Zorluklarla başa çıkma sürecinde “sabır” olgusu ya da halinin nasıl bir değeri var? Niçin sabır?
Sözlük anlamı “engellemek, güçlü ve dirençli olmak, birini bir şeyden alıkoymak, tutmak, dayanmak” olan sabır, terim olarak “üzüntü, başa gelen sıkıntı, musibet ve belâlar karşısında direnç gösterme ve metanet” gibi manalara geliyor. Sabır sadece dayanma ve dayanıklılık değil, bununla birlikte gerçekleşmesi muhtemel bir olayı telaşa düşmeden bekleme ve maruz kalınan musibet karşısında yakınmayı bırakarak mücadele etme manasına gelir. Psikoloji dilinde sabır denince hayal kırıklığı, sıkıntı ve acı karşısında bireyin öfkesini kontrol ederek sakince bekleme eğilimi kast edilmektedir. Sabır, genel anlamda bir zorluk, musibet, dert ve belaya uğrayan bireyin, öfke ve isyan duygularına kapılmaksızın, şikâyet ve serzenişte bulunmaksızın içinde bulunduğu durumu sakin ve soğukkanlı bir şekilde karşılamasıdır.
Moralimiz bozuktur, canımız sıkkındır veya öfkelenmişizdir… Bu hallerin getirdiği tepkisellik ve refleksle bir şey yapmaya kalkışmaktan kaçınmak için sabır lazımdır. Burada sabrın iki temel boyutu ile karşılaşmaktayız. Birincisi ben-merkezci egomuzun tahakkümüne karşı durmaktır. İkincisi ise iyi alışkanlıklar geliştirerek bunları sürdürebilmek için manevi amellerimizde sebat göstermektir. Bu noktada hiçbir ilerleme kaydedemiyor gibi göründüğümüz zamanlarda dahi, manevi vazifelerimizi asla terk etmemek ve disiplini asla bozmamak da sabır kategorisindedir.
İnsanın hoşuna gitmeyen, onu engelleyen, acı ve sıkıntıya yol açan, dolayısıyla sabır gerektiren durumlar üç bölüm altında değerlendirilebilir. Birincisi; kaza, ölüm, yaşlılık, hastalık ve doğal felaketler gibi sonucu ruhsal, bedensel, sosyal ve ekonomik bakımdan zarar ve ziyana uğramaktır. İrade dışı gelişen bu tür olayların insanı yıpratıcı etkilerini azaltabilmek ya da en azından bunları kabullenmeyi sağlayarak mevcut sorunla yaşamayı öğrenmek de sabredebilmekle mümkündür. İkincisi; planlama, eğitim, çalışma, tedavi, bakım, disiplin, korunma ve ibadet gibi kişinin iradesine bağlı olan, çare ve tedbirin daha fazla etkili olduğu olaylardır. Üçüncüsü; kişinin irade ve isteği dışında olmakla birlikte bunlara tepki gösterme gücüne sahip olduğu durumlardır.
İslamî kültürde bireyin ibadetlerinde devamlılığı sağlaması, günah işlememeye çalışması ve Allah’ın takdiri olan imtihanlara veya üzücü olaylara karşı dirençli olması, sabretmesi gereken haller olarak bildirilir. Bu davranışlardan ilk ikisi bireyin kendi iradesiyle yapacağı tutum ve davranışlarıyla ilgili sabırdır. Üçüncü ise, iradesi ve eylemini aşan olaylara karşı tahammül etmesi anlamına gelir. Allah’ın emir ve yasaklarına riayette gösterilen sabır iradî ve gönüllüdür. Ancak kaza ve belalar gibi hususlarda insan O’nun hükmüne teslim olmak zorundadır. Çünkü doğal afetler dâhil olmak üzere pek çok hastalık, kaza ve ölüm gibi ansızın gerçekleşen olaylar insanın gücünü aşan bir niteliğe sahiptir. Buradan hareketle sabır kontrol edemediğimiz hadiselerin sonucuna tahammül edebilmek olarak değerlendirilebilir.
Gazâlî’ye göre sabrın bilişsel (ilmi), duygusal (hal) ve davranışsal (amel) boyutu vardır. Ayrıca o, sabrın zorluk ve kolaylık bakımından iki türünün olduğunu söyler. Kolay olan sabır, bireyin benliğine ağır gelmeyendir. İkincisi ise “tasabbur” denilen, bireyin gerçekleştirmekte güçlük çektiği sabır davranışıdır. Yine Kur’an’dan hareketle sabrın üç türünden söz eder ve bu tasnifini de sabrın hangi durumlarda ortaya konacağından hareketle yapar. Birincisi, bireyin sorumluluk alanına giren, sorumluluğu dâhilinde yapması gerekenleri sergilerken sabrettiği davranışıdır. İkincisi, bireyin yapması yasaklanan davranışlardan uzak dururken sebat etmesidir. Üçüncüsü ise bireyin karşılaşabileceği bela, musibet ve olumsuz durumlar neticesinde sergilediği tavırdır. Gazâlî’nin bu yaklaşımı göstermektedir ki sabır hem görevleri (sorumlulukları) yerine getirirken hem yasaklardan kaçınırken hem de insanı tamamen aciz bırakan hadiselerden sonra devreye girmektedir.
İsfahânî’ye göre sabır, “cismanî” ve “ruhanî” olmak üzere iki kısımdır. Cismanî sabır, bireyin bedenen maruz kaldığı zorlu işlere ve acıya katlanması anlamındadır. O, ruhî sabrı da ikiye ayırır. İffet adını verdiği ilk hal, bireyin kendisine hoş gelen şeylerden yararlanırken aşırılığa kaçmamak için sergilediği duruştur. İkincisi de bireyin yaşamayı arzu etmediği zorlanımlı hadiseler karşısında veya hoşa giden nimetlerden mahrum kalması halinde metanet göstermesi, tahammül etmesidir.
Cevziyye, sabrı, ‘zorunlu’ ve ‘seçmeli’ sabır olmak üzere iki kısımda mütalaa eder. Bu ayrım için de Hz. Yusuf’un kıssasından örnek verir. Hz. Yusuf’un, kendisine yapılan zina teklifini reddetmesine seçmeli sabır, kardeşleri tarafından kuyuya atılması ve sevdiklerinden ayrı kalması gibi zorluklar karşısındaki tavrını da zorunlu sabır şeklinde değerlendirir.
Bireyin zorlanımlı yaşantılar sonucundaki tepkisinin süresiyle ilgili olmak üzere sabrın iki çeşidinden bahsedilir. Kısa süreli sabır, gündelik hayatın yoğunluğu ile doğru orantılı olarak ortaya çıkan, kısa süreli hayal kırıklıkları ve günlük sorunlar yaşanırken gerekli olan, hemen her gün karşılaşılan fakat bazen gün içinde sonuçlanabilecek, uzun mücadeleler gerektirmeyen, problemin çözümünde bireye yardımcı olabilecek sabır halidir. Uzun süreli sabır ise uzun vadeli amaçlar ve güçlükler sırasında ortaya çıkan sabır tutumudur. Önemli sınanma konularından yaşlanma, ağır hastalıklar, sakatlıklar, ailevi sosyal ve ekonomik güçlükler, sevilen birinin kaybı, bireyin kendi ölüm tecrübesi ile karşılaşması gibi durumlar buna örnek verilebilir. Yaşanan bu tür ciddi zorluklar karşısında bireyin daha uzun süreli ve daha güçlü bir sabra ihtiyacı vardır. Uzun süreli sabrın umut, iyimserlik ve öz denetim ile güçlü bir ilişkisinin olduğu belirtilir. Bu özellikler uzun süreli sabırda en çok ihtiyaç duyulan, sabrın süresini uzatan ve bireyin dayanma gücünü artıran duygulanım ve tutumlar olarak kabul edilir.
Sabrı sınırlı, kararlı ve planlanmış bir eğilim ve bir kişilik özelliği olarak tanımlayan Mehrabian, üç tip sabırdan bahseder. Birincisi, gündelik yaşamda sıkça karşılaşılan bekleme durumları olarak nitelendirdiği “kısa süreli”; ikincisi, bireyin herhangi bir zorlayıcı yaşantı karşısında baş edebilme yeteneği olarak tanımladığı “uzun süreli”; üçüncüsü ise bireyin sosyal ilişkilerinde diğer bireylere gösterdiği tahammül olarak tanımladığı “kişiler arası” sabırdır.
Sabır olgusu İslamî kültürde bireyin duygu, düşünce ve davranışlarının kaynağı ve yönelimi itibariyle çeşitli kavramlarla ilişkilendirilerek betimlenir. Örneğin, bireyin sabrı cinsel dürtülerine ve kişisel arzularına karşı olursa iffet, yaşadığı bir musibete karşı olursa sabr (metanet), bolluk içinde yaşamaya karşı olursa zühd, savaş ve çatışma durumunda sıkıntılara karşı olursa şecaat, öfke ve kinini yenme yönünde olursa hilm, sır saklaması hakkında olursa kitman-i nefs, zevk ve geçim vasıtalarının her birinde azıyla yetinmek şeklinde olursa kanaat, zenginliği hususunda olursa kendine hâkim olma gibi değişik isimlerle anılır.
Sufi psikolojiye göre bireyin farzları yerine getirme ve haramlardan sakınma hususunda sabırlı olması kendisine farzdır. Ancak hayatın zorluklarından, musibetlerden şikâyetçi olmaması, dilini tutmaya sabretmesi ise fazilet olarak kabul edilir. Sabrın dinî hükmü, yani fazilet sayılıp sayılmaması bireyin katlandığı sıkıntının mahiyetine göre değişir. Meselâ bireyin can, mal ve namus güvenliğinin saldırıya uğraması karşısında sessiz kalması haram; bedenine zarar verecek derecedeki acılara katlanması ise mekruh olarak kabul edilir. Bu tespitler bağlamında Sühreverdi (1988: 465), kendini sabra zorlayan, Allah’ın takdirine sabreden fakat bazen sabredip bazen de feryat eden insan tipine “mütesabbır”; Allah’ın hüküm ve tecellilerine sabreden, şikâyet etmesi muhtemel fakat feryat etmeyen bireye ise “sabır” der. Katlanması zor durumlarla karşılaşsa bile Allah’tan geldi diyerek teslimiyet gösteren ve haline razı olan, zorlanımlı hadiseler sonucu şikâyet etmeyen, tutum ve davranışlarını değiştirmeyen insan tipine ise “sabbar” ismini verir. Bu insan tipleri arasında da en yüksek dereceye sahip olanın “sabbar” olduğunu iddia eder.
Psikolojide A ve B tipi kişilik modelinden bahsedilir. A tipi davranış tarzına sahip bireylerin yarışmacı, saldırgan, atak, girişimci, hırslı, beklenti seviyesi yüksek, aceleci, sabırsız, doyumsuz, benmerkezci olduğu iddia edilir. Bu tipler sürekli telaş içinde, beklemeyi hiç sevmeyen tiplerdir. Sorumluluk duyguları çok gelişmiştir ve mükemmeliyetçi olmayı başarının şartı olarak görürler. Bu tiplerin genelde geçmişten şikâyetçi olduğu, gelecekten endişe duyduğu ve zamanın kendilerine yetmediğinden yakındığı görülür. A tipi davranış özelliği gösterenlerin, kendilerini başarıya adamış olmalarına rağmen kederli, karamsar, gerilimli bir ruhsal yapıya sahip olduklarından hedeflerine ulaşmakta zorlandıkları iddia edilir. Bunun neticesinde de telaş, acelecilik ve sabırsızlıkla mutlu bir hayat sürmenin zor olduğu bilincinden hareketle tatminsizlikten ötürü mutlu olamadıkları belirtilir. B tipi davranış tarzına sahip bireylerin sakin, acelesi olmayan, sabırlı ve hoşgörülü insanlar olduğu iddia edilir. Beklemekten rahatsız olmayan, yumuşak huylu bu tiplerin her uğraşısını yavaş yavaş yapmayı, küçük şeylerden mutlu olmayı, her konuda ölçülü ve sınırlı sorumluluğa sahip olmayı tercih ettikleri söylenir. Bu tipler, kendilerine vakit sınırlaması koymadıklarından zaman sıkıntısı hissetmezler, en beklenmedik olaylar neticesinde bile ihtiyatlı davranırlar. Bu ikili kişilik yapısının özellikleri değerlendirilecek olursa A tipinin mutasabbır, B tipinin ise sabır kategorisine girdiği söylenebilir.
Sabırla ilgili kavramlardan birisi “öz-anlayış”tır. Bu özellik, bireyin kendi acılarına karşı açık ve duyarlı, kendine karşı nazik ve şefkatli olmasıyla birlikte yaptığı hatalar karşısında affedici olurken başarısızlık ve yetersizlik karşısında yargılayıcı bir tutum takınmaması anlamına gelmektedir. Dahası öz-anlayış gündelik hayatın sıkıntı ve zorluklarının insanlığın ortak deneyiminin bir parçası olduğunun kavranması, bu nedenle yaşanan anın yargılanmadan, olduğu gibi kabullenilmesidir. Birey, hayatın çeşitli bölümlerinde zorluklarla karşılaştığında öz-anlayış sayesinde bu zorlukları daha stressiz bir şekilde atlatabilir. Öz-anlayışta sıkıntılar, problemler ve acılar toplumun ortak deneyimi olarak kabul edilir. Öz-anlayış ayrıca bilincin tekrar yapılanması ve gelişmesine de yardım ederek bireyin alternatif bir biliş geliştirmesini sağlar. İçerdiği tekniklerle duygu, düşünce ve davranıştaki stresi azaltmaya yardımcı olan bir yöntemdir.
Öz-anlayışa benzer ve sabırla ilgili bir diğer kavram bireyin sıkıntılarının, problemlerinin farkında olarak kendisini yargılamadan benliğine yardım etmesi anlamına gelen “öz-şefkat”tir (self kindness). Zorlanımlı hadiselerle başa çıkma sürecinde insanların genelde kendilerini eleştirme ve/veya cezalandırma eğiliminde oldukları, çevresine ve bilhassa kendilerine sert ve eleştirel bir dil kullandıkları söylenir. Hatta çoğu insanın, bu durumlarda çevresine alışılmadık bir şekilde nazik ve kibar davranırken benliklerine karşı acımasız oldukları, çevreye gösterdikleri sempatiyi kendilerinden esirgedikleri iddia edilir. Öz-anlayış ve öz-şefkat ile oluşan ortak paydaşım (common humanity) bilinci, toplum içindeki birey için sabrın eşanlamlısı olarak karşımıza çıkar. Bu özellik, hayatın zorlukları karşısında acı çekerken yalnız olunmadığı bilincine sahip olmak demektir. Birey çoğu zaman olumsuz durumlar karşısında mücadele azmini yitirir ve zorlukları sadece kendisinin yaşadığını düşünebilir. Diğer bir deyişle hayat serüveninde olup biteni değerlendirirken acılar ve kötü durumlar karşısında kendisini yalnız hissedebilir. Ortak paydaşım bilinci ile birey, hayata daha geniş bir pencereden bakarak yaşanan zorlukların insanların ortak paydası olduğunu kavrar. Bu sayede zorlanımlı hadiseler karşısında kendisini daha az izole edilmiş hisseder. Burada ayrıca bireyin kendine acımasıyla da karşılaşılır. Bu acıma, başkalarının benzer sorunları olduğunu unutarak bireyin kendine yönlendirdiği bir duygulanımdır. Ortak paydaşım bilincine sahip insanda bu duygulanım dışa veya tüm çevreye yansıtılır.
Sabırla ilgili bir diğer kavram bilinçli farkındalıktır. Bilindiği üzere insanın hayata bakışı, benliğin oluşumunda etkin rol oynar. Hayatın getirdiklerine kötümser bakış (pessimist) haliyle bireyin olumsuz bir benlik oluşturmasına sebep olur. Bilinçli farkındalık, bireyin kendisine elem veren düşüncelerini ve duygularını bastırmadan, onlardan kaçınmadan onları olduğu gibi kabullenmesi anlamında kullanılır. Bu bilinç sayesinde birey hem acıların arkasında yatan sebebin hem de öz-anlayış geliştirerek aşırı olumsuz düşünce ve duygularının farkında olur.
“Sabır” bireyin iç dünyasında hayata nasıl geçirilir? Nasıl sabredilir? Sabrın felsefi ve ontolojik düşünsel duygusal alt yapısında neler olmalı?
İnsan can sıkıcı bir uyaran veya sinir bozucu bir olayla karşılaştığında zihinsel olarak yıpranır. Bu yıpranma bazen insan ruhunda onarılması güç bir tahribat yapabilir. Söz konusu tahribatı azaltmak ise bireyin zorluklara karşı mukavemet göstermesiyle mümkündür. Burada ön plana çıkan unsur her insanın hayatın zorluklarına karşı tahammül sınırının olduğu gerçeğidir. Zorluklara karşı dayanma ve katlanma olarak ifade edebileceğimiz bu tahammül sınırına psikolojik dilde tahammül eşiği denmektedir.
Sabırda önemli olan; kişinin içten gelen bir güçle ne olursa olsun hedeflerinde kararlılık göstermesi, ruhen belalar ve acılar karşısında itidali (denge) muhafaza etmesi ve her türlü zorluğun orta yerinde yapmakta olduğu eylemde sebat etmesidir. Diğer bir deyişle sebat etmek imkânsızı kovalamak değil, seçilen hedef doğrultusunda çalışmak için verilmiş azimli bir karardır. Bir işi sonuna kadar sürdürmek aslında zorluklara ve güçlüklere karşı dayanma ve direnme gücüyle doğrudan ilişkilidir. Buradan anlaşılacağı üzere bireyin sebatkâr olması tahammül eşiğinin yükselmesi veya tahammül sınırlarının genişlemesi anlamına gelmektedir.
Din ve dindarlığın öğütlediği tahammül ve umut etme gibi erdemler aracılığıyla inanan insan psikolojik anlamda daha dirençli hale gelir ve olgunlaşır. Sabır; kötülüğe katlanmak, her aşağılığa boyun eğmek ve şerre rıza göstermek demek olan tembellik ve miskinlikten ibaret olan duygusuzluk hali değildir. Ancak bireyin öncelikle acele etmemesi gerekir. Çünkü oluş ve yok oluş, iyilik ve kötülük, neşe ve gam süreçleri henüz tamamlanmamış olabilir. Acele etmemeyi besleyen psikolojik unsurlardan birisi de istenmeyen durumlar karşısında mukavemet göstermek yani direnmektir. Dolayısıyla herhangi bir tavrın sabırlı bir davranış olarak nitelendirilebilmesi için bu iki unsurun bireyin karakterinde aynı anda bulunması gerekir. Dindarlık ve maneviyat acele etmeme ve direnme konusunda bireyi destekleyici bir işlev üstlenmektedir. Nitekim İslamî kültürde inananlara hayatın zorluklarıyla yüzleştikleri vakit, anlık refleks ile hareket etmemeleri tavsiye edilir. Zorlukların yapacağı olası tahribatı engellemek için inanan bireyin sebatkâr olması ve tahammül eşiğini yükseltmesi çağrısında bulunulur. Sabırlı olmanın, inanan insanın yaşamdan beklentileri konusunda olumlu düşünmeye ve kendisine ve başkalarına zarar verebilecek dürtülerini yönetebilmeye yönelik mücadele, azim ve sebatkârlık hislerini güçlendireceği sık sık ifade edilir.
Psikolojik sağlamlık veya metanet… Metanet; özellikle hastalık ve ölüm gibi acı olaylar başta olmak üzere başa gelen her türlü olumsuzluk karşısında metinlik, dayanıklılık, sağlamlık, güçlü ve kuvvetli olma gibi anlamlara gelen sabır durumunu ifade eder. Psikolojide ise stres yönetmek ve kendini iyi hissetmek için bir ruhsal güç olarak kabul edilir. Buna göre metanet yaşam stresiyle başa çıkmada bireye imkân sağlayan, bireyin olumlu dünyası ve kendini değerlendirmesinden elde edilen bir güçtür. Metanet bireyin zorluklar karşısında dik durabilme, uzun süreli planları üstlenebilme, azmedebilme potansiyeli ile ilgilidir. Uzun dönem sabır olarak adlandırılan metanet; hayatın güçlükleri, acı ve ızdırap yüklü olaylar, ciddi psikolojik travmalar ve ulaşılması güç hedefler karşısında sabırlı bireyin gösterdiği dirençtir. Yapılan araştırmalar metanet duygusunun, yaşanan acılar karşısında travmaya maruz kalan bireylerin yeniden toparlanmaya katkısını ortaya koymaktadır. Nitekim bu kimseler sarsılan psikolojik durumlarını daha kısa sürede dengeleyebilmektedirler.
İnsanlar zorluklarla karşılaştıklarında onları dua etmeye ve Tanrı’dan yardım istemeye yönlendirerek yaşadıkları olumsuz duyguların azalmasına ve zihinsel sağlıklarının gelişmesine yardımcı işlevleri olduğu belirtilen dinin müntesiplerine sabırlı olmayı öğütleyerek psikolojik dayanıklılıklarını güçlendirdiği söylenebilir. Nitekim psikolojik dayanıklılık kavramının din psikolojisi alanında sıklıkla sabırlı olma erdemi ile ilişkilendirilerek incelendiği görülür.
Pozitif psikolojinin ele aldığı önemli kavramlardan biri olan psikolojik sağlamlık, temelde insanın olumsuzluklar karşısında gösterdiği uyum ve başa çıkabilme yetisi olarak değerlendirilebilir. Psikolojik sağlamlık, kişinin herhangi bir olumsuzlukla karşılaştığında dahi yaşama dair umudunu yitirmemesi ve yaşamdan anlam bulabilme kabiliyetidir.
Psikolojik sağlamlık, genellikle stresin ya da zorluğun üstesinden gelen bireylerin bir özelliği olarak kabul edilir. Ancak zorluklarla karşı karşıya kalsın ya da kalmasın, her bireyin yaşamının bir döneminde odak noktası olacak şekilde değerlendirilebilmektedir. Sağlam bireyler kendileri hakkında, kendi davranış ve becerilerini etkileyen birtakım varsayımlara ve düşüncelere sahiptirler. Bu düşünceler “sağlam zihin yapısı” olarak ifade edilir. Sağlam zihin yapısı; bireylerin stres ve baskının üstesinden gelmelerini, günlük yaşamın zorluklarıyla başa çıkmalarını, hayal kırıklıklarından ve travmadan kurtulmalarını, anlaşılır ve gerçekçi amaçlar belirlemelerini, diğer bireylerle uygun ilişkiler kurmalarını, kendilerine ve başkalarına saygı duymalarını sağlamaktadır.
Kişinin gerek günlük yaşamın zorlukları gerekse olumsuz olaylar karşısındaki başa çıkma eylemlerini içeren psikolojik sağlamlık bu haliyle bireysel bir özellik arz etmektedir. Bununla birlikte bireyin zorluklarla mücadele etmesine yardımcı dışsal kaynaklardan beslenen çevresel sağlamlık faktörlerini de dikkate almak gerekir. Söz konusu dışsal gerçeklik bir yandan sağlamlığa destek sağlarken diğer yandan yaşanması muhtemel sorunların yıkıcı etkilerine karşı koruyucu bir işlev üstlenmektedir.
Vaat ve umut düalitesinden de bahsetmek gerek. “Gerçek ölüm, nefesinin değil; umudunun kesilmesidir.” denir. Kierkegaard, en çaresiz hastalığın, en büyük günahın “umutsuzluk hastalığı” olduğunu söyler. Ona göre umutsuzluk benliğin, ölümsüzlük arzusu da ruhun ölümcül hastalığıdır. Umut, pasif bir bekleyiş değil, umulan şeye ulaşmak için gayret sarf etmektir. Ancak umut, gerçekleşmesi imkânsız olan şartların gerçekçi olmayan bir şekilde zorlanması da değildir. Umut, “yaşama iradesi”dir. Bireyin gerek kişisel ve çevresel gerekse toplumsal olsun hayatın birtakım zorluklarına göğüs gerebilmesi için olumlu bir ruh hali ve inanca ihtiyacı vardır.
Sabır; bir felaketin getirdiği darbeler altında sükûnet bulmak, beklenmedik durumlarda ruhsal çöküntü ve gerilemeye düşmeden sükûnet, iyimserlik ve ümitle ayakta kalmayı sürdürmek şeklinde tarif edilir. Bu tanımda ön plana çıkan unsur, insanın ümitvar olması gerektiğidir. Buradan anlaşılacağı üzere sabır, başa gelen istenmeyen halin geçici olduğu, geleceğin daha iyi olacağı inancına dayanır. Böyle bir inanca sahip olma insanda güven duygusu doğurur ve güven duygusu da kişinin paniğe kapılmasını, strese girmesini önler.
Bireyin çaresizlik içerisinde bocaladığı zamanlarda dinî inançlarına, dua ve ibadete başvurarak başa çıkmaya çalışması neredeyse evrensel bir olgudur. İslamî kültürde inananlara dünyanın gelip geçiciliği ve gerçek mutluluk yeri olmadığı, müminlerin karşılaştığı her bir olaya verdiği cevapla imanı konusunda sınava tabi tutulduğu telkin edilir. Böylelikle başa gelen sıkıntıların bir anlamı olduğu (imtihan, uyarı, ceza, kader) ve Allah’ın yardımıyla bunların aşılabileceği inancı inanan bireyin özgüvenini artıran, huzura erişmesini ve rahatlamasını sağlayan bir etkiye vesile olur. Hayatın bütün acı ve sıkıntılarına rağmen samimi inanç sahibi bireyin “iyimser ve umutlu” olabilmesi, inancın birey için moral değerleri ve ruh sağlığını koruyucu fonksiyonunun önemli bir göstergesidir. Allah’a ve kadere imanla birlikte tevekkül ve hayra yorma davranışları sorunların üstesinden gelmeye destek sağlar. Bu bağlamda karşılaşılan her olumsuz durumun bir anlamı olabileceğine inanmak umutların korunmasına, korku ve kaygının azalmasına neden olur. İnsanın çaresizlik duygularıyla boğuştuğu, kendini aciz ve yetersiz hissettiği anlarda devreye giren dinî inançlar, ümitlerin korunması ve tazelenmesi noktasında besleyici bir işlev üstlenir.
Nasıl teslim olunur ve nasıl tevekkül edilir. Ben buna teslimiyet ve tevekkül diyalektiği diyorum. Sabır, her türlü felaket ve musibet karşısında bireyin yıkılmaması, dirençli ve dayanıklı olması için yaşatması gereken bir değer olarak kabul edilir. Sabrın, üzücü durumlar karşısında ses çıkarmadan veya bu üzücü hadiselerin açacağı tahribatı hiçbir şey yapmadan bertaraf etmek manasına gelmediği, aksine bu olaylara karşı ilk sadmede tahammül gösterip sonra onlardan kurtulmak için çalışmak, gerekli tedbirleri almak, musibetler karşısında isyan etmemek gerektiği İslamî inanç sisteminde sıkça vurgulanan bir öğretidir.
Sabır olgusuyla yakından ilişkili olgulardan birisi de “tevekkül etmek” veya “tevekkül halinde (mütevekkil) olmaktır. Temelini iman ve emniyet duygusundan alan tevekkül; bireyin tedbir ile takdir ilişkisine teslim olduğu sevgi ve güvene dayalı bilişsel ve duygusal bir tavır alıştır. İslamî kültürde tevekkül, bireyin üzerine düşen sorumluluklarını yerine getirdikten sonra kaygılarından ve geleceği kontrol etme arzusundan vazgeçerek sonucu Allah’ın takdirine bırakmasıdır. Tevekkülün aslı, neticenin hâsıl olması için lüzumlu tedbirler alındıktan ve sebeplere tevessül edildikten sonra, tedbir ve tevessülün kifayetini Allah’tan beklemektir. Tedbir alınmadan önce, tedbir alınırken ve alındıktan sonra, kısaca her an ve her zaman Allah’a güven esastır. Çünkü takdire muvafık düşmeyen tedbirin hükmü olmaz.
İnsanın tedbir alması ve sorumluluklarını yerine getirmesi kuşkusuz özgür iradesiyle gerçekleşir. Ancak insanın özgür iradeye sahip olması yaygın şekilde kullanıldığı üzere seçim yapması anlamında değil, bireyin neden seçim yaptığının veya hangi dış kuvvetlerin etkisi altında seçim yapmaya zorlandığının farkında olması demektir. Burada insanın önüne kaza ve kader olguları çıkar ve bu durum insan için paranın iki yüzü gibidir. Olaylara indirgemeci ve yerel bakılırsa “kaza”, tümel ve bütünsel bakılırsa “kader” denilir. Kaza, tesadüfleri değil alınan kararları belirtirken kader ise bu kararların bütünsel olarak bağlı olduğu sonuçları ortaya koyar. Diğer bir deyişle bir olayı kaza olarak yorumladığımızda olaylara ayrımcı bir bakış, kader olarak yorumladığımızda birleştirici bir bakış hâkimdir. Tevekkül halindeki kişi kaza ile kaderi bir gördüğünden tesadüflere inanmaz. Her tesadüfün gerisinde kaderin bulunduğunun farkındadır.
İnsanoğlunun iradesiyle oluşan şeyler sınırlı iken, kaderi dâhilinde gerçekleşenler sayılamayacak kadar çoktur. İnsanın dünyanın işleyişi/düzeni hakkındaki bilgisinin artmasıyla kaderine hiçbir zaman tamamen hâkim olamayacağına dair bilinci de artar. Her ne kadar inandığı dinî öğretinin bütün emirlerini yerine getirse ve tıbbî, sosyal ve ahlakî kaidelere riayet etse de; irade dışında cereyan eden olaylarla mukadderatın birbirine geçirilmiş olması sebebiyle insanın ruhen ve bedenen ızdırap çekmesi mümkün hale gelebilmektedir. Buna örnek olarak merhum Aliya İzzetbegoviç “Tek çocuğunu kaybetmiş bir anne hangi şeyde teselli bulabilir? Beklenmeyen bir hadisede kötürüm kalan bir kişiyi ne teselli edebilir?” diye sorar. Ona göre insanın içinde bulunduğu halin değişmesi için uğraşması gerekir, fakat öyle haller vardır ki esas itibarıyla perdeler arkasında gizlense bile ölmeye, ızdırap çekmeye, mücadele etmeye mecbur kalınır ve tesadüfe tabi olunur. Bu hisler bazen kötümserlik, isyan, yeis, lakaytlık gibi hallerin müsebbibi olur. Bazen de kadere, Allah’ın iradesine teslimiyet şeklinde insanın ruhuna yansır.
İzzetbegoviç, “Tabiatın determinizmi, insanın ise kaderi vardır. Teslimiyet insanın kaderinin hikâyesidir. Eğer ta dibine kadar inilirse her kader trajik ve dramatiktir. Kadere teslimiyet, kaçınılmaz olan büyük insanî ızdıraba dokunaklı bir cevaptır. O, hayatı olduğu gibi idrak etmek ve her şeye sabır ve tahammül etmeye bilinçli bir şekilde karar vermek demektir. İslam kanunlarına, emir ve yasaklarına, beden ve ruhtan talep ettiği gayrete göre değil; varoluşun getirebileceği her şeye tahammül etmeye, rızaya, yani tek kelimeyle Allah’a teslimiyetin hakikatine göre adlandırılmıştır. Teslimiyet, hayatın çözülemezlik ve manasızlığından insanî ve vakarlı tek çıkış yoludur; isyansız, yeissiz, nihilizmsiz, intiharsız tek çare… Teslimiyet, hayatın kaçınılmaz olarak getirdiği sıkıntılarda alelade bir insanın kendini kahraman gibi hissetmesi veya vazifesini yapmış ve kaderine razı olmuş bir şehidin zihniyetidir. Ey Teslimiyet! Senin adın İslam’dır.” der. Ona göre kaderin kabulü, İslam’ın en büyük ve en son çağrısıdır.
Bu söylediklerimizden anlaşılacağı üzere teslimiyet ve tevekkül arasında diyalektik bir ilişki vardır. İnanan insanın zihin çerçevesi bu diyalektik ilişkinin kaçınılmazlığı ile bazen sarsılabilir. Zira birey her hareketinden önce bütün sonuçları tahmin etmeye çalışsa, diğer bir deyişle önce kesin sonuçları, sonra olası sonuçları, sonra raslantısal sonuçları, daha sonra da hayalî sonuçları düşünmeye kalksa kımıldayamaz hale gelir, tek bir adım dahi atamaz. Zira o, hem yeri geldiğinde hayata aktif olarak katılmak zorundadır hem de mukadderatın getirdiklerini gönül rızasıyla karşılamak ve kabul etmek durumundadır.
İslamî kültürde bireyin teslimiyet halinde olması, Allah’ın mutlak hâkim ve evrenin her alanında kontrol sahibi olduğuna dair iman etmesi ve farkındalığı demektir. Böylesi bir zihinsel çerçeve, işlerini Allah’a havale eden ve Allah’ın inananlara yardım edeceğini kabul eden insanlarda kaygı ve anksiyeteyi azaltır, iyileştirir.