Sorumluluk Yük mü Şeref mi? / Dr. Selim Sancaktar

İnsan reenkarnasyon, deizm vb. sapmalarla sorumluluklarından kaçmanın bir yolunu bulmuş görünüyor. Geçmişte tenasüh vb. farklı isimlerle anılan bu sapkınlıklar, insanın her asırda aynı eğilimleri tekrar ettiğini gösteriyor. Sahih bir inançla şereflenmek yerine, sapıklığa talip olup sorumluluktan kaçmak… Her biri, ehlince ayrı ayrı izah edilmiş bu konular, bir bakıma insan zihninin düştüğü garip tekrarlar diyebiliriz. Sadece reenkarnasyon ve deizm değil, Cebriye de bunlardan biri.

Cebriye nedir? 

İnsanlara ait ihtiyarî fiillerin ilâhî irade ve kudretin zorlayıcı tesiriyle meydana geldiğini savunan grupların ortak adı. Bu konuda sahih olan görüş ise insanların bütün fiillerinin kesinlikle kazâ ve kadere göre cereyan ettiği, fakat bu durumun onları zorlamak anlamına gelmediği, yani Allah’ın insanları kendisine isyan etmeye zorlamadığı, kazâ ve kaderin hürriyetlere engel oluşturmadığı, ashabın anlayışı olarak bildirilmiştir. (TDV İslam Ansiklopedisi, Cebriye Maddesi, Müellif; İrfan Abdulhamîd Fettâh) Sonuç olarak, daha çok, insana hiçbir noktada hürriyet tanımayan katı anlayış, ciddi bir biçimde eleştirilmiştir. 

“Kul kasteder, Allah yaratır.” düşüncesinden hareketle, insana tanınan büyük hürriyete işaret etmez mi? Kötülüğü bile kastetsen, yaratılıyor. Niyet sahibi de fail de sensin… Daha nasıl bir hürriyet arıyor insanoğlu? Aksi halde kastettiği filler açısından insan sadece iyiliğe mecbur olurdu ki asıl Cebriye o olurdu… “Kötülük ve şer” açısından ele alındığında ise Allah (c.c.), kullarını asla inkâr ve isyana zorlamaz. Bütün dinî metinler insanı iyiliğe, hayra, güzelliğe çağırır. 

Günümüzde, insanın sorumluluktan kaçmak için, diline pelesenk ettiği vesvese ve düşüncelerle, Cebriye düşüncesi arasındaki benzerlik, bu konunun günümüzde de eleştirilmesi için bir vesile olmuştur diyebiliriz. Müstakilen bu konunun çok ayrıntıları olmakla beraber, günümüzdeki cılız anlayışların üzerine çullandığı cephesi, genellikle, “Allah ne yapacağımızı biliyorsa niçin bizi imtihan ediyor?” şeklinde tezahür etmektedir. Yani, ne yapacağımız belliyse biz de zaten onu yapmaya mecburuz şeklinde düşünmek ki, insanın güya kendi iradesini yok sayarak tüm sorumluluklarından kurtulmak adına, yaptığı ilginç bir yüceltme / süblimasyondur diyebiliriz. Doğru, ancak bu kadar çarpıtılabilir!.. Yani, ne yaparsan yap, “Ben yapmıyorum ki!..” çarpıtması. Tarihteki Cebriye tartışmalarıyla, bu düşüncenin ilginç ve cılız alakası ne kadardır, bu da bugün üzerinde ayrıca durulması gereken bir durum.

Ama insanın fiillerinden sorumlu olduğu noktasından hareketle, kelâm tartışmalarının içine girmeden, günümüz insanına söylenecek pek çok şeyden bir kısmını da ifade etmekte sakınca yok… 

“Bir boğa, sana saldırırken bir olağanüstülük beklemeyip canını kurtarmak için kaçan sen, imtihan dünyasında, sebeplere dayalı bir dünya varken, nasıl oluyor da “Allah beni biliyor da niye imtihan ediyor?!” diyor… İntihar etmiş birisi -Allah korusun- 20. kattan düşerken bunları söyleyebilir mi? Zaten kendisi atlamış… Ama asansöre binince, üst kata çıkmak için yukarı düğmesine utanmadan basıyorsun değil mi? Niye hiç riske girmiyorsun? Ya da bu şartlarda hayatın zaten riskli olduğunu anlamamış gibi yapıyorsun???” Tabi, bu örnekler sadece kulun iradesinin olduğu gibi zaten aşikâr bir konuda birer pekiştirme. Oysa Cebriye sadece kul iradesi konusundan ibaret de değil. Nedense, günümüz insanı sorumsuzluk duygusuna destek olacak basit bir örneklemi tercih etmiş… Hakikatten sapmanın derecesi olmaz, her hâlükârda kaybedersiniz ve sapma, genleşerek devam eder. Zamanla da “İnandığınız gibi yaşamazsanız yaşadığınız gibi inanmaya başlarsınız.” formuna döner olay… Oysa hayat, böyle sorumsuzlukları kaldırmayacak kadar ciddidir. 

Yani hayat, başınıza gelebilecek şeyler açısından bir “astronot tevekkülü”nden çok da farklı değil. Başınıza her şey gelebilir, tüm bilimsel öngörü ve tedbirlere rağmen bu böyle… Hayat bu yönüyle de çok ciddidir. Öyle, hesap sorulamaz bir şekilde yaşanacak bir doğası yoktur hayatın. Büyük bir titizlik ve özen de ister. Boşluk zannettiğimiz her yer, aslında bilgi ve beceriyle doldurulur. Nihayetinde her şey birbiriyle bağlantılıdır ve aynı zamanda, hangi şartlarda imtihan edildiğinizle ilgili dinamik ve çok öngörülemez bir yapısı da vardır. Geriye bize huzur ve teminat verecek ve dingin bir şekilde yaşamamızı sağlayacak ana unsurlar, ilâhî metinler ve ilâhî kaynaklı peygamber sözleri kalır ki inancın huzur ve güven veren sıcaklığını asıl orada hissederiz. Hatta, bırakın “Ben mi yapıyorum ki!..” diyerek sorumluluktan kaçan insana, tam tersi her şeyin kendi elinde olduğunu zanneden insana söylenecek pek çok şey de var hiç şüphesiz… Mesela sadakanın belayı defetmesi, akraba ziyaretlerinin ömrü uzatması, iyiliğin kalbe verdiği huzur duygusu, hepsi de hayatın içinde güvenle yol almamızı sağlayan inancın teminat mottolarıdır. Yani hepsi Allah’ın va’didir. Tüm bu hakikatler varken, Cebriye ya da Kaderiye gibi, sürçülisan alanlarına kaymak, çok garip ve saçmadır. Âlimlerin ve ariflerin, sahih kelâm düşüncesinin insan, hayat ve kadere dair düşüncelerini, ne denli kritik zihniyet ve kalbî mütalaalardan geçirerek, ilâhî kelâmın ve nübüvvet neşesinin sözcülüğünü yaptığını buradan da büyük bir hayranlıkla anlayabiliyoruz. Hatta ne Cebriyesi kardeşim!.. Kendi düşüncelerimizi yönlendirip, irademizi kullanarak iyilik yapmaya çalışıyoruz, değil mi? Özellikle şu güncel dünya ortamında sormak lazım bazı insanlara, “Ne cebriyesi!?” ve illa soracaksak hatta ve hatta “İyiliğe cebriye mi, kötülüğe cebriye mi!?” diye de sormak lazım. Çünkü iyilik ve kötülük, her biri ayrı ayrı tercihler ve keyfiyetler. Sen ne yapmak istedin de, tersi için, kendi içinde bir mücadele vermek zorunda hissediyorsun kendini, asıl önemli olan da bu… İradeden daha büyük bir tercih ve sorumluluk alanı yok ki insan için… Zaten o nedenle var ve sorumluyuz… Geriye, iyilik ve kötülüğün, insana nasip olup olmamasıyla ilgili bir alan kalıyor ki, o da, o fiilin yaratılmasıyla ilgili derinler derini bir konu ve bahsi bizi fersah fersah aşar…

Başında da Sonunda da Hayat Bir Kumar Değildir

Evet, hayat bir kumar değildir ve büyük bir özenle, gayretle, duyguyla, sevgiyle, tevekkülle yaşanması gereken bir “sevgi durakları” bütünüdür diyebiliriz. Her durakta öğrenilecek güzellikler vardır. O nedenle Mevlana, “Dünyada yaşamıyoruz, dünyadan geçiyoruz.” demeyi tercih ediyor. Her durakta öğrenilecek dolu keyfiyet varken, hayata kim “kumar” diyebilir ya da hayata kumar gözüyle bakabilir. Bundan büyük bir cehalet olamaz. Sırtımıza sorumluluk hırkasını giymek, hayatın içini, söylenenleri titizlikle yaparak doldurmak demek…

İnsanın iradesinde hür, sonuç itibarıyla da sorumlu olduğunu gösteren ayetler vardır:

“Nefse ve ona birtakım kabiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini ilham edene yemin ederim.” (Şems 91/7-8) 

“Şüphesiz biz ona doğru yolu gösterdik. İster şükredici olsun, ister nankör.” (İnsan 76/3)

“Biz ona iki yol (iyi ve kötü) gösterdik.” (Beled 90/10)

“Nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir.” (Şems 91/9-10)

“Kim iyi bir iş yaparsa lehine, kim de kötülük yaparsa aleyhinedir. Rabbin kullara asla zulmedici değildir.” (Fussilet 41/46)

“Yaptıklarına karşılık olarak onları ortadan kaldırır. Birçoğunu da bağışlar.” (Şûrâ 42/34)

İnsan, üzerine düşeni yapmamakla kendi aleyhine bir fiili duruma da müdahil oluyor ki, eğer bir taksimat yapılacaksa, kendi inisiyatifi ve rolü her şeyden fazla değil mi? Her şeyin bir hukuku var. Sorumluluklarımızdan kaçmakla zerreden küreye makro ve mikro âlemde her şey görevini yaparken, kâinatın hukukuna tecavüz eden bir canlı durumuna düşmez miyiz? Madde enerji ilişkilerinin üst düzeyde ele alındığı atom altı parçacıklar üzerinde düşünüldüğünde, insanın enerji değeri ne acaba? İlginç gelecek ama insanın enerji değerini ahlak üzerinden tescillediğimizde, insan nasıl davranışlar sergiliyor? İnsanı vasıfsızlıktan ve sıradanlıktan uzaklaştıran şeyler neler? Hz. Ali Efendimizin (k.v.) “En büyük âlem sendedir.” sözü, aynı zamanda böyle bir değerin ifadesi değil mi? Yani bütün âlemlerle irtibatlı bir “Sen…” Hatta manevi büyükler, “Allah, koca kâinatı, bir Veli yetiştirmek için kullanır.” derler. Çünkü kâinattaki her bir şey, başlı başına, devasa, tefekkür nesnesidir. Tüm bunlardan kasıt da Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmaktır.

Akıl ve irfan, bu konularda nasıl düşünür? İlim, İrfan ve Hikmet Ehli Şenel İlhan Beyefendi’nin İslam ahlakına dair sözleri çok net: “İslam dini, en son ve en mükemmel bir din olarak, ahlaki kurallara daha güzeli olamayacak veya daha iyisi yapılamayacak şekilde, son noktayı koymuştur.” Son Nebi’nin; “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.” sözü de bunun en büyük delili değil mi?

Alex Carrel’in “İnsan denen meçhul” tanımlaması, “kendini tanımak”, “Rabbini tanımak” başlıkları üzerinden düşünüldüğünde daha bir netleşiyor… Çünkü insana dair her bilgi çok kıymetli. Sosyoloji, psikoloji, felsefe, antropoloji, hep biraz daha bilgi ve bulgu için asırlardır “insanın peşinde…” İnsana dair, fizik, metafizik, biyolojik ve psikolojik ne varsa, bunu ortaya çıkarmak çok kıymetli bulunuyor. Yenilenen bilgi hızı, artık dakikalarla ivmelendiği halde, hâlâ bilmediklerimizin, bildiklerimizden fazla oluşu çok düşündürücü değil mi? Bilim adamı kimliği olan Pascal’ın, kendini deniz kenarında deniz kabuklarıyla oynayan bir çocuğa benzetmesi boş değil… Yunus’un “Ben bilmem…” sözünde ise bunun irfana, hikmete, derin bir tefekküre yansıması var…

İnsana dair bilgiyi iyi-kötü her türlü kullanmak mümkün, ama “insan için” dediğimizde iyi, doğru, güzel vb. yararlılıklar ön plana çıkıyor. Ata binmek, attan yararlanmak hayat, ama atı sevmek duygu… İnsan da her şeyiyle hayatın içinde ve çevreyle ilişkilerinde insan yüreğine dokunan her durumda, “insan” temsili var. Ne yaparsanız yapın; “insansız” olmuyor. Ve bundan daha doğal bir şey de yok… Çünkü Allah (c.c.), insana değer veriyor. Peki, “Allah (c.c.), insana niçin değer veriyor?” sorusunun cevabı üzerinde yeterince düşündük mü acaba? Allah’ın (c.c.), duygulara, ilişkilere, beraberliklere verdiği önem, “ahlak” diye koskoca bir alan açmış önümüze… Hatta “Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmak” diyerek, mutlak bir hedef gösterilmiş… Son Nebi’nin dilinden “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.” sözleri dökülmüş…

Günümüzde dini inkâr değil, eksik bilgilenme ve dini, hayat içinde görünür kılan doğru rol modellerin azlığı nedeniyle yer yer dine karşı bir “soğukluk” olduğu gözlemlenebilir. Maalesef yaşanan olaylar, bu durumun tuzu biberi olmuş gibi. Temel problem, insan ilişkilerinin güven ve samimiyet, ilgi ve diğergamlık, sevgi ve huzur açısından doyumsuz olduğu bir dönemin fotoğrafı diyebiliriz. Adeta fetret devrinin soğuk rüzgârlarının estiği, dünyevî bir garibanlık hali de olabilir. 

Ayrıca problemin Batı’da aldığı şekil ile Doğu toplumlarındaki durum, birbirinden tamamen farklılık arz etmektedir. Dünyanın küçük bir köye döndüğü bilişim çağında, en büyük çeldiricinin, içsel psikolojik faktörler ve bunları besleyen çevresel unsurlar olduğunu görmek lazım. Bu konuda doğru tespitler yapılmazsa, inanan insanları dahi kırk parçaya bölen tartışmaların gölgesinde kalmış anlayışların fikri ve kültürel ortamı kasıp kavurmasının önüne geçmek zor görünüyor. 

Keşke her şey biraz daha yolunda olsaydı, “Su akar yolunu bulur.” diyebilirdik. Ticarette ahi ruhunu ve onun getirdiği cemiyet hayatını, toplumsal problemlerde vakıf ruhunu, bireysel yetişkinlikte ilim ve irfan cehdini, çağı okumada basiret ve feraseti yitirmeseydik, bugün sorumluluktan kaçmak için bahaneye bakan huzursuz fertler değil, sorumluluğu lütuf ve şeref sayan insanlarla dolu bir toplum olur ve çok daha farklı konuları konuşmak durumunda olurduk. Bu arada, bir maliyet hesabı yapacaksak, yitirilmiş ebedi hayatlar ve daha dünyada iken berhava olmuş hayatlar asıl sızı kaynağımız olmalı…