İzzet-i nefs, nefsin şerefliliği, üstünlüğü demektir. Zıddı zillettir. Mü’min izzet sahibidir ve bunun farkında olmalıdır. İzzet-i nefs duygusunun içi iyi doldurulmalıdır ki kişide kendiliğinden bir vakar oluşsun ve birçok günahı kendine yakıştıramasın. Mesela madden zengin olan ve bunun farkında olan bir kimse kendine dilenciliği yakıştırabilir mi? Yine toplum içinde belli bir saygınlığı olan ve bunun farkında olan bir kişi bu saygınlığına halel getirecek işleri alenen çok rahat işleyebilir mi?
İzzet-i nefs, kişinin kendinde olan maddi ve manevi zenginliğin farkında olmasıyla kendiliğinden oluşan bir “müspet benlik” duygusudur. Bu duyguyu, bir bakıma “müspet bencillik” diye de ifade edebiliriz. Bu durumda biz “benlik” duygusunu ikiye ayırmak zorundayız. Yalnız kendini düşünen, kendi çıkarlarını herkesinkinden üstün tutan, egoist anlamındaki “menfi benlik” ve insanlarda olması gereken izzet-i nefs olarak tanımladığımız “müspet benlik”. Maalesef bunun ayrımı yapılmadan -yaygın bir kanaat olarak- benlik duygusu sadece kötülüğü barındıran bir duygu gibi bilinip anlatılmakta. “Ben” duygusunun müspet tarafına ben, “müspet benlik” adını veriyorum. İşte bu “müspet benlik” duygusu insanın olmazsa olmazıdır. Bu duygu kazanılamaz ise nefsle mücadele de yapılamaz. Zira nefsle mücadelede temel ölçüt veya referans, izzet-i nefs üzerinden olur.
Örnek verecek olursak, izzet-i nefs sahibi olmayan tevazu olamaz. Zira tevazu, mevkiini bilen birinin (yani ilim, akıl, ahlak vs. gibi kendinde olan müspet değerlerin farkında olan birinin) kendini, bildiği bu yerden, bilerek, isteyerek daha aşağıda göstermesidir.
Tevazu emir değil tavsiyedir. Kişinin kendini olduğu yerde göstermesi de mümkündür. Bu noktada kibre sıçrama tehlikesi bulunduğundan büyükler kendilerini daha aşağıda göstermeyi tedbir olarak tercih ederler. Mesela kişinin kendindeki değerlere 100 dersek kendini 70-80 gibi göstermesi tevazudur.
Kibir ise kendi sınırlarını bilmekten aciz bir adamın büyüklük havası atmasıdır. Burada çok önemli bir noktayı da hatırlatmakta fayda var. “Büyüklük” ile “Büyüklenmek” arasındaki farkın ayrımı. Büyüklük kibir değil, büyüklenmek kibirdir. Maalesef toplumumuzda bu meselede tam bir facia yaşanıyor. Sıradan, avam Müslümanlar değil, âlim bilinenlerin büyük bir kısmı dahi bu ayrımı fark edemiyorlar. Tarikatların hemen birçoğunda müridler, büyüklenme hastalığı ile mücadele edeceğim diye büyüklüğü ile mücadele ediyor. Yani izzet-i nefsiyle mücadele ediyor ve kibir mücadelesi yapıyorum sanıyor. Hâlbuki büyüklüğünün farkında olmak kibir değil, büyüklenmek kibirdir. Büyüklük, izzet-i nefs duygusunun içini dolduran her türlü güzel değerlerimizin bize kattığı müspet ruh halidir. O sebeple “izzet-i nefs” insanın kendi konumunu “X” yani “belirsiz” olmaktan kurtarıp kendine müspet bir mevki vermesidir. Bu mevki hayali bir mevki değil zaten kişinin kendinde var olan olumlu güzel değerlerinden oluşan bir mevkidir. Ancak, insanlar bu çok önemli konuyu, bilgisizlik veya önemini kavrayamadıklarından es geçerler. Bu haldeki insanlar şeytanın oyuncağı olmaktan kurtulamazlar. Kendi gözünde konumu “X” yani “belirsiz” olan kişilere şeytan istediği sıfatları rahatlıkla yükler ve ona mesela “Sen inançsızsın.” der inandırır, “Sen alçaksın.” der inandırır, “Sen sapıksın.” der inandırır… İşte şeytan hep bu tür tuzaklarla insanları barlara, meyhanelere hatta tımarhanelere doldurur. Dolayısıyla izzet-i nefsini kaybederek zillete düşen insanlar her türlü günahı işlemeyi, her türlü adiliği yapmayı kendilerine yakıştırabilecek bir ruh haline de düşmüş olurlar.
Mesela dilenciliği ahlak haline getiren ve bundan yüzleri kızarmayan kişiler, izzet duygusunu yitirmişliğe çarpıcı bir örnektir. Daha birçok zilletli iş ve günah bu duygunun yitirilmesinin ardından insanlara kolayca bulaşır.
Evet, o yüzden önce izzet-i nefs sahibi olmaktan işe başlamak gerekir.
Peki, izzet-i nefs veya bir başka ifadeyle “müspet benlik” duygusunu kazanmak için neler yapmalıyız? Bunun için öncelikle kendimizde olan güzel değerlerin farkına varılması gerekir. Kendi hakkında olumlu karar verirken “Acaba kibre mi kaçıyorum?” diye vesveselenip bu sorgulamadan, bu tespitlerden ürkmemelidir... Ki bu tespitler aynı zamanda “reca” halinin oluşumunu sağlar. Reca, müspet benliğin oluşumuna yardımcı duygudur. Reca duygusu Allah’ın (c.c.) bizi sevdiği, affedip bağışlayabileceği hakkında ümit sahibi olmak demektir. Recanın oluşması için daha önce yapılmış güzel iş ve amellere ve Allah’ın nasip ettiği güzel ortam ve arkadaşlıkların sağlıklı bir şekilde değerlendirilmesine ihtiyaç vardır. Dolayısıyla insandaki Allah sevgisi, iman duygusu ve bu duyguyla beraber yaptığı güzel ibadet ve hayırlı işleri o kişide recanın oluşumunu sağlar. Böyle güzel davranışlar ve hayırlı işlerle işi olmadığı halde insanda ümit duygusunun hâkim olması, gururdan başka bir şey olmayıp şeytanın o insanı aldatması demek olur. Bu halden de kaçınmak ve bu tuzağa düşmemek gerekir. Yani yalnız iyi temennilerle reca oluşmaz.
Recanın zıddı, Allah korkusudur. Normalde bu iki duygu birbirini dengeleyecek konumda olmalıdır. Mesela İmam Gazali gençlerde korkunun, yaşlılarda da ümit tarafının ağır basmasını uygun bulur. Fakat günümüzdeki şartlar değerlendirilirse gençler için de ümit tarafının ağır basması gereği hemen açığa çıkar. Zira günümüz gençliği hem dinini hem de kendini bilmek noktasında son derece yetersiz hatta tamamen bilgisizdir. Nefsini bilmemekte, şeytanı tanımamakta ve gücünü kestirememektedir. Mesela nefsin yaratılıştan mevcut potansiyel kötülüklerini kendi sanarak haksız yere kendini en aşağı yerlere yerleştirmekte ve aşağılık duygusundan, zilletten kırılmaktadır. Yine şeytanın hariçten pompaladığı kötü düşünce ve vesveseleri cahilliğinden kendi nefsine fatura etmektedir. Yine zihnin çalışma metodundan kaynaklanan vesveseye benzer bilgi akışını sağlıklı değerlendiremediği için bir yumruk da bu cenahtan yemektedir. Bu vb. nice ölçüsüz ve bilgisizliklerinin acı faturalarıyla psikolojisi harap haldedir. O halde bu zillet ve cehalet çukurundan çıkmak, her şeyden önce gelir. Onun içinde hemen recadan işe başlamalıdır. Bu anlamda insanlar, kendilerinde reca halinin oluşması için, dürüst ve objektif olarak şu olumlu tespitleri yapabilirler.
1) Her mü’min ne kadar günahkâr olursa olsun Allah’ın kendisini sevdiği konusunda kesin emin olmalıdır. Bu konuda yemin bile edebilir. Yüce Rabbimiz bu gerçeği Kur’ân’da kendisi beyan eder. “Allah mü’minlerin dostudur, velisidir.” (Bakara 2/257) (İki türlü velayet vardır; velayet-i amme, velayet-i hassa. Velayet-i amme, tüm inananlar için geçerlidir. Velayet-i hassa has kullar, evliya tabir ettiğimiz kulları ifade eder.) Bu ayetten hareketle “Allah beni seviyor, ben de O’nun sevgisini kaybetmeyeyim, bu sevgiye zarar verecek işlerden ve günahlardan kaçayım.” demelidir. Allah Resulü’nün ümmeti olmak da ayrı bir şereftir ki bunun da farkında olunmalıdır.
2) Tasavvuf dairesi içinde olanlar, “Ben yılardır tasavvufun içindeyim, Allah dostlarıyla beraberim (velayet-i hassa anlamında), tasavvufa meyil ve ilgi, Allah’ın kendine özel dostlar seçmek için kullarına bir ikramıdır. Çünkü genelde has kulları bu okullardan çıkıyor. Allah beni böyle bir nasiple nasiplendirmiş. Bu konuda Allah beni ilim sahibi, amel sahibi yapmış, elhamdülillah!” demelidir.
3) Belli bir hizmetin içinde olanlar da “Yıllardır, Allah bizi dergi ve hizmet ortamlarında koşturdu. Tökezlesek de bizi düşürmedi. Bu zor zamanda büyük günahlardan bir şekilde bizleri muhafaza eyledi. Düşsek bile hemen tövbe nasip eyledi.” diye böylece şimdiye kadar Allah için yapılmış küçük-büyük bütün iyilikler göz önüne getirilerek buradan “ümit (reca)” çıkarılmalıdır.
Yukarıda ifade edilen ve onlara benzeyen diğer güzel şeylerden hareketle izzet-i nefs duygusu içi doldurulmuş bir şekilde kazanılabilirse o zaman kişide günahlara karşı kendiliğinden bir kalkan oluşacaktır ve insan birçok günahı, “Böyle bir günahı işlemek benim şahsiyetime, konumuma yakışmaz.” diyerek reddedecektir. Hasbelkader günaha düşse bile hemen tövbe etmesi kolay olacaktır.
Recanın zıddı bizim için havf (korku) duygusudur. Bilinçsiz “korku” insanlarda “ümitsizlik” oluşturur. Reca elbette havfla birlikte dengeli bir şekilde olmalıdır. Böyle olursa Allah’a karşı gelmekten insanı korur. Ancak korku kişiyi pasifize ederse ümitsizliğe düşürürse o zaman şeytanın oyunu ve tuzağı ile karşı karşıyayız demektir. Bu tuzağa düşmemek veya bundan korunmak için en önemli bilgi şudur:
İnsanı ümitsizliğe düşürecek şeylerin birincisi geçmişte işlediği günahlardır. İkincisi ise içindeki günah istekleri yani nefsin potansiyel kötülükleridir.
Birincisi için kurtuluş yolu tövbedir. Günaha düşen, şartlarına uygun tövbe ederse hiç şüphe yok ki Allah (c.c.) onu affeder. Bununla ilgili ayet de çok, hadis de çoktur. Geriye yapılacak en önemli iş, kulun affedildiğine inanması ve kendini de işlediği günahlardan dolayı suçlamaktan vazgeçerek bu suçluluk psikolojisinin verdiği ezik halden bir an önce çıkmasıdır.
İkincisi içindeki kötü duygulardır. Bunlar nefsin tabiatından kaynaklanan, insanlara sınav için verilmiş menfi duygulardır: Haset, kin, cimrilik, riyakârlık gibi duygular. Bu duyguların farkına varılarak bunların etkisiyle hareket edilmediği müddetçe bunlardan bize günah da sorumluluk da yoktur. Bunun bilinmesi çok önemlidir. Nefsin kötü duyguları bize Allah (c.c.) tarafından verilmiş göz, kulak gibi organlarımız hükmündedir. Bunların varlığından sorumlu değiliz. Bunlarla yanlışa düşmekten sorumluyuz. Bu bilgiyi bilen birisi kalbine gelen günah istekleri ve çeşitli ahlaksız düşünceleri için kendini suçlu hissetmez; hissetmemelidir de. Ancak bu duygulara karşı öncelikli olarak bilgi ve şuur sahibi olmak, sonra da Allah’tan yardım isteyerek ve gerekli vesilelere sarılarak bu kötü duyguların menfi tesirlerinden etkilenmemek için mücadele etmek boynumuzun borcudur. Demek ki nefsin potansiyel kötülük istekleri içimizde var diye insan kendini suçlu ve kötü hissederek reca halini kaybetmemelidir. Böyle yaparsa bir yandan cehaletinin bir yandan da şeytanın kurbanı olur. Dolayısıyla insan, nefsindeki kötü duyguların varlığını ve onu sıkıştırmasını normal karşılamalı ve sırf bu duygular var diye izzet-i nefs duygusunu veya müspet benlik duygusunu hasara uğratmamalıdır.
Çocuklarınıza da yetişmeleri sırasında izzet-i nefs duygusunu kazandırın. Malını, canını, vatanını, dinini, namusunu koruması için, bunların üstün, şerefli ve mukaddes değerler olduğunu öğretin ve bunları koruyabilecek bir hamiyyet duygusu aşılayın.
Şimdiye kadar, izzet-i nefsin reca boyutu üzerinde durduk. Recanın bizimle ilgili “ben” boyutu, bizim kendimize güven duymamızı ve kendimizi sevmemizi sağladı. Allah (c.c.) ile olan boyutu ise Allah’ın bizi sevdiğini fark etmemizi sağladı. Bu boyuttan ümit oluştu. Fakat tek başına reca boyutu insanın ilerlemesi için asla yeterli olmaz. Sadece reca duygusu ile insan, İmam Rabbani bile olsa maneviyatta ilerleyemez. O zaman bu duyguların yanına olmazsa olmaz bir duyguyu daha eklemek gerekir. Bu duygu havf yani Allah korkusu duygusudur. Korkuyu tarif edecek olursak kısaca; gelecekte başa bir tehlike gelmesi ihtimalinden dolayı kaygılanma hali diye tarif edebiliriz. Bu duygunun varlığı her ne kadar insanları ruhen biraz gerse ve rahatsız etse de asla kötü bir duygu değildir. Normal, olması gereken bir duygudur; olmaması kötüdür. Bu duyguyu bizzat Allah (c.c.) emreder. Bu duygu merhamet, cömertlik gibi güzel bir duygudur ve bundan mahrum olan insan bir adım bile ilerleyemez. Dolayısıyla Allah korkusuyla beraber yaşayacağız. Psikolojimizde böyle bir korkunun olması kötü değil, üstelik insan ilişkilerinde de bu önemli…
Kendisinden korkulmayan bir baba, bir âlim, bir lider eksiktir. Dolayısıyla insan ilişkilerinde insanların senden de belirli ölçülerde korkması lazım ama maçolukla dayılıkla değil, sevginin, ilginin yitirilmesi anlamında bir korku... Korku, sevginin yanında olmalı ve saygıyla beraber olmalı. Günah işlememek, sorumluluk duygusuyla beraber Allah korkusunun itmesiyle de olmalı. Yoksa tek başına sorumluluk duygusu insanı günahlardan yeterince koruyamaz... Aklı başından gitmiş yani gaflete düşmüş insan kolay günaha düşer. Dolayısıyla gaflet bizim için tehlikedir. Allah’ın mekrinden emin olmamak gerekir. Ayet-i kerimede Allah (c.c.): “Yoksa onlar Allah’ın mekrinden (azabından) emin mi oldular?” (A’râf 7/99) buyuruyor. Yine ayet-i kerimede Allah (c.c.): “Allah’tan hakkıyla âlimler korkar.” (Fâtır 35/28) buyurarak, Allah korkusunun âlimlere yakışan değerli, güzel bir duygu olduğunu ifade ediyor.
Bir hadis-i şerifte ise “Üstünlük takvadadır.” deniyor ki takva kelimesi korkudan türemiştir. Allah katında üstün olanlar Allah’tan hakkıyla korkanlardır. Bütün bunlardan anlıyoruz ki insan, Allah’ın mekrinden emin olmazsa rahatça günah işleyemez. Bu anlamda tabiri caizse Allah fütursuzca günah işleyen kulunu anında şiddetle cezalandırabilir. Bu ceza dünyalık olabileceği gibi ahirete yönelik de olabilir. Ancak, genelde hemen ceza verir anlamı vardır. İmam Gazali o sebeple Allah korkusunun nasıl olması gerektiğini “aslan örneğiyle” çarpıcı bir şekilde anlatır ve der ki: “Aç bir aslanın yanında dolaşmak nasıl tehlikeli ise Allah’ın huzurunda fütursuzca günaha dalmak da öyle tehlikelidir.” İnsan günah işlemeden önce bu örneği aklına getirirse iyi olur.
İşte bu korku hali aslında insanı mutsuz eden, can sıkıcı bir korku değil, işe yarayan bir korkudur. Her şeye rağmen insan korku duygusunun ağırlığında bunalır ve normal olan ibadetlerini ve işlerini yerine getirmede zorlanırsa hemen bu halden recaya atlamalıdır. Havfın bir ameller boyutu vardır bir de marazlar boyutu. Marazlar boyutunda, kalpteki günah arzuları korkuyu gerektirmez, sorumluluğu yoktur. Fakat onlara itibar ederek fiiliyata dökmek tehlikelidir. Buraya çok dikkat edilmeli!.. Ameller boyutunda ise günahlardan kaçmak gerekir. Evet, bu duyguyu yakalamak çok önemli. Havf ve reca arasında yaşayacağız. Kişinin Allah’tan korkması onu amele sevk etmeli, ameli ibadeti yoksa yeniden korku analizi yapmalıdır.