kur’ân’ın çok erken bir dönemde peygamberin ve dolayısıyla da vahyin, İslam’ın evrenselliğini ifade ettiğini görüyoruz. Kur’ân’ın ihtiva ettiği, içermiş olduğu değerlere baktığımızda, bu değerlerin evrenselliği kendiliğinden ortaya çıkıyor. Peygamber’in evrenselliği ancak neyle evrensel olur; onun insanlık için getirmiş olduğu değerlerin evrensel olmasıyla evrensel olur. Çünkü Peygamber, insanlara Peygamber olarak gönderilmiş. Niçin gönderilmiş? Onlara bazı vazifeleri, bazı emirleri, bazı mesajları, bazı görevleri, bazı yükümlülükleri tebliğ etmek üzere geldiğine göre, demek ki Peygamber’in evrensel olması ve nübüvvetinin evrensel olmasıyla şu ifade edilmiş oluyor: Nübüvvetin getirmiş olduğu değerler manzumesinin evrensel olduğu kendiliğinden ortaya çıkıyor.
Tabi geldiğimiz modern dünyada, özellikle siyasi, iktisadi manada modern yapının geçmişine baktığımızda, özellikle Batı kaynaklı siyasi yapılanmalar belli bir mücadeleden sonra ortaya çıkmış yapılardır, yani kendiliğinden ortaya çıkmamıştır. Batı kaynaklı siyasi yapılanmaların belli bir mücadeleyle ortaya çıkma sürecine baktığımızda, insanları ilgilendiren birtakım hususların, birtakım değerlerin, zaman içerisinde özellikle Batı insanının karşı karşıya olduğu bazı problemler neticesinde dile getirildiğini veya bunların birtakım kanunlar şeklinde, birtakım uluslararası bildirgeler şeklinde, uluslararası haklar şeklinde ortaya çıktığını görüyoruz. Batı orijinli bu değerlerin tarihi çok yenidir; bir kısmı 60-70 senelik, bir kısmı 100-150 seneliktir. Yani Batı’nın bugün insanlık karşısına koymuş olduğu ve evrensel değer olarak ifade ettiği bu hakların bir kısmının çok geç bir dönemde çıktığını görüyoruz. Fakat bu değerler, yani Batı’nın insanlık önüne evrensel değerler olarak ortaya koyduğu bu değerlerin büyük bir kısmı daha evvel İslam’da ifadesini bulmuştur. Ancak, İslamiyet onları kendi jargonu içerisinde, kendi terminolojisi içerisinde ifade etmiştir; Batı ise kendi jargonu içerisinde kullanmıştır.
Mesela, Batı’nın jargonu seküler bir jargondur. Dini, maneviyatı, metafiziği öteleyen, dışlayan bir yaklaşımdır. İslam’ın ürettiği değerler manzumesi ise tamamen vahiy merkezlidir. Örneğin, zulmün yasaklanması. Yani insanların mallarına, canlarına, ırzlarına tecavüz etmek bir zulümdür. Bugün Batı orijinli insan hakları manzumesi, o da zulmü yasaklıyor; ama biz baktığımızda, İslam’ın bundan 1400 sene önce çok daha büyük bir titizlikle, büyük bir hassasiyetle zulmü yasakladığını görüyoruz.
Aslında bu değerler, yani Peygamberimiz’den önceki peygamberlerin de insanlık adına getirdiği değerler değil midir?
Elbette, yani o yönüyle baktığımızda, genel tarihi perspektifiyle veya tarih üstü bir perspektifle baktığımızda, elbette ki bu değerler semavî değerler; yani vahiyle gelen, nübüvvetle gelen değerler Efendimiz’den önce de mevcuttur. Bunlar bütün insanlığı kucaklayan değerlerdir ve belli bir tarih dilimine de bağlı değildir. Şuayb aleyhisselâmın, Lût aleyhisselâmın, Nuh aleyhisselâmın mücadelesine baktığımızda, onların davet ettiği değerler insanlık için dün ne kadar lazımsa bugün de lazım. Özellikle Şuayb aleyhisselâm kavmine şöyle demiştir: “Ey kavmim! Ölçüyü ve tartıyı adaletle tam yapın. İnsanların eşyalarını (mallarını ve haklarını) eksiltmeyin. Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın.” (Hud, 11/85)
Değerler bağlamında meseleye yaklaşacak olursak mesela; insanlara yardım etmek, engelli olan insanlara yardımcı olmak, hastalara yardım etmek, hastaların ziyaretine gitmek, hastaları mümkün mertebe moralize etmek... bunlar hiçbir zaman eskimeyen değerlerdir. 5 bin sene önce de bu değerler insanlar için önemliydi bugün de önemli; o gün de insanlar için faydalıdır bugün de faydalıdır. Mesela âdil olmak! Adalet; insanların rengi, dili, etnik yapısı, kültür seviyesi, ekonomik seviyesi, siyasi statüsü, hiçbir fark olmadan herkesin ama herkesin muhtaç olduğu bir değerdir.
Kur’ân’ın adalete olan vurgusu muhteşemdir: “Ey iman edenler! Kendiniz, ana babanız ve en yakınlarınızın aleyhine de olsa Allah için şahitlik yaparak adaleti titizlikle ayakta tutan kimseler olun. (Şahitlik ettikleriniz) zengin veya fakir de olsalar (adaletten ayrılmayın). Çünkü Allah ikisine de daha yakındır. (Onları sizden çok kayırır.) Öyle ise adaleti yerine getirmede nefsinize uymayın. Eğer (şahitlik ederken gerçeği) çarpıtırsanız veya (şahitlikten) çekinirseniz (bilin ki) şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” (Nisâ, 4/135)
Mesela, emanetleri sahiplerine verme, emaneti koruma, emanete sahip çıkma çok önemli bir değerdir. Tabi emanet; sadece bir kişinin yanına bırakılan birkaç kuruşluk bir ekonomik değeri olan kıymetli eşyadan ibaret değil. Mesela bir apartman içerisinde, namusunuz oradaki apartman komşularınıza bir emanettir, malınız onlara bir emanettir. Arkadaşlarınızla olan sırlarınız, onlara açmış olduğunuz sırlarınız birer emanettir. Bütün bunlar birer emanet ve bu emanet evrensel bir değerdir ve bunu en iyi şekilde İslam’ın, Kur’ân’ın korumaya çalıştığını görüyoruz. Kur’ân birçok yerde, “O kimseler ki emanetlerini korur ve yapmış oldukları sözleşmelerine sadık kalır.” (Müminûn, 23/8) demektedir. Tabi, bu sözleşmeye sadıklık ilkesinin veya olgusunun siyasî boyutu var, ekonomik boyutu var, aile boyutu var, sosyal boyutu var. Bu emanet olgusu bütün boyutlarıyla bir değerdir ve evrensel bir değerdir.
İslam’ın insanlığın önüne koymuş olduğu değerler manzumesi; zamanla, mekânla ve modernite öncesi toplumlarla asla deforme olmayan, asla eskimeyen, her zaman insanlık için lazım olan değerlerdir. Kur’ân’ın davet ettiği ahlakî ilkelerin tamamı, mesela yalan söylemekten men etme, yani doğru söyleme, doğru söylemeyi teşvik etme nasıl bir değerse, devleti yöneten bir siyasinin âdil davranması, merhametli davranması yine bir değer. Doğruluk, yalan söylememek; insanlık için dün, evvelki gün, ta insanlığın ilk başlangıcına kadar, bütün tarihi süreç içerisinde insanlar için ne kadar gerekliyse bugün de gereklidir. Yani modern insanın ilimde, siyasette, sosyal yapılanmada kat ettiği bunca mesafelere rağmen, yine o doğruluk değeri ehemmiyetini, önemini ve vazgeçilmezliğini koruyor. Adalet yine öyle, merhamet yine öyle. Özellikle siyasî makamda olanların, yönetimde olanların elleri altında olan memurları, işçileri için bir yandan âdil olmaları, bir yandan merhametli olmaları gerekir; bunlar asla eskimeyen değerlerdir.
Kur’ân bu tür değerlere ısrarla davet etmektedir ve bu değerler bakış açısıyla olaya baktığımızda, Kur’ân değerlerinin bugünkü modern yapının önümüze koymuş olduğu değerlerden çok daha kucaklayıcı olduğunu, yaşanabilirlik şanslarının da daha yüksek olduğunu ve herkesi ilgilendirdiğini görüyoruz.
İslam kendi değerlerini uygulamaya davet ederken, sadece “Bunu yapın, gidin.” demez, onunla yetinmez. Bunun yanında, davet ederken iki psikolojik müeyyide kullanır. Doğruluk, adalet, merhamet, emanet, sözleşmelere bağlı kalmak, sözünü tutmak, insanlara karşı şefkatli olmak, yardımseverlik… İslam, bütün buna benzer değerlere davet ettiğinde kullandığı birinci müeyyide; kişileri bunları yaptıkları takdirde Allah katında manevî bir sevapla, büyük bir mükâfatla onları teşvik eder. Tabi böyle olunca insanların onları yapma şansları, yapma imkânları çok daha fazla artar ve insanlar onları içten gelerek yapar. İcabında, elinde 2 lirası varsa o manevî sevabı düşündüğü için 1 lirasını bir fakire, muhtaç gördüğü bir adama, “1 lira onun olsun, 1 lira benim olsun.” diye verebilir. Dolayısıyla bu yönde İslam’ın emrettiği değerlerin, yaşanma ve uygulanma şansı çok yüksektir. Bunun için Müslüman toplumlarda; bunca dejenerasyona rağmen, bunca ahlakî bozulmalara rağmen ve Müslümanların Kur’ân vahyinden, Kur’ân kültüründen uzaklaşmalarına rağmen hâlâ Müslümanların içerisinde devam eden bu vahiy kültürünün kalıntıları sonucunda yine bu tür değerlerin uygulanması bir Batı toplumundan daha fazladır. Çünkü böyle bir müeyyide var, böyle bir teşvik edici unsur var; Allah rızası var.
İslamî değerlerin korunması noktasında ikinci unsur caydırıcılık. Bunları yapmayanların ahirette karşı karşıya kalacakları azap. Kur’ân, yalan söyleyenlerle ilgili, “Allah’ın laneti yalan söyleyenlerin üzerine olsun.” (Âl-i İmrân, 3/61) diyor. Ne demek Allah’ın laneti? Yani yalan söyleyenler Allah’ın rahmetinden uzak kalır. Ahirete inanan, iman eden hiçbir mümin lanet almayı göze almaz ve dolayısıyla gerçek hiçbir mümin kolay kolay yalana yaklaşmaz. Bunun gibi, diğer hususlarla da ilgili Kur’ân’ın insanlık önüne koymuş olduğu bu değerlerin uygulanabilirlik şansı, yaşanabilirlik şansı çok yüksektir. Çünkü bir yandan sevap yönüyle teşvik eder, bir yandan da onların manevî birtakım sorumluluklarının olduğunu ve onu yapmadıkları takdirde ahirette bir cezanın da olabileceği hususunda bir müeyyide kullanır.
Batı’nın kaybettiği nokta, aslında söylemiş olduğunuz bu iki hususta yatıyor. Onlar benmerkezci bir yaklaşımla, “Benim için bir adalet olmalı, hukuk benim için olmalı, merhamet benim için olmalı.” şeklinde düşünürler. Kendi inancından ya da düşüncesinden olmayan bir başkasına gelindiği zaman da adaletin, merhametin olmadığı, sadece kendisine var olan bir adaletin, merhametin olduğu değerleri kabul ettiklerini görürüz.
Doğru. Bugün, özellikle bu son çeyrek asırda Batı siyaseti ekseninde -özellikle bu ifadeyi kullanıyorum- Batı politikası ekseninde, köle çarkında meydana gelen Afganistan olayları, Irak olayları, Bosna Hersek, Azerbaycan, Cezayir, yakın tarihte Mısır, Suriye, Libya, Irak, Türkistan, bütün buralarda bir insanlık trajedisi yaşanıyor ve bütün bu trajedi sizin söylediğiniz manada Batı’nın o merhamet, adalet, şefkat, eşitlik gibi değerleri benmerkezci düşünmesinden ileri geliyor. Eğer benmerkezci düşünülmeseydi bütün bu akıtılan kana seyirci kalınmazdı. Hatta bırakın seyirci kalmayı, perde arkasında, bu kanların daha fazla akmasını organize ediyorlar.
Bugün hemen hemen herkes şunu çok iyi biliyor ki İslam ülkelerinde meydana gelen bu tür kronik olayların, mesela Suriye, Mısır, Irak olayları gibi kronik olayların içerisinde Batılı haber alma örgütlerinin, karanlık devlet yapılarının, hatta belki de açık devlet yapılarının mutlaka parmağı vardır. Bunun için arif olmaya gerek yok. Her şey ortadadır.
Niçin hep İslam âleminde problem olsun? Mesela, Yunanistan yanı başımızda ve Yunanistan çok derin bir ekonomik krizle boğuşuyor; ama toplumu rahatsız eden fazla bir şey yok. Yunanistan’da neredeyse bir insanın burnu kanamamıştır. Bakıyorsunuz İslam dünyası baştan sona, Libya, Sudan, Somali, Cezayir, Tunus, Mısır, Suriye, Türkiye… Birkaç senedir biraz Türkiye azıcık nefes almıştı. Şimdi Türkiye’yi karıştırmak için ellerinden gelen binbir türlü şebeke, binbir türlü hile, binbir türlü oyun ve bunların da birçoğunu güya demokratik faaliyetler adı altında yapıyorlar. Irak, Suriye, Mısır, Afganistan, Türkistan, bunların içerisinde tek bir gayrimüslim ülke yok. Artı, diğer bazı Müslüman ülkeler var ki görünürde bir çatışma, bir kavga yok; ama halklarının siyasî elitlerden, idarecilerden çekmiş oldukları sıkıntı, görmüş oldukları baskı ve zulüm açısından, o ülke halkları öbürlerinden daha mutsuz. Birçok Orta Asya ülkesi bunun örneğidir. Genç bir kadının başörtü takması yasak. Gençlerin namaz kılmaları yasak. Çin’in Uygur Türklerine, Türkistan’a uyguladıkları bunun bariz örnekleri.
Hülasa, bugün aslında İslam dünyası demekten ziyade, belki problemler dünyası demek daha doğru olur. Çünkü nerede bir İslam ülkesi varsa orada problem var, orada baskı var, orada zulüm var, orada işkence var, orada insan hakları ihlali var, orada çok farklı çatışmalar var, siyasî çatışmalar var, mezhep kavgaları var. Bütün bunların rastgele olması asla mümkün değildir. Batılı patronlar, hak, adalet, merhamet, şefkat gibi, eşitlik gibi değerler, evrensel diyebileceğimiz bu değerler ölçüsünde, bu değerler bağlamında benmerkezci düşündükleri için, “Bu değerler sadece bizim için vardır.” gibi düşündükleri için, İslam dünyasının bir an olsun rahat etmesini, rahatlamasını istemiyorlar ve fırsat da vermiyorlar.
Öyleyse şöyle diyebiliriz: Batı’nın insanlık önüne koymuş olduğu ve evrensel olduklarını iddia ettiği değerler asla evrensel değildir; Batısaldır, bencildir. Yani Batı toplumlarını ilgilendiren değerlerdir, onlar için o değerler vardır. Bütün dünyaya güya hukuk ihraç eden, güya demokrasi ihraç eden, güya insanlık onuruyla bağdaşan değerleri ihraç eden Amerika’nın işkence uçaklarında yaptığı işkenceleri insanlar unutmamıştır. Guantanamo’da o savunmasız insanlara uyguladıkları zulmü, uyguladıkları insanlık dışı işkenceleri insanlar unutmamışlardır.
Dolayısıyla sonuç şudur: Batı, çok münafık bir yüzle insanların önüne bazı değerlerle çıkıyor, “Bunlar evrensel değerlerdir.” diyor. Ama o evrensel değerleri herkesten önce kendisi ihlal ediyor, kendisi sahip çıkmıyor, kendisi yaşatmıyor.
Mesela, Hazreti Ömer döneminde olacak sanırım, bir gün Umman bin Hüseyin adındaki bir sahabe Hınıs’a geliyor. Hınıs valisinin bazı insanları güneşte bekletip başlarına zeytinyağı döktüğünü görüyor. Umman Bin Hüseyin direkt valiye çıkıyor ve “Bu insanlara niye bunu yaptınız?” diyor. “Bunlar vergilerini ödememişler.” diyor. Umman Bin Hüseyin “Ama sizin bunlara işkence yapma hakkınız yok.” diyor. Öyle deyince, vali, eziyet gören o insanları hemen o durumdan kurtarıyor.
Dolayısıyla siz bir değerin evrensel olduğunu iddia ettiğiniz zaman, herkesten önce sizin, bunun evrensel olması için bir plan içerisinde, bir uygulama içerisinde olmanız lazım. Bu manada baktığımızda, her şeyden önce Batı’nın evrenselliğini iddia ettiği değerlere sahip olma noktasında, sadece birtakım pembe salonlarda, cafcaflı, reklamlı, şovlu birtakım toplantılarda, değerlerin evrensel olduğuna vurgu yaparlar; ama bütün konuşulanlar orada kalır, uygulamaya gelince ne yazık ki... Hele özellikle üçüncü dünya ülkeleri insanları için, Müslüman ülkelerin insanları için o değerlerin Batılılar açısından hiçbir değer taşımadığını, hayatta hiçbir karşılığının olmadığını görüyoruz.
Toplumda itikadî alanda, psikolojik alanda, insanların fıtratlarında olan cinsel alanda ve birçok alanda insanların yanlış uygulamalar, yanlış anlamalar ve sapkınlıklar mevcut. Toplumun kişilik inşasında müminlerin sağlam bir kişilik sahibi olmaları için, sağlam bir mümin olmak için neler yapılabilir?
Doğrusu, bugün Müslümanlar dünya genelinde çok kötü, çok derin bir “zihniyet sömürge dönemi”ni yaşıyorlar. Bu ifadeyi özellikle kullanıyorum “zihniyet sömürge dönemi” yani Batı kendi zihniyetini bizim üzerimize, Müslümanların üzerine egemen kılmış ve o zihniyetle insanlar birçok yönden uzun, kısa ve orta vadeli Batı menfaatleri doğrultusunda sömürülüyor. Bu sadece Türkiye, Irak, Suriye için değil; hemen hemen aynı durum Endonezya’da da vardır, Mısır’da da vardır, Fas’ta da vardır, Cezayir’de de vardır, Libya’da da vardır. Dolayısıyla bugün Müslümanlar bir Batı zihniyetinin egemenliği altında. Batı’dan gelen değerlendirme, hayata bakış, hayat anlayışı, değerler manzumesi, bütün bu açılardan İslam dünyası çok müthiş, çok ürkütücü bir sömürge dönemini yaşıyor, bir mağlubiyet dönemini, bir dağılmışlık dönemini yaşıyor. Başka kelime bulamıyorum. Çok kötü bir dönem yaşıyor. Bize egemen olmuşlar. Yani ta evlerimizin içine kadar, bizim birbirimizle selamlaşmamıza kadar, ev ziyaretlerimize kadar, çarşılarımızın dizaynına kadar, evimizin dekorasyonuna kadar, evimizin dizaynına kadar, okulumuzun dizaynına kadar, okuldaki öğrenciyle hocanın ilişkisine kadar bütün bu alanlarda bugün bir Batı orijinli seküler bir zihniyet egemendir. Tabi böyle bir dönemde böyle bir yapı, Müslümanlara birçok şey kaybettirmiştir. Yani bugün Müslümanlar egoistleşmişlerdir.
Kültürümüzde hep şöyle anlatılırdı: Osmanlı döneminde, birisi gitmiş bir alışveriş yapacak, esnaf, “Ben siftah yaptım, yandaki komşuya gidin.” dermiş. O da öbürüne, o da öbürüne, tam 7 kişiye onu göndermişler. Bu ruhu maalesef kaybettik. Çok egoist, çıkarcı, pragmatist bir yapı bugün bir ilişki biçimi olarak Müslümanlar üzerinde egemendir.
İslam, bizim birbirimize karşı olan ilişkilerimizde tebessümü bile sadaka sayıyor, birbirimizle selamlaşmamızı sadaka sayıyor. Böyle bir kültürden öyle bir noktaya geldik ki bugün, dikkat edin, çarşılarda, sokaklarda insanlarla karşılaşınca insanların yüzlerinin ne kadar somurttuğunu, ne kadar itici geldiğini görüyorsunuz ve âdeta size bakışlarıyla, tavırlarıyla bir selam verme cesaretini gösteremiyorsunuz. Bütün bunlar Müslümanların kişilik bozukluğuna uğradıklarını, ahlak bozukluğuna uğradıklarını ifade eden tavırlardır. Çok önemli. Mesela, aynı apartmanda yaşıyorsunuz ama komşunuzla selamlaşmıyorsunuz. Siz selam veriyorsunuz, somurtuyor. Bir hastanız oluyor, birbirinizi göremiyorsunuz. Hatta aynı apartmandasınız, cenazesi oluyor ama haberiniz olmuyor. Kaza geçiriyor, haberiniz olmuyor. Hâlbuki biz nasıl bir kültürden gelmiştik? Resulullah Efendimiz (sav) “Çorba pişirdiğin zaman suyunu çok koy. Sonra da komşularını gözden geçir ve gerekli gördüklerine güzel bir şekilde sun!” (Müslim, Birr 143) buyurmuştur. Biz böyle bir kültürden gelmiş Müslümanlarız.
Kur’ân, müminlerin, sahabelerin vasıflarını anlatırken, özellikle vurgulayarak ifade ettiği neydi? “Başkasını kendilerine tercih edenler.” Bu, ümmetin tanıdığı en insanî değerlerden birisidir ama kaybettik. Bütün bu kaybedişler ve kayboluşlar içerisinde Müslümanların yeniden bir kişilik inşasına ihtiyaç var. İman havzasında, Kur’ân ilkeleri havzasında, Kur’ân ahlakı havzasında, Kur’ân’ın insanlık için önermiş olduğu o hayat havzasında yeniden bir kişilik inşasına ihtiyaç var.
Bir kere, biz Müslümanlar sadece, “Allah’a ibadet edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya, elinizin altındakilere iyilik edin. Şüphesiz Allah, kibirlenen ve övünen kimseleri sevmez.” (Nisâ, 4/36) ayetini Müslümanlar olarak toplumsal hayatımızın bir şiarı yapabilseydik birçok sıkıntımız çözülmez miydi?
Müslüman, bir karıncaya bile basmaktan çekinen bir insan olması gerekirken, bugün İslam dünyasındaki anarşizmin, hak ihlallerinin, cinayetlerin haddi hesabı yok. Bütün bunlar bizi şu noktaya getirdi: Müslümanların, müminlerin, imanî kriterler çerçevesinde bir kişilik inşasına ihtiyacı var. Biz bu yapıyla, yani bu hayat tarzıyla, bu duruşumuzla, bu anlayışımızla, bu ilişki biçimimizle Müslümanlar olarak hiçkimseye hiçbir şey veremeyiz.
Kur’ân, çok önemli bir noktaya dikkatimizi çekiyor: “Andolsun, Allah’ın Resulü’nde sizin için; Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır.” (Ahzâb, 33/21) Bunun ikincil derecedeki manası nedir? Ey Müslümanlar sizler de başkaları için güzel örnek olmanız lazım, demektir. Peki bugün Müslümanlar olarak kaç tanemiz bulunduğumuz toplumda insanlar için model olabiliyor? Dolayısıyla bizim; yeni yetişen çocuklarımız, nesillerimiz, için İslamî bir pota içerisinde bir kişilik inşasına ihtiyacımız var.
Müslümanların en büyük sıkıntısı, kanaatimce özellikle entelektüel geçinen çevrelerin en büyük sıkıntısı, İslam’a olan güvenlerini yitirmiş olmalarıdır. Güvenmiyor İslam’a. İslamiyet deyince, ilahi bir emir deyince, adam dudak büküyor, rengi kaçıyor, midesi bulanıyor, “Bu ne biçim iş!” diyor. “Dinin benim dünyamla ne alâkası var?” diyor. Aslında bu, insanların İslam’ı sağlıklı bir şekilde tanımadıkları, bilmedikleri ve inanmadıklarının ifadesidir. Bu, insanların, İslam’ın o hayat manzumesine ve hayat için getirmiş olduğu o sisteme de güvenme noktasında çok ciddi sorunlu olduklarının göstergesidir. Özellikle de bu gazete köşelerindeki bazı kalemşörlerin her adım başında bir fırsatını bulup İslam’a saldırmaları, Müslümanlara saldırmaları, bu güvensizliğin bir ifadesidir.
O yönüyle, bizim bir yandan kimlik sorgulamasına, bir kişilik inşasına, öte yandan da bir güven tazelemesine ihtiyacımız var. Müslüman aydınların, yazar-çizerlerin, okumuş Müslümanların İslam’ı yeniden görmeleri, İslamiyet’in o değerleriyle ve hayat sistemiyle yeniden yüzleşmeleri lazımdır.
Son zamanlarda özellikle bazı çevrelerin, Kur’ân’ın ve dolayısıyla da İslam’ın evrenselliği, Kur’ân’ın tarihselliği konusunda Ehl-i Sünnet dışı, problemli birtakım beyanları var. Bu konuda neler söylersiniz.
Evet, Kur’ân’ın tarihsel olması demek, İslam’ın tarihsel olması demektir, dolayısıyla Peygamber’in de tarihsel olması demektir. Bunun sonucu ne demektir? Yani “Kur’ân demode olmuştur, İslam demode olmuştur. Artık bizim başka arayışlar içerisine girmemiz lazım.” demektir. Belki onların farkında olmadan, fikir babalarının kendilerine dayattıkları şu sonuç: “İslamiyet birkaç tane ritüelden ibaret; yılda bir defa oruç tutmak, o da canınız isterse. Canınız isterse hacca gidersiniz, o kalabalıkları görürsünüz. Canınız isterse namaz kılarsınız. Bu kadar.” Yani hayatta bir karşılığı olmayan, helali-haramı olmayan, ilkesi olmayan bir İslamiyet. Bu ne demek? Bu; İslamiyet eşittir Hıristiyanlık demektir. Bu, aslında Luther’in Hristiyanlık için getirmiş olduğu Protestanlığın, bunlar kanalıyla, İslam’ın içine sokulmasıdır. Yani İslam’ı Protestanlaştırmaktır, İslam’ı içeriğinden soyutlamaktır, İslam’ı sadece birkaç dinî ritüelden ibaret bir şey saymaktır. Bu, İslam için en büyük cinayettir.
İşin bu yönünü bir tarafa bırakıp ilmî bir şekilde meseleye yaklaştığımızda, Kur’ân’ın realitesiyle tarihselliğin asla uyuşmadığını ve Kur’ân’ı tarihsel bir yaftayla yaftalamanın Kur’ân için en büyük cinayet olduğunu, ilmî cinayet olduğunu düşünüyorum. Çünkü Kur’ân, birçok yerde evrensel olduğunu ifade eder. Ayette “De ki: Ey insanlar! Ben hepinize gönderilmiş bir peygamberim...” (A’râf, 7/158) buyruluyor. Buradaki herkesten mana, Kur’ân’ın nazil olduğu ortamdaki insanlar ise o zaman Hz. Muhammed nasıl son peygamber olur? Halbuki Ahzâb suresi 40. ayette Hz. Muhammed’in son nebi olduğu vurgulanmıştır. Yani O’ndan sonra kıyamete kadar peygamber gelmeyecektir. O’ndan sonra kıyamete kadar peygamber gelmediğine göre, O’nun dini kıyamete kadar bâkidir. Peki O’nun dininin kıyamete kadar bâki kalması nasıl tarihsellik ile bağdaşır, örtüşür? Bu asla mümkün değildir.
Yine Resulullah (sav) “Ben, kırmızı ve siyah bütün insanlık için elçi olarak gönderildim.” (Müslim, Mesâcid, 3; Dârimi, Siyer, 26) buyuruyor. Yani birçok ayette, birçok hadiste Kur’ân evrensel olduğunu ifade ediyor. Dolayısıyla birilerinin bugün çıkıp Kur’ân’ın evrenselliğini inkâr etmesi, Kur’ân’ın tarihselliğini ileri sürmesine karşı bizim söyleyebileceğimiz şu olmalıdır: Siz Müslüman mısınız, değil misiniz? Müslümansanız, Kur’ân’ın ilmî verilerini kabul ediyor musunuz, etmiyor musunuz? Eğer Kur’ân’daki ilmî verileri kabul ediyorsanız bu ayetlerin tamamında, Kur’ân’ın bütün insanlığa gönderildiği ifade ediliyor. “Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbiniz’e ibadet edin ki Allah’a karşı gelmekten sakınasınız.”(Bakara, 2/21) Bakın ayette “Ey insanlar!” ifadesi var. Şimdi söyler misiniz, Kur’ân “Yâ eyyühel Arap (Ey Araplar!)” demekten çok mu acizdi? Nitekim nübüvvetin ilk döneminde, Kur’ân, özellikle hususi tebliğin uygun olduğu o dönemde, “Yakın akrabalarını uyar.” diyor. Dolayısıyla daha sonra nübüvvetin diğer dönemlerinde, eğer hakikaten bunların ifade ettiği gibi Kur’ân tarihsel olsaydı sadece o insanlara hitap etseydi sadece Mekke halkına ve Arap toplumuna ve o günkü çağın insanlarına hitap etseydi, Kur’ân bunu söylemekten çok mu acizdi? “Ey Araplar, ey Mekke halkı!” diyebilirdi.
Kur’ân’ın tarihselliğini ileri sürenleri iki kategoride değerlendirmek mümkündür. Ya bunlar cahildir, Kur’ân’ın içeriğinde bu kadar açık ve net olan metinleri anlamıyorlar, ya da bunlar birileri adına çalışıyorlar. Doğrusu, insanın aklına başka da bir şey gelmiyor. Ama her halükârda bunun bir tuzak olduğunu bilmemiz lazım ve buna karşı Müslümanlar olarak uyanık olmamız lazım. Çünkü bu, İslam’ı sıradanlaştırma ve dolayısıyla rafa kaldırmanın önemli bir adımıdır. Yani “Eğer Kur’ân dünkü insanlara hitap etmişse, o zaman benim ne günahım var ki kendimi onunla bağlayayım.” demez mi insan?